Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
vapların arkasındaki temel düşünceyi besler. En fenası da çok “doğal”dır; çevremizi saran hava gibi görünmezdir ama oradadır. Bunun böyle olduğunu bilimsel yollarla da gösterebiliriz. Ama sanat, edebiyat daha etkili bir şekilde yapar bu maske düşürme işlemini: Duyularımız yoluyla bir deneyim olarak yaşamamızı sağlar. Ama bakın Shakespeare bize hayatın bir oyun sahnesi olduğunu muştulamıştı yıllar yıllar evvel… Bu anlamda Oğuz Atay’ı da anmalı. İdeolojik olanın kurduğu dünyanın sınırlarını sonsuzca yumruklayan karakterlerdir onunkiler. Dili, söylemi kırmak dışında edebiyatın, sanatın yapabileceği bir şey olmadığını bize anlatır. Ben de buna inanıyorum. Sanat söylem kurmaz, kırar. Söylem kurmak her zaman iktidarın işlevi. Shakespeare’den söz açmışken,“Karanlıkta” öyküsü imdada yetişiyor! Bir rüyanın içindeyken Fırat (ya da biz öyle sanırken), yeni hikâyede de rüyanın ya da zihinsel bir oyunun parçası, hayaller içinde, asansörde karanlıklar içinde kalan Gülin. Nedir yapmaya çalıştığınız tam olarak? Gülin’in de dediği gibi oyun mu tüm bunlar? Keşke o kadar basit olsa. Keşke her şey bir kamera şakası olsa. Işıklar yansa ve tüm bunların bir sürpriz parti olduğu ortaya çıksa. Ama öyle olmaz. Hayat en can acıtıcı olanı hep en sona saklar. Rüyalar, oyunlar, masallar, hikâyeler hep bu can acıtıcı olanla başa çıkabilmek için zihnimizin sarıldığı şeyler. Tabii orada korkularımız da vardır. Bu öykünün özelliği tek etki üzerine kurulmamış olması. Edgar Allan Poe’dan beri biliyoruz ki öykü tek etki üzerine kurulur. Ben bu öykünün farklı bölümlerinin farklı etkiler yaratmasına çalıştım. Gerçek hayatta olduğu gibi. Bir gün yabancı biriyle bir asansörde kalırsınız ve o kısacık süre boyunca çok farklı duygu durumlarını yaşayabilirsiniz. Hele bir de çağımızın güvensiz, mutsuz metropol insanlarından biriyseniz. Bütün gününü düşler içinde geçiren köle de var bir öykünüzde. (“Kendi Üzerine Kapanan Köle Hakkında”) Efendi anlatıcımızda kölesinin dış dünyayı bulunduğumuz yerin uzağında tutmaya çabalayan bir muhafız sanki… Gerilim içinde olduğundan bahseder efendi! Kölesinin dış dünyayı düşünürken iç dünyasında efendileşebileceğini mi unutuyor efendi, ne dersiniz? Köle ile efendisi arasında bir diyalektik dönüşüm yaratmaya çalıştım. Elbette öncüllerini Hegel’de, Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sinde bulabileceğimiz bir fikir. Burada benim katkım belki de yazı yoluyla bu dönüşümün kendi üzerine kapanmasına çalışmaktı. Aslında Beyaz Kale’de de benzer motif vardır ama o daha uzun bir metin olduğu için ve iki kişinin ait olduğu kültürü de yanlarında getirdiği için farklı bir düzeye sıçrıyor. Benim öyküm çok daha basit. Hatta ortada belki de iki farklı kişi bile yok. Ya da her şey yazı’nın, yazma ediminin bir sonucu mu? Labirentleşen ve çıkışsız bir sürece doğru giden ya ¥ kendiliğinden verdiğimiz o ce zı en nihayetinde köleyle efendinin yerini değiştiriyor ya da kahramanı yazar, yazarı kahraman olup çıkıyor… Öyle de diyebiliriz tabii. Aslında çıkışsız olan, labirent gibi çevremizi kuşatan kendi hayatımızdan, bu dünya üzerindeki acınası varoluşumuzdan başka bir şey değil. Kölesi olduğumuz bu varoluşa diklendiğimiz, kafa tuttuğumuz, onu değiştirdiğimiz de olmuyor değil. O zaman kölenin efendiye dönüştüğü ama içinde hep o köle nüvesini taşıdığı anlar yaşanır. Labirentin içinde trajik bir şekilde koşturan kölenin içinde tüm bunlara kafa tutacak bir efendinin yaşaması gibi. ÇEVREMİZİ SARAN KUŞKU Küçük bir olasılığı dev bir paranoyaya dönüştüren, sonra da bundan zevk alan biri çıkıyor karşımıza bir başka öykü “Kuşku”da. Aslında başlardaki bir soruda imlediğim gibi, eserlikli insan dünyası burada karşımıza çıkıyor… Ne dersiniz? Verdiğim sıfata karşı çıkar mısınız? Bu paranoyalar metropol hayatıyla birlikte gelişiyor. Artık kuşku çevremizi saran tek duygudur şehirde. Metroda sarı çizgiyi geçmemenizi söyleyen ses aynı zamanda şunu da belirtir: Sahipsiz çantalardan uzak durun. Bu uyarının içeriği bence çok travmatik. Sürekli olarak var, bir olasılık tehlike. Hem de en akıl dışı şekillerde gelip bulabilir bizi. Tabii korkularla örülen metropolün görünmez duvarları insan aklını da ruhunu da esir alıveriyor. “Her Şey Başa Dönüyor” diyorsunuz sona yakın öykülerden birinde. Hatta adı bu öykünün. Çok karamsar bir dünya çiziyorsunuz: “Zaman geçerken azalıyor. Büyürken küçülüyoruz. Yaşadıkça yaşayacağımız azalıyor (…) Yalnızız. Ardımızda bıraktığımızdan başkası yok.” Nedir bu baştan kaybediş hali? Dünya üzerindeki zavallı halimizi düşününce çok iyimser olamıyor insan. Sonu ölüm gibi korkunç bir yok oluşla biten bir hikâye bizimkisi. Harika, mutlu bir hayat da yaşasak, acılar içinde de geçirsek sahip olduğumuz ömrün sonu hiç şaşırtmıyor, hep ölümle bitiyor. Bu duruma tahammül etmek gerçekten de çok zordur. Bu yüzden insanlık emeklemeye başladığı çağlardan beri babasına benzer bir güçlü yaratıcı imgesine sığınmış; onu her yerde gözeten, iyi bir çocuk olduğunda ödüllendiren, yaramazlık yaptığında cezalandıran. Bu bir rüya tabii. Başı sonu belli, düzgün kurgularıyla edebiyat da aslında bu korkumuzu hafifletir çoğu zaman; her şeyin bir anlamı olduğu yanılsamasını yaratarak kendimize güvenimizi sağlar. Ama işte ölüm o kadar güçlü bir korku yaratıyor ki zihnimizin tüm kimyası değişebiliyor, dayanma cesaretini de birinin bizi gördüğü umudundan alıyoruz, gerçek olmadığını çok derinimizden bilmemize rağmen... Bir hiç olmadığımızın kanıtı olsun istiyoruz. Cevabını alamamaktan korktuğumuz için de o soruyu asla yüksek sesle sormuyoruz: Tanrı beni görüyor mu? ? Tanrı Beni Görüyor mu?/ Murat Gülsoy/ Can Yayınları/296 s. SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1089