22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Birsen Ferahlı ile ‘O Yaz...’ üzerine ‘Ayrıntıyı çözdüğünüzde altından çıkan çıplak ten, öyküdür zaten’ Birsen Ferahlı’dan inceliklerle dolu, kalemin tığ gibi işlediği bir ilk kitap O Yaz... İçe dokunan, sarıp sarmalayan öyküler yer alıyor kitapta. Ferahlı, iç dünyalara, masum duyarlılıklara ustalıkla eğiliyor. Ferahlı ile kitabını konuştuk. Ë Erdem ÖZTOP irkaç önemli çalışmanın içinde yer alsanız da bu size ait ilk kitap değil mi? Evet, “O Yaz...” benim ilk kitabım. Neden öykü peki? Şiir, öykü, roman, deneme gibi yazınsal türlerin tanımı, karşılaştırmaları, kapsamları edebiyat teorisyenlerinin konusu elbette. Yazan kişi bu tür ayrımlardan çok, aklını tedirgin eden, onu yazmaya iten meselesiyle ilgileniyor. Bu yalnızca bir olayı anlatmak, bir söylem oluşturmak, bir oyun oynamak değil; tümünü kapsayan, ama ondan öte iç ve dış algılarını harmanlayarak kendi meselesine yazınsal bir bütünlük kazandırabilme gayreti. O karmaşayla ancak bu şekilde baş edebileceği için yazmaktadır zaten. Bu nedenle öykü ne tür bir bütünlüğe olanak tanıyor, diye bakmak gerekebilir. Öykü için illaki bir tanım yapılacaksa, ‘anlar’ı genişletmeye izin veren bir tür diyebilirim. An koleksiyoncusu olmak. Bir ‘an’dan bütüne bakabilen pencereler açmak… James Joyce’un ‘epifanya’ kavramı ya da buna karşılık olabilecek bir tanımla, ‘aydınlanma anı’. Aslında siz öykünün yanı sıra, eleştiriler de kaleme alıyorsunuz sıklıkla. Eleştirdiğiniz ya da değerlendirme yaptığınız bir türde üretiyor olmak nasıl bir durum? İlginç bir durum. Cesaret ister mi diyorsunuz? Belki de öyle bir yönü var ama, şaka bir yana burada beni asıl ilgilendiren yazmak. Okuduğum ve bir biçimde etkilendiğim metnin içinde gezinmek, o metni daha iyi anlamaya çalışmak, o metnin bende oluşturduğu hikâyeyi yazmak. Eleştiri denebilir mi buna bilmiyorum? Günümüzde ‘eleştiri’, üzerinde çok konuşulan, yokluğundan yakınılan bir tür. ‘Tanrı yazar öldü, tanrı eleştirmen de öldü.” gibi saptamalara karşın, iyi edebiyat ve nitelikli eleştiri için Tanrı filan olmaya gerek yok diye düşünüyorum. Belki de en büyük gereksinimimiz, yazmayı ve okumayı sevmektir. Sevmekle yetinmeyip, okunanları, yazılanları derinlemesine sorgulamak, düşünmek ve yeniden bakmak… Yapıtı bilginin ve sanat duyarlılığının keskin noktalarından geçirmek... Yine vurgulamak isterim, bir yapıt ne denli öznelse, eleştiri de en az onun kadar özneldir. Eleştirmen daha en başta seçtiği eleştiri yöntemiyle kişisel tercihini ortaya koyar. Anatolle France insanın hiçbir zaman kendinden dışarı çıkamayacağını, bu nedenle nesnel eleştiriden söz edilemeyeceğini belirttikten sonra, eleştirmenin açıkça: “Efendiler size Shakespeare, Racine, Pascal veya Goethe ile ilgili olarak kendimden söz edeceğim” demesini öneriyor. Buradan yola çıkarsak, eleştiri yazılarının da aynen öyküler gibi edebi bir metin olduğu sonucuna varılabilir. B “Kuşku bilimin ve sanatın itici, sarsıcı gücü. Sorulara yanıt bulunamayan noktada farklı arayışlara yönelmek kaçınılmaz oluyor” diyor Birsen Ferahlı. Öyküleriniz… genellikle kısa yazılmış (ilk öykü hariç), hayatın ince noktalarına dair, yaşarken dikkat etmediğimiz anlara temas ediyor… Ne dersiniz? DİKKAT ETMEDİĞİMİZ ANLAR Bence asıl belirleyici olan öykünün uzunluğu kısalığından çok, hedeflenen etki gücüne ulaşıp ulaşmaması. Kimi zaman ok gibi hedefine ilerler, kimi zaman bir ip cambazı gibi sağlam adımlarla yürümek gerekebilir. Nasıl bir yol izleneceğine öykünün kendisi karar verir. Bir yer var, oraya gelindiğinde öykü bitiyor. Ustaların söylediği gibi, ne bir sözcük fazla, ne bir sözcük eksik yazamazsınız, taşımaz. En azından, öyküyü yazan kişinin zihin terazisindeki kefeler dengeye gelmiş olmalı. O Yaz…’daki öyküler için yaptığınız, “Hayatın ince noktalarına dair, yaşarken dikkat etmediğimiz anlara temas ediyor…” saptaması, öykü türünün olmazsa olmazı. Üstelik çok güçlü bir geleneğe sahip olan Türk öyküsünde bunun kusursuz örnekleri var: Sabahattin Ali’nin ‘Ses’ öyküsünde Ankara’ya ses sınavına getirilen genç köylünün yüzünden damlayan kaygı terlerini şu an bile duyumsuyorum. Füruzan’ın ‘Redife’sinin ayağına bol gelen takunyalarını ayağında tutmak için parmaklarını nasıl sıktığını, Sait Faik’in ‘İpekli Mendil’ adlı öyküsünde on beş yaşındaki sevdalı hırsızın avucundan ‘su gibi fışkıran’ ipekli mendili… Algınız bu okumalarla biçimlenmişse ister istemez hayatın ince noktaları önem kazanıyor. Ya da denklemi tersten kurarsak: İnsanı, dolayısıyla hayatı anlamaya çalışan bir merak böylesi okumaların peşine düşüyor. Düzenin dayatmalarıyla kuşatılan hayatlarımız kendi iç gerçekliklerine dair ipuçlarını ancak ince ayrıntılarda dışa vuruyorlar. Yazar o ayrıntıyı tutup çektiğinde örgü çözülü yor; altından çıkan çıplak ten, öyküdür zaten. Bir de her öyküde buruk bir hüzün bırakıyorsunuz okura kalan… Hüzün, kederden, elemden, ‘saçma’dan farklı, karmaşık bir duygu. Bir ruh hali belki; mutluluğunu, sevincini bile parlak pembelerle, cart kırmızılarla yaşamayan bir tavır. Daha çok akışı değiştirme iddiasında olmayan toplumlara özgü bir ruh hali. Batı düşüncesi insanı hayatın merkezinde konumlandırır ve yaşamın her alanını biçimlendirebilecek bir güç atfeder. O insan, kendisine gösterilen imkânsız hedefe varamadığında ‘öfke’, ‘kaygı’, ‘sıkıntı’, ‘yetersizlik’, ‘hiçlik’ gibi duygularla bunalır. Oysa bizim gibi toplumlarda ‘Fani dünya’, ‘ölümlü insan’ tanımları sayesinde omuzumuzdaki yük daha hafiftir. Egemen ideolojilerden uzaklaştıkça ‘bunaltı’ yerini kabule ve hüzne bırakıyor sanki. Hüzün, her şey yolundayken bile, o anın geçiciliğinin farkında olmaktan kaynaklanan mazoşistik bir duygu. “Hüzünlü güzel.” denir, “film çok hüzünlüydü, çok beğendik” denir, yani bir ‘hüzünbaz’ olma durumu var ki, kökü çocukluğun gizli bahçelerine uzanıyor, bir de toplumsal bellekteki hüzün yoğunluğuna. ‘Çok gülmek ağlamak getirir’ diye bir deyimimiz var. Yarınına hiçbir zaman güvenle bakamamış bir toplumsal kuşku saklı bu deyimde. Sevincin her an elden kayıp gidebileceği uyarısı. Kayıplara hazırlıklı olma alarmı. Çocukluk ayrı bir gezegen gibi. “Ah o güzel çocukluk günleri” denilir, ama güzel midir gerçekten de o günler? Nezihe Meriç’in Alacaceren’indeki Bengi geliyor aklıma… Kurallar silsilesi, ayıplar, yasaklar arasında ana babaya yaranma çabasıyla helak olur çocuk. Canı koşup sahile gitmek ister, gidemez. Biz de gidemedik. Koşmalar, oynamalar zıplamalar bir yana, hangimiz çocukluğumuzu pürüzsüz bir mutluluk zamanı olarak anımsıyoruz? Yazmak böylesi iç ve dış hüzünlerimizle çok yakından bağlantılı bir süreç. Hüznün, öfkenin, isyanın buruk gülümsemeler yaratacak biçimde estetize edilme çabası belki… Ya da şöyle demeli: Üzgünken gülebilmeyi öğreniyoruz, bize geçmişte öğretilen ama unuttuğumuz bu yetiyi… Kitaba adını veren ‘O Yaz…’ öyküsündeki küçük kız çevresindeki büyüklerin duygu ve davranışları arasındaki zıtlıkla şaşkındır, o yıl ilkokula başlayacaktır, “Ben beceremiyorum bunları henüz. Üzgünken gülebilmeyi de öğretiyorlardır belki ilkokulda” diyerek büyüdükçe maskelere bürüneceğinin ipucunu verir. Kişinin iç gerçekliği ile dış gerçeklik arasındaki uçurum derinleştikçe kayıp düşmemek için boşluğu hüzünle, takıntılarla, beklentilerle ya da elinde ne varsa onunla doldurur; çünkü insan için katlanılması en güç olan duygu hüzün değil, boşluktur. YAZI İLE YAŞAM ‘Koza’ adlı öykünüz bir yazara dair itiraflar mı, ne diyorsunuz? Yapıtlarında yarattığı kurgu yaşamlarla yazarın özyaşamı arasında az önce sözünü ettiğimiz boşluk çok derinse, nasıl bir yarılma olur düşüncesinden doğdu ‘Koza’. Yazı ile yaşamın yüzleşmesi kolay değil. Yazmışsın, okurlarını inandırmışsın ve gidiyorsun… Zaman kaymalarıyla boyut oluşturmaya çalışıyorsun; hep bir çaba, hep o yazma hevesi… Hepimizin aynaya bakıp dürüstlüğümüzü sınadığımız bir an vardır, belki başlarda belki de sona en ¥ çok yaklaştığımız anda. SAYFA 10 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1081
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear