22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

‘Uzun saçları içinde yatıyorlar’ em Yayınları’nın yayımladığı Rilke’nin Bütün Şiirleri dizisinin onuncu kitabı olarak Yeni Şiirler (Neue Gedichte) sonbaharda yayına hazırlanıyor. Kitap çıkmadan önce birkaç örnek sunuyoruz. C damar damar onun karanlığı içinden. Kökler arasından insanlara giden kan fışkırdı, ve porfir gibi ağır görünüyordu karanlıkta. Kayalar vardı orda ve cansız ormanlar. Boşluk üzeri köprüler ve o büyük boz kör gölet, uzak bir zemin üstünde asılıydı yer üstünde yağmur göğü gibi. Ve çayırlar arasında, düz ve sabır dolu, görünüyordu bir yolun soluk şeridi, serilmiş uzun bir solgunluk gibi. Ve bu tek yoldan geldiler. Mavi paltolu zayıf adam önden, dilsiz ve sabırsız öne bakar görünüyordu. Çiğnemeden yutuyordu yolu adımları büyük lokmalar halinde; elleri sarkıyordu ağır ve kapalı kıvrımların inişinden ve habersizdiler hafif rebaptan, sağ elin uzantısıydı sanki zeytin dalına uzanan gül çubukları gibi. Ve duyuları sanki ikiye ayrılmıştı: bakışı bir köpek gibi önünden gidiyor, geri dönüyor, geliyordu ve hep ötede ve bekleyerek diğer dönemeçte duruyordu, işitimiyse bir koku gibi geri kalıyordu. Bazan sanıyordu yetermiş gibi öbür ikisinin gidişine kadar, onlar bütün bu yokuşu arkadan yürüyeceklerdi. Sonra yine bu yalnızca kendi çıkışının yankılanmasıydı ve paltosunun arkasında kalan rüzgârıydı. O ama kendi kendine, geliyorlar işte, diyordu; yüksek sesle söyledi bunu ve yankısının söndüğünü işitti. Geliyorlarmış işte, oysa ancak bunlar fevkalâde sessiz giden iki kişi olabilirdi. Dönebilseydi bir kez arkaya (geriye bakış daha tamamlanması gereken bütün bu işin bozulması olmasaydı), görecekti onları, susarak arkasından gelen bu iki sessizi: Gidişin ve geniş bildirimin Tanrısını, yolculuk başlığı çakır gözlerin üstünde, ince deyneği bedenin önünden taşıyarak ve kanat çırparak ayak bileklerinde; ve sol eline verilmiş: onlar. Öylesine sevilen, ki bir rebaptan ağıtçı kadınlardan daha fazla yakınma çıkardı; yakınmalardan bir dünya olurdu, orada her şey bir kez daha vardı: orman ve vadi ve yol ve belde, tarla ve nehir ve hayvan; ve bu yakınıdünyası etrafında, salt diğer yeryüzü etrafında olduğu gibi, bir güneş ve yıldızlı sakin bir gök dönerdi, bir yakınıgöğü bozulmuş yıldızlarla : Bu öylesine sevilen. Ama yürüdü o Tanrı’nın elinde, adımı sınırlı uzun kefen bezlerinden, güvensiz, uysal ve sabırsızlanmadan. İçine dönüktü, ulu umutlu biri gibi, ve önden giden adamı düşünmedi, yaşama çıkan yolu da. İçine dönüktü. Ve ölmüş olması dolduruyordu onu doyumla. Bir tatlılık ve karanlık yemişi gibi, öylesine doluydu kendi büyük ölümüyle, yeniydi yani bu, o bir şey anlamadı bundan. Yeni bir kızlık halindeydi ve dokunulmaz; cinsiyeti kapalıydı taze bir çiçek gibi akşama doğru, ve elleri öylesine kesilmişti evlenmekten, yeğnik Tanrı’nın sonsuz sakin, yönelten dokunuşu bile incitiyordu fazla ileri giden samimilik gibi. O artık bu sarışın kadın değildi, şairin şarkılarında zaman zaman andırılan, artık geniş yatağın kokusu ve ada değildi ve o adamın malı değildi artık. Çözülmüştü artık uzun saç gibi ve teslim olmuş düşen yağmur gibi ve dağıtılmış yüz kat stok gibi. O artık köktü. Ve birdenbire Tanrı onu tuttuğu vakit ve sesinde acıyla şu sözleri konuştuğunda: O arkasına döndü , bir şey anlamadı ve alçak sesle dedi: Kim? Uzak ama, berrak çıkış kapısı önünde koyu, duruyordu biri, siması tanınmıyordu. Durup bakıyordu, bir çayır patikasının şeridinde gibi yas dolu bakışla bildirim Tanrısı susarak döndü, bu aynı yoldan geri dönmüş olan sureti izlemek için, adımı sınırlı uzun kefen bezlerinden, güvensiz, uysal ve sabırsızlanmadan. ALKESTİS İŞTE birdenbire aralarındaydı ulak, bir daha pişirilen düğün aşının içine atılan yeni bir katkı gibi. Sezmediler, içki içenler, Tanrı’nın gizliden gelişini, Tanrılığını ıslak bir urba gibi kendine saklayarak ve onlardan birinin, bu ya da şu, geçip gittiği göründü. Ama birden gördü konuşmanın ortasında konuklardan biri genç ev sahibini masanın baş ucunda yukarıya çekilmiş gibi, artık uzanmıyor, ve her yerde ve bütün varlığıyla ona ürkünç seslenen bir yaban şeyi yansıtarak. Ve hemen sonra, karışım durulaşırcasına, sessizlik oldu; yalnız bir tümceyle yerde bulanık gürültüyle ve tortusuyla düşen pelteleşmenin, hemen boğuk beklemiş kahkaha kokarak. Ve o an tanıdılar sırım gibi Tanrı’yı, ve ordaki duruşuyla, içten bildirimle dolu ve amansız, bildiler neredeyse. Yine de, bu söylendiği zaman, daha fazlaydı bütün bilinenden, hiç kavranacak gibi değil. Admet ölmeli. Ne zaman? Bu saat. O ama kırdı korkunun çanağını parça parça ve uzattı ellerini içinden, Tanrı’yla pazarlık etmek için. Daha yıllar, bir tek yıl daha gençlik, aylar, haftalar, birkaç gün daha, ah, günler değil, geceler, bir tek, bir tek gece daha, yalnız bu: bu olsun. Tanrı hayır dedi, ve o zaman çığlık attı, ve bağırdı ve durmadı ve bağırdı anasının doğururken attığı çığlık gibi. Ve yanaştı ona, yaşlı bir kadın, ve baba da geldi, yaşlı baba, ve durdu ikisi, yaşlı, yaşlanmış ve çaresiz, bağıranın yanında, birdenbire, sanki hiç bunca yakın olmamışçasına, onlara baktı, sustu, yutkundu ve dedi: KURTİZAN MEZARLARI UZUN saçları içinde yatıyorlar kahverengi, derince içe geçik yüzlerle. Gözler kapalı sanki pek uzaklardan. İskeletler, ağızlar, çiçekler. Ağızlarda düzgün dişler bir seyahat için satranç takımı gibi fildişinden sıra sıra dizilmiş. Ve çiçekler, sarı inciler, ince kemikler, eller ve gömlekler, solan doku içe çökmüş kalp üzerinde. Ama orada o yüzüklerin, tılsımların ve gözmavisi taşların altında (en sevgili anı) durur hâlâ sakin dehliz gömütlüğü soyun, kemere dek çiçek yapraklarıyla dolu. Ve yine sarı boncuklar, etrafa yuvarlanmış, pişmiş topraktan çanaklar, yuvarları kendi resmiyle süslenmiş, yeşil parçaları çiçekler gibi kokan merhem kaplarının, ve küçük Tanrıların suretleri: ev sunakları, tutkun Tanrılar kurtizan göklerinde. Parçalanmış kuşaklar, yassı skrabeler, dev gibi soyun ufak figürleri, gülen bir ağız ve dansçılar ve koşucular, altın çengelli iğneler, küçük yaylara benzer hayvan ve kuş nazarlıkları av için ve uzun iğneler, süslü ev eşyası ve kırmızı zemin yuvarlak bir cam kırığı, üstünde, bir girişte siyah tanımlık gibi, gergin bacakları bir dörtlü koşumun. Ve yine çiçekler, yuvarlanıp dağılmış boncuklar, küçük bir rubabın parlak belleri, ve sisler gibi inen tüller arasında, ayakkabı kozasından çıkmış gibi: ayak bileğinin hafif felfeleği. Eşya dolu öyle yatıyorlar, değerli şeyler, taşlar, oyuncaklar, ev eşyası, parçalanmış süsler (başka ne düşmüşse içlerine), ve kararıyorlar bir nehir dibi gibi. Nehir yataklarıydılar, üzerlerine kısa hızlı dalgalar halinde (gelecek yaşama doğru gitmek istiyordular) birçok delikanlının bedenleri atılıyor ve içlerinde erkeklerin selleri çağıldıyordu. Ve bazan koptular oğlanlar dağlarından çocukluğun, çekingen aşağıya indiler ve zemindeki eşyayla oynadılar, eğim duygularına yapışana kadar. Sonra doldurdular düz duru suyla bütün genişliğince bu geniş yolu ve derin yerlerde burgaçlar işlediler; ve yansıttılar ilk kez kıyıları ve uzak kuş ötüşlerini , bu sırada yukarda tatlı bir ülkenin yıldızlı geceleri gökyüzünde büyürken, hiçbir yerde kapanmadılar. ORPHEUS, EURYDİKE, HERMES BU, ruhların garip maden ocağıydı, sakin gümüş madeni gibi yürüdüler Baba, çok mu önemli senin için bu arta kalan, sarmanı engelleyen bu tümce? Git, dök onu. Ya sen, sen yaşlı kadın, ihtiyar ana, daha ne yapıyorsun burada: sen doğurdun. Ve ikisini de tuttu kurbanlık hayvan gibi bir kavrayışta. Birden bıraktı ve yaşlıları öteye itti, fikir dolu, ışıltıyla, ve soluklanarak, çağırarak: Kreon, Kreon! Ve bundan başkası değil; bu isimlerden başka bir şey değil. Ama çehresinde duruyordu diğer şey, söylemediği şey, isimsiz beklentiyle, genç arkadaşına, sevgiliye ateşli uzatır gibi şaşkın masanın üstünden. Yaşlılar (durdu orda), görüyor musun, fidye değiller, tükenmişler ve kötüler ve nerdeyse değersizler, sen ama, sen, bütün güzelliğinle O an ama dostunu görmedi artık. Geride kaldı, ve gelen, o kadındı, nerdeyse biraz daha ufak bildiğinden hafif ve üzgün solgun gelin giysisi içinde. Diğerlerinin hepsi ona geçit, aralarından geçiyor ve geliyor : (birazdan burada olacak onun acıyla açılan kolları arasında). Ama o öyle beklerken, konuşur kadın; ona değil. Tanrı’ya konuşur, ve Tanrı onu duyar, ve hepsi sanki onu ancak Tanrı’da işitir: Kimse onun yerine yedek olamaz. Ben olurum. Ben yedeğim. Çünkü kimse sonuna varmış değil benim olduğumca. Ne kalır ki bana geriye burada oluşumdan? İşte budur ya, öleceğim. Söylemedi mi sana, sana havale ettiği zaman, o içerde bekleyen yatağın, yer altı dünyasına ait olduğunu? Ben veda ettim ya. Veda üstüne veda. Başka hiçbir ölen daha fazlasını almaz. Ben gittim ya, şimdi kocam olanın altında gömülü olan bütün bunlar, dağılsın, erisin diye . Öyleyse al götür beni: ben onun için ölüyorum ya. Ve açık denizde rüzgârın ordan oraya atlaması gibi, öyle yanaştı Tanrı nerdeyse ölü birine yaklaşır gibi ve birden artık onun kocasından uzaktaydı, ona, ufak bir işaretle gizli olarak, bu yeryüzünün yüz yaşamını fırlattı. O ama sendeleyerek ikisine doğru atıldı onlara bir düşte gibi uzandı. Onlar yürüdüler çoktan giriş kapısına doğru, kadınlar orada ağlayarak yığışıyorlardı. Ama bir kez daha kızın yüzünü gördü, ona dönmüştü bir gülümsemeyle, bir umut gibi aydınlık, sanki bir vaade benziyordu: büyümüş geri gelmiş derin ölümden ona, yaşayana O zaman aniden elleriye kapadı yüzünü, diz çökmüş halde, bu gülümsemeyi bir daha hiç görmesin diye.? Şiirlerin devamı gelecek sayımızda... SAYFA 27 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1071 Rainer Maria RİLKE Ş iir Atlası CEVAT ÇAPAN Rainer Maria RİLKE/ Şiirler/ Çeviren: Yüksel PAZARKAYA
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear