Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
K azar, çevirmen Yaşar Atan, kitaplarının arka kapağında şöyle tanıtıyor kendisini: “Çocukluğum antik kent Afrodisyas’ta ayakta kalabilen ve bizden sayılmayan mahzun tanrı ve bilgelerin arasında geçti. Gezginciler oralardan hep bir şeyler alıp götürürlerdi. Zaten o yöredeki evler, oranın heykelleri kırılarak yapılmıştı hep. Durumu kaymakam ve savcı amcalara anlatırdım. Beni gülerek dinlerlerdi.” Yazar, bunun da yarattığı buruklukla, Evrensel tarafından yayımlanan Akdenizli Tanrılar (İkinci basım, 2011, [AT]), Akdeniz Mitologyasından Efsaneler (2011, [AME]) adlı kitaplarında kendini bu topraklardan doğan söylenlerin öğrenilmesine adamış görünüyor, çocuklarla gençlerin yaşamında bunların yeri olsun diye çabalıyor… Nitekim yapıtları okurken, bunu özümsememek, yurdumuza, topraklarımıza yönelik sahiplenme duygusu yaşamamak elde değil! Bu nedenle Atan’ın kitapları, yalnız bu topraklardan fışkıran bir söylen, anlatı pınarı olmakla kalmıyor, bunu sevdirecek çevrinti de yaratıyor apaçık. Yaşar Atan, Halikarnas Balıkçısı’ndan Melih Cevdet Anday’a, Vedat Günyol’a, Sabahattin Eyuboğlu’dan Azra Erhat’a, Nermi Uygur’a, Cengiz Bektaş’a, Uğur Kökden’e yazınımızın bu bağlamda anılabilecek denemecilerinin de ardıllığını yapıyor bir bakıma. O halde taşı toprağı, söyleni anlatısıyla yurdumuzu sevmek, hele oluşturulacak bilinç doğrultusunda bunu gelecek kuşaklara aktarmak çok önem taşıyor… Oysa biz, yaşadığımız kentlerin bilincinde olmak şöyle dursun, yeterince ayırdında bile değiliz bunun… Bu nedenle eloğlunun antik kent, ören yeri, höyük şu bu burnumuzun dibinden götürdüklerine bakıp taştır, gâvur işidir deyip sırt dönebiliyoruz kolayca… Bunları bir türlü kendi toprağımızın parçası, ciğerparemiz olarak neden göremediğimiz, benimseyemediğimiz üzerinde nece durulsa yeridir herhalde. Azra Erhat, Troya Masalı’nda (Günışığı, 2009) Troya hazinesini kaçıran Heinrich Schliemann’dan söz ederken, şöyle diyor örneğin: “… Schliemann Anadolu’dan tarihsel yapıt kaçakçılığı yapanların ilki olmuş. Sonraları da çok değerli eşya kaçırmış arkeologlar vardır ne yazık ki. Ama bunun bir nedeni, Osmanlı İmparatorluğu zamanında sultanların hiç önem ve değer vermemesiydi bu tarihsel anıtlara. Kazı yapan yabancılara bol keseden armağan ediyorlardı buluntularını.” (37, 38) YAŞANAN TOPRAĞIN DEĞERLERİYLE BÜTÜNLEŞMEK... Osman Hamdi Beyin, Atatürk’ün sahiplenmeleri yanında cumhuriyet dönemi kaymakamına, savcısına gelene dek Osmanlı’nın sultanlarından başlayan vurdumduymazlığın sorgulanması zorunlu. Ya bizler? Tatilimizi sürdürürken kıyılarda ya da birer güvenli liman gibi sığındığımız anne baba kentlerinde, SAYFA 14 23 AĞUSTOS itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com Y Toprağın koynundaki anlatısöylen pınarı... yeni ülkelerin tanrılarıyla, kahramanlarıyla tanışıp evlenmişler… ve yorumlara uğramışlardı.” “Buna örnek olarak… Mezopotamya’daki Sümer uygarlığını gösterebiliriz. (…) Çünkü Mezopotamya’da milattan üçbeş bin yıl önce yaşam bulan Sümerlilerin uygarlığı ve onun hamuru olan mitologyası, kendilerinden sonraki uygarlıkların da (Hititlerin, Greklerin) kaynağını oluşturmuştu.” “(Bu) daha sonra Romalılara geçti ve haliyle yeniden değişim ve dönüşümlere uğradı. Ondan çok sonraları da Avrupalılar, bu mitologyayı ve onun tetiklediği kültürü alıp benimsediler. (…) [B]ütün sanat ve bilim dalları, bu mitologyanın yoldaşlığında serpilip gelişti.” (AME, 19, 20) İşte Muazzez İlmiye Çığ’ın dört bin yıl öncesinden günümüze taşıdığı Zaman Tüneliyle Sumer’e Yolculuk başlıklı anlatısı bu nedenle bir yerlilik duygusu uyandırabiliyor bizde, bu çerçevede bir çırpıda içselleştirebiliyoruz onu. ANADOLULU OLMANIN ANLAMI... Yaşar Atan’ın andığım kitaplarını, hem yetmiş iki kısım tekmili birden film gibi veya “mabadı yarın” denilerek uzatılıp giden sevimli bir pehlivan tefrikası biçiminde okumak olanaklı hem de bunlara mitologya kadar bir felsefe, dinler tarihi bağlamında yer açmak da olası… Çünkü söz konusu olan, bizim topraklarımızın tanrıları, bunların gezindiği coğrafya, bu coğrafyada yaşamış halkların ürettiği ekin. Kaldı ki “Akdenizli tanrılar, Akdenizli halklarla hep içli dışlı yaşadılar. Oralı halklarla birlikte geçirdikleri aynı evrim süreci içinde Akdeniz uygarlıklarını gerçekleştirdiler.” (AT, 13) Bu, şu demekti: “Evet, tanrılar ölümsüzdüler, ama saltanatları ebedi değildi. Çünkü onlar da insanlarla birlikte aynı topraktan oluşmuşlardı… (…) Onlar yaratıcı değil, tıpkı insanlar gibi ‘yaratılmışlar’dı. Topraktan, gökyüzünden ya da bir ölümlüden doğmuşlardı. Ama tek ayrım; onların yaşamlarının insanlarınki gibi sınırlı değil, sınırsızca uzayıp gidiyor olmasıydı. Bazı filozoflar onları soyut, her türlü bedenden ve tutkulardan yoksun, metafizik bir varlık olarak tanıtmaya kalktı. Böylesi bir algılama da haliyle tanrıların ölümü demekti!” (AT, 14) Anadolu’nun neresinde yaşıyor olursak olalım, bir yanımız, işte bu tanrılarla sarmaş dolaş, onların öyküleri, anlatıları, söylenleriyle örülü… “Zaten bugünkü Ege bölgesi ve Yunanistan yarımadasındaki karmançorman dağlarla tepeler, geçmişteki bu tanrılar savaşının canlı izleri olarak hâlâ yerli yerinde dur(uyor)…” (AT, 23) Yaşar Atan, her iki kitabında da bizi bunların peşinden sürüklerken özel adlara yönelik dilsel kıvraklığın ötesinde Afrodisiyas’ta gezginci amcalarca kaçırılan buluntulara dönük bir içlenmeyle hüzünlü, buruk birer halk masalı havasında, âşık şairler geleneğine uygun türküler yakıyor adeta. Bu tutumuyla bir masal atası olarak da alınabilir yazar. “Bu yüzden”, “böylece”, “ve” sözcükleriyle örüntülediği anlatısında yer yer yinelemeye düşse de, serüven romanından içeri girmişçesine söylenlerin peşine takılabiliyor okur kolayca. Anlatılar, Anadolu halkları kardeşliğinin söylenler çağına dek geri gittiğini ortaya koyuyor aynı zamanda. Troya savaşlarında Yunanistan’dan gelen yağmacılara karşı Anadolu halklarının örgütlü işbirliği bunun canlı örneği. Nitekim Likya kralı Sarpedon, “[i]şgalci ve talancı ordular karşısında, dost ve kardeş bildiği Troya halkının bağımsızlığından ve özgürlüğünden kendini sorumlu tut(ar).” Çünkü “kendini Troyalı hissed(er)”. Düşünün ki zalim Zeus bile ilk kez insanlaşıp ağlamaktan kendini alamaz Troya’nın yaşadığı yıkım karşısında. (AT,45,46) Demek ki felsefenin, sanatlarla bilimlerin kapıyı çalması kaçınılmazdır. SÖYLENDEKİ ADALETSİZLİKTEN SANATTAKİ BAHARA... Sanatların söylenle gelişmişliği üzerinde özellikle durmak gerekiyor… Gerçekten tragedya sanatının doğuşunda, insanoğlunun tanrılara da rol biçtiği göz ardı edilebilir mi hiç? Bu çerçevede ozanlarla iyi tanrılar, ötesinde iyi insanlar arasında köprü kurmak pekâlâ olası. Kaldı ki bunlar gizemli olsalar da barışsever, insan sever tanrılardı; bunların başında ise Prometeus geliyordu kuşkusuz. Yaşar Atan’ın dile getirişiyle, “bu insan dostu tanrılar; öteki savaşçı ve despot tanrıların tersine, dünyanın hem tanrılara hem de insanlara yaraşır düzeyde şekillendirilmesi için ölümlü ozanların içlerine giriyor, onları kendi adlarına konuşturuyorlardı.” “Çünkü insanlarla tanrılar, ta başından beri toprak, su ve ışık kardeşiydiler…/ İşte insanoğlunun onuruna yaraşan da ve mitologyanın bize öğrettiği şey de, zaten bundan başka bir şey değildi…” (AT, 12, 17) Ne var ki, “Baştanrı Zeus’un bile söz geçiremediği Yazgı ya da Adalet denen bir güç vardı evrende.” (AT, 56) Belki de bu nedenle insanoğlu, bu acıları aşabilmek, adaletsizliğe, haksızlığa karşı çıkabilmek için önünde sonsuzca açılmış olan sanatın kapısından içeri girip bir bahar yaratmak zorundaydı. Çevremize dağılmış her taş, karşımıza çıkan her yontu, yükselen her duvar, ayağımıza takılan seramik parçası, amfora kırığı ölümlü insanoğlunun ölümsüz tanrılara karşı sanat yoluyla kazandığı utkunun imgesi olarak alınabilir bu nedenle. İster Yesemek, Hattuşaş, Çatalhöyük yakınlarında olalım, ister Troya’da, İznik’te dolaşıyor olalım, ister Bergama’da, Urla’da, Bodrum’da, Fethiye’de, Kaş’ta, Alanya’da yaza gömülmüş olalım… O ölümsüz tanrılar da bahar çiçeklerinden demetler halinde bizi kuşatmış bu yapıtlarda yaşamıyor mu zaten? Yaşar Atan’ın andığım kitaplarını okumak, bu tanrılar kadar, sanatlarla da sarmaş dolaş bir halde yol almanın mutluluğunu yaşatıyor insana… ? Yaşar Atan ormanların, yaylaların kucağında nasıl bir yaklaşım sergiliyoruz dersiniz? Her türlü taşıtla, araçla her yere ulaşıyoruz da kendi toprağımızın değerlerine, tarihimize, iç dünyamıza, derinlerdeki katmanlarımıza inmeye yatkınlık göstermiyoruz nedense. Çokluk birer bakar kör halinde davranıyoruz toprağımızdan buram buram yükselen değerlere… Bilgin Adalı’nın yedi yaş üzerindekiler için kaleme aldığı, Kutlay Sındırgı’nın resimlediği bilimkurgu romanı Gezgin’deki (Can, 2011) Ege, öğretmenini anımsarken Selma Öğretmen şöyle sesleniyor kendilerine: “Dünyamız o kadar küçücük ki, uzay boşluğunda, kaleminizle defterinize koyduğunuz bir noktacık kadar bile yeri yok. Ama öylesine büyük ki yıllar sürecek bir dünya gezisine çıksanız her köşesini görmeye ömrünüz yetmez.” (85) Bu sözleri kendi içimize, topraklarımızın ürettiği değerlere dönük geziler, yolculuklar için düşünmek pekâlâ olası. Diyelim Bilgin Adalı’nın Gezgin’inde farklı coğrafyaların doğal, kültürel değerleriyle buluştunuz, Turgay Fişekçi’nin çocuklar gençler için kaleme aldığı Yeşil Tatil (Günışığı, 2010) adlı romanında biraz daha yakınlaşıp söylen, anlatı, masal geçmişten günümüze çevrenizde üretilen ne varsa bunların tümünün de ardılı olduğunuzu kavradınız… İsterse binlerce yıllık geçmişle kucaklaşılsın, tümü de insanoğluna bırakılmış birer kalıt… Nitekim Muazzez İlmiye Çığ’ın kaleme alıp Ercüment Morgök’ün resimlediği Zaman Tüneliyle Sumer’e Yolculuk (Kaynak, onuncu basım, 2012), bunu ele vermeye yetiyor olmalı. Yaşar Atan, söylenlerin sürekliliğini, bütünselliğini şu sözlerle aktarıyor bize: “Her halkın, örneğin Eskimoların bile bir mitologyası vardı. Ne var ki safkan bir mitologya yoktu. Olamazdı da… (…) Efsanelerdeki tanrılar ve kahramanlar da haliyle geldikleri 2012 ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1175