Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Y ülya Uçansu ile 1980’lerin ilk yıllarına uzanan bir tanışıklığımız var. Uçansu 1983’te bugünkü İstanbul Film Festivali’nin öncülü Sinema Günleri’nde Onat Kutlar’la çalışmaya başladığında, ben de bir yıldır Cumhuriyet Kültür Servisi’nde Aydın Emeç’le çalışıyordum. Sinema Günleri’nin giderek İstanbul Film Festivali’ne dönüştüğü, Uçansu’nun festivalin başına geçtiği yıllarda hep bağlantıda olduk, şenliği gazetenin sayfalarında yansıtmaya çalışırken. Yıllar sonra, geçen yıl, Uçansu’yla Cumhuriyet’in Kültür Söyleşileri’nde yeniden buluşmuştuk: “Şölenin başında çeyrek yüzyıl”. İstanbul Film Festivali’ni yönettiği yıllarda yaşadıklarını anlatmıştı, bir gazete sayfasına sığdığı kadarıyla. Kısa bir süre önce Doğan Kitap’tan çıkan Bir Uzun Mesafe Festivalcisinin Anıları: Sinema Günleri’nden İstanbul Film Festivali’ne adlı kitabında ise, çok genç yaşlarından başlayan sinema tutkusunu, Sinematek’ten Sinema Günleri’ne, oradan Film Festivali’ne, festivalin başından ayrılmak zorunda kalışına uzanan yılları anlatıyor Uçansu, ayrıntılarıyla ve özenle seçilmiş sözcüklerle. Kitabın adını görünce, İngiliz edebiyatının Öfkeli Kuşağından Alan Sillitoe’nun yıllar önce okuduğum bir kitabı geldi aklıma: “Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı”. Tony Richardson, 1960’ların başında beyazperdeye aktarmıştı. Tom Courtenay’in oyunculuğu unutulmazdı… Tony Richardson’ın filminin yanı sıra, Fransız belgesel sinemasının geçenlerde yitirdiğimiz ustası Chris Marker’in Yves Montand hakkında yaptığı “Bir Uzun Mesafe Şarkıcısının Yalnızlığı” filminden de çok etkilenmiştim. Kitabın adını da bu “uzun mesafe” kavramından etkilenerek koydum. Benim “uzun mesafem” İstanbul Festivali için yaptığım çeyrek asırlık uzun soluklu çalışmaydı. Uzun mesafe koşucuları hep “yalnızlığı” düşürüyor akla. Kon İçikava’nın çektiği 1964 Tokyo Olimpiyat Oyunları belgeselinde, unutulmaz maratoncu Abebe Bikila’nın en önde koşarken yaşadığı “yalnızlık” olağanüstü bir ustalıkla verilmişti. Sen de, bir “uzun mesafe festivalcisi” olarak, festivalin başında olduğun yıllarda bu “yalnızlığı” duyumsadın mı? Kuruluş yıllarında Danışma Kurulu üyelerinin (Onat Kutlar, Vecdi Sayar, Şakir Eczacıbaşı, Atilla Dorsay) bütün iyi niyetli katkılarına ve İKSV’nin “protokol ve muhasebe” alanında verdiği teknik desteğe rağmen en azından ilk SAYFA eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER celaluster@cumhuriyet.com.tr Hülya Uçansu ile ‘Bir Uzun Mesafe Festivalcisinin Anıları’ üstüne Bir festivalin perde arkası H Onat Kutlar’la 1990’lı yıllarda bir festival resepsiyonunda... beş yıl Sinema Günleri’nin tüm “teknik ve idari” çalışma alanlarında çok yalnız debelendiğim kesin. Aramıza kısa sürelerle katılan geçici arkadaşlarımız ellerinden geleni yapıyordu ama bütün sorumluluk ve yük benim üzerimdeydi. O dönemde vakfın kurumsallaşmasından söz etmek için henüz çok erkendi. Bu süreci kitapta ayrıntılı tarihlerle vermeye çalıştım. İlk başlarda nasıl bir yapı vardı? İKSV, Sinema Günleri’nin başlatılmasından 10 yıl önce İstanbul Festivali’ni düzenlemek amacıyla kurulmuş bir yapıydı. Ancak kurum aileye katılan ve beklenmedik bir hızda ve hacimde büyüyen yeni bir festivali yapmak için hazırlıklı ve pek de istekli değildi. ’83’86 yılları arasında yıl boyunca görevlendirilen “tek” kişi olduğum düşünülürse o “festival organizasyonu” denen çok başlı canavarla tek başına vuruştuğumu söylemek çok yanlış olmaz. Ancak dördüncü festivalden sonra bir sekreter, altıncı yıldan sonra da dil bilen bir asistan işe alınmıştı. Sürekli ekip çok gecikmeli yetişti. İnsanın anılarını yazmaya karar vermesi, biraz da, belirli bir “hesaplaşma” ya da “yüzleşme”yi göze alması değil mi? Şayet anılarımı İKSV’deki 24 yıllık çalışma hayatıma anlaşılmaz gerekçelerle son verilmesinden ve “gönderilmemden” hemen sonra yazsaydım, bu kitap “yüzleşme” bile değil, “hesaplaşma” olurdu ve bence çok da tatsız bir iş çıkardı ortaya. Bundan en büyük mutsuzluğu yine ben duyardım. Yaşananlar yazıya dökülecekse en doğru ve sağlıklı sonuç belirli bir “demlenme” sürecinden geçtikten sonra alınabilir. Öfke, kızgınlık gibi olumsuz duyguların süreçlerini tamamlamalarından 2012 sonra. Her ne kadar “kırgınlık” hiç geçmiyorsa da. O sadece külleniyor… Ben bu kitabı ne yüzleşmek, ne de hesaplaşmak için yazdım. Alin Taşçıyan’ın kitabın arka kapağında ifade ettiği gibi “bir avuç idealistin” bu ülkede dünya sinema kültürünü yaymak ve özellikle gençlere sinemayı sevdirmek için yıllarca nasıl emek verdiğini, zorlu bir yolda adım adım nasıl çalışıldığını, yapılan özverileri genç kuşaklara aktarmak, bu süreci oluşturan bizlerin yaşadığı coşkuları paylaşmak için yazdım. Kitabı okuyan gençlerden aldığım geri dönüşler de hedefime ulaştığımı gösteriyor. Kitaptaki “mektuplar”ın hemen dikkatimi çekti. Uzun yıllar İKSV’yi yöneten Nejat Eczacıbaşı’ya, Emek Sineması’nın işletmecisi İsmet Kurtuluş’a, yirli yıla yakın bir süre festivalin sanat yönetmenliğini üstlenen Aydın Gün’e, İKSV ve festivale değer biçilmez katkılarnda bulunan Onat Kutlar’a, Nejat Bey’den sonra İKSV yönetim kurulu başkanlığına gelen Şakir Eczacıbaşı’ya mektuplar. Onlarla, yokluklarında, sohbet etmişsin bir bakıma… Ne kadar doğru bir saptama yapmış Hülya Uçansu, Jane Campion’la (2005). Aşağıda ise Sophia Loren’le. sın, Celal: “…Onlarla yokluklarında sohbet etmişin bir bakıma.” Çok haklısın, her biriyle farklı nedenlerle “sohbet etme” ihtiyacından doğdu mektuplar. Ben bu beş kişinin her biriyle uzun yıllar beraber çalıştım. Her biriyle farklı bir ilişki ve çalışma biçimim oldu. İlk mektubu İsmet Kurtuluş’a yazdım. İsmet Bey’in gözü gibi baktığı tarihi Emek Sineması’na şu koca şehir sahip çıkamadı! Ondan bütün sinemaseverler adına özür diledim. Nejat Eczacıbaşı’na yazdığım mektubun nedeni tabii ki İKSV gibi değerli bir kültür anıtını kurmuş olması. Bunun dışında, ülkeye yaptığı değerli çalışmaların da dökümünü yapmaya çalıştım. Bir kişinin ülkenin kültür yaşamına yapabileceği katkıları gösterebilmek için. Aydın Gün’ün mektubunun nedeni ise zamanın acımasızlığına karşı çıkma gayreti. 20 yıl boyunca İstanbul Festivali’ne verdiği emekler neredeyse unutuluyor. Genç kuşaklar onu tanımıyor bile. Alçakgönüllü bir anı kitabının sayfalarında Aydın Gün adının ve emeklerinin kalıcı olmasını istedim. Onat Bey’e yazdığım mektubun amacı çok net: Benim hayatımı başlı başına rengarenk bir festivale çeviren iş önerilerimi bana yapan kişi olduğu için ona teşekkür ettim. Son mektup ise, 22 yıl boyunca bir sıra neferi gibi beraber çalıştığımız Şakir Bey’e. O mektup çok haklı olarak bir sitem mektubu. Ne yazık ki Şakir Bey artık hayatta değil ve sitemime yanıt veremeyecek. Ama “Vakıf yöneticilerini gençleştirme kararını aldık” diyerek benim görevime son verdiler ve sonra da bu yönetim kararından nedense vazgeçtiler. Hayatta olsaydı da yönetim anlayışının bu tutarsızlığını nasıl açıklardı bilemiyorum. Kitabın en ilginç bölümlerinden biri de, sansürle ilgili bölüm. İstanbul Film Festivali bugün belki görece bir ayrıcalık edindi sansür konusunda. Ama sansür denen illet varlığını sürdürüyor. TV kanallarındaki filmlere uygulanan “otosansür”ü izlemek bile olanaksız. Dizilerde “evlilik dışı ilişki” kalmadı gibi. Kitaplara uygulanan baskılar ise, “din, ahlak, müstehcenlik” eksenine kaydı… “Düşünceye müdahale” ve “vesayet” ülkemizde tarihin değişen koşullarına göre yeniden şekil alıyor, ama maalesef hiçbir zaman son bulmuyor. İstanbul Film Festivali’nin üzerindeki sansür ise görünürde sadece uluslararası filmlerden kalktı. O dahi tam kalktı denmez. Bir ihbar durumunda sorumluluk kurum yöneticilerinin üzerinde. Türk filmleri üzerindeki sansür adına Telif Eserleri İşletme Belgesi denen bir uygulamayla devam ediyor. Yapımcı, işletme belgesini almadan filmini festivale katamaz. Bu belge de ağırlıklı olarak devlet memurlarından oluşan bir heyet tarafından veriliyor. Yani sansür daha ilk aşamada devreye giriyor. Dönemin iktidarının değerlerine göre uygulanan sansür, korkarım ülkemizin kuruluşunun genetik özelliklerinde var. Ondan kurtuluş şimdilik ufukta gözükmüyor. ? 6 ? 23 AĞUSTOS CUMHURİYET KİTAP SAYI 1175