Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
¥ içinde çoktan söylemiş olduğumu gördüm. Ama belki de bunun tersi hiç gerçekleşmedi: Edebiyat benim için daima bir bulgulama alanı, büyülü bir laboratuar olarak kaldı. A. Ömer Türkeş şu doğru saptamada bulunuyor: “Önay Sözer’in felsefi ilgisini dikkate alırsak; ‘Barthes, Derrida ve Foucault gibi düşünürlerin ‘yazı’ ve ‘yazar’ kavramlarında bu köklü dönüşümü görmekteyiz: Onlara göre, metin, yazarının yönelimlerini taşıyamaz. Başka bir deyişle metindeki anlamların kaynağı yazarı değildir.” Bu saptama benim için çok şey söylüyor. Fakat diyebilirim ki “Sonradan Yaşamak”ta bu saptamanın bildirdiğinden bir adım daha ileriye gitmeyi denedim. Romandaki yazar Sermet Eser’in kendisi de artık alışılmış anlamda bir yazar, bir özneyazar değil. Yazar ne yapar? Yaşantılarından yola çıkarak, bazen doğrudan onları anlatarak yazar. Ben Sermet Eser’in olabilecek tüm “özgün” yaşantılarını ortadan kaldırdığımı, onu yaşantısız bıraktığımı sanıyorum. Bunun da yolu Nazire’yi kendine “model” olarak seçmesinden geçti: Sermet Eser alışılmış şemaları yıkarak ilkin kurdu, sonra kurguladığı şeyi Nazire’ye deyim yerindeyse oynattı, daha sonra da işte bir yaşantıyı değil, bu oyunu yazmayı, böylece metinle yaşamı bir kurguda tam olarak çakıştırmayı denedi (tabii ki bu denemenin kendisi de yeni bir kurgu olmak üzere). Bu noktayla (yani romanda kurgunun ve imgelemin ya da düşgücünün yaşama galip gelmesiyle) çok yakından ilgili başka bir nokta, romanda Lacan’ın “aynaaşaması” kavramının etkisidir. Bunu özellikle vurgulayan A. Ömer Türkeş’ten sonra Metin Celâl, Lacan adını anmamakla birlikte, bu aynadaki “beden” ve ona bağlı “ben” imgesinin yabancılaşılmış biçimiyle nerelerde ortaya çıktığını şöyle anlatıyor: “Nazire K.’ya poz verirken aynada kendini değil, Naz’ı gördüğünü hatırlıyor. Aynada Naz’ın yerine geçmesi, hayatta da onun yerine geçtiğinin bir işareti. Bu yerine geçme de daha sonra tekrarlanacak, bu kez Naz hayalet olarak gelip model olarak Nazire’nin yerine geçecektir.” Bunların hepsi doğru, fakat nedense Metin Celâl, belki yazısını kısa kesme çabası nedeniyle, belki de bir kalem sürçmesi nedeniyle Nazire’nin aynada kendi imgesi yerine Naz’ın imgesini görmesinin romanda kazandığı asıl dramatik boyutu atlıyor: Nazire ilk gençlik yıllarında geliştirdiği büyük patolojik bir korkuyla üvey dayısının kendisine tecavüz etmiş olabileceğine inanmaktadır. İlkin romanın 188. sayfası dikkatle okunursa görüleceği gibi, tecavüze uğrayanın Nazire değil, intihar ederek canına kıyan ikiz kardeş Naz olduğu olasılığı Naz’ın hayaletinin sözlerinde ortaya çıkar. Fakat bir hayaletin sözüne ne ölçüde inanılabilir? Naz’ın hayaleti Naz değildir ki! Sonunda “burgu” bir kez daha döner: Naz’ın teyzesinin doğrudan doğruya tanıklığıyla Naz’ın ağır bir psikoz vakası olduğu, cinnet getirdiği anlaşılır. Nazire tecavüz konusunda da belki ikizi için duyduğu korkuları yüzünden kendini bir kez daha Naz’la özdeşleştirmiştir. Oysa tecavüz hiçbir zaman olmamıştır. Eğer olsaydı Nazire romandaki burguyu bir kez daha döndürerek şunları söyler miydi: “…bir geçmişim olmadı ve olmayacak. Geçmişim sandığım şey bir başkasınınmış; şimdi o da elimden alındı. O bir delinin anlattığı bir masalmış…” Bu “deli” Naz’ın kendisidir. Romandaki tek “gerçek” korkutucu “tecavüz” olayı değil, Naz’ın deliliği ve bunun Nazire’ye yansıyışıdır. Lacan’ın ilkin 1936’da bir psikanaliz kongresinde ortaya attığı “ayna aşaması” ona bağlı “bedenimgesi” kavramları, 6 aylık bebeğin aynı yaştaki şempanzeden ayrı olarak kendisinin aynadaki yansımasıyla büyülendiğini ve kendi bedeniyle bu imge üzerinden bütün daha sonraki öznel gelişmesini belirleyecek biçimde özsel, libidinal bir ilişki kurduğunu bildirmektedir. Lacan aynı zamanda kişinin “ben”inin aynadaki görüntüsüne bir yabancılaşma olarak ortaya çıktığını söylüyordu. Ben bu yabancılaşmayı, Nazire’nin aynadaki görüntüsünü Naz sanıp kendisini Naz’la özdeşleştirmesinde göstermeyi denedim. Tek bir iddiam varsa o da şudur: Bu romanda aslında “gerçek” anlamında hiçbir şey olmamaktadır: Ne tecavüz ne de ölüm (K.’nın ölümü bile Naz’ın hayaletinin son bir kez görünmesi için bir vesiledir). Eğer yanlış anlaşılmaya yol açmayacak olsaydı bu romana “Hiç Yaşamamak” adını verebilirdim. Yaşamaktan korkmak, yaşamamanın bir tarzı ve hatta ta kendisidir, fakat korku da “yaşamak” kadar ağır sonuçlar verebilir. Kişiler ya da kahramanlar, bilinen anlamda bir yaşantıya sahip olmamakla birlikte kendilerinin kurdukları bir oyun içinde yine de bütün belirsizliğiyleolumlu bir dönüşüm geçirmektedirler. Bu dönüşümün estetik ve etik sonuçlarıyla aynı zamanda okuyucunun da bir dönüşümü olmasını diliyorum. İşte felsefe, işte edebiyat! Olabildiği kadar. ? ile önce Satir olur, ardından tanrılara başkaldıran Typhon, sonra Nymphe ile konuşan ayna, nihilizme yaslanmış Atlas ve merakına yenik düşmesi nedeniyle Eurydike’yi kaybeden Orpheus ve gölgesi… Veda Lirikleri ile birlikte usulca içine çekilmeye başlar şair. Sessizleşerek çekilirken, serzeniş içerisinde ve evhamlı tutumunu da sürdürür. “akrep ateşle/ hesaplaşmaya başlasa diyorum/ bir intihar diyorum tanrının şu gününde/ tutamayıp kendimi öldürüyorum” Çekilirken, aynı zamanda, akrebin ateşle hesaplaşmasına dem vurarak bir isyana çağırıyor kendini. Yeniden doğmak ve yaşayabilmek için kendini öldürmeyi, ateşle hesaplaşmayı göze almak… Kendini yakıp, kendi küllerinden yeniden var olma ereği!.. Geçirdiği evrelerin ve gittiği yolculukların sonunda, şair, yeniden esas bedenine dönüp sözünü bitirerek sahneden çekilir: “ben ersun çıplak/ tanıştırayım telaşlı her daim/ yalnızca rüyada eyüp diye seslenilen” (s. 61). Eksik Emanet/ Ersun Çıplak/ KarahanKarayazı Kitaplığı/ 64 s. SAYFA 19 şadığımızı/ ispatlamaya” (s.11). Şair, İdris Peygambere, “gayrı dikiş tutmaz bağrımızdaki yırtık” (s.12) diye seslenirken, hayat denen “değip geçen ah o nebati ironi” içerisinde aşkın da artık mecazi olduğunu söylemektedir: “bilmez misin mecazdır bundan böyle/ dilinde küllenen sevda sözleri” (s.14). Bu, biraz da Mevlana’nın, dem vurduğu aşkı mecaziyi anımsatmaktadır. Günümüzde, kapitalist yaşam tarzının zincirleri altında esir olan insanın, bu kapitalist aklı/mantığı yıkmadıkça; aşkı yaşaması da pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü: “özgür değiliz/ özgür değiliz/ özgür değiliz/”dir. (s.18) Aragon, Mutlu Aşk Yoktur adlı şiirinde işgal altındayken çiftlerin mutlu olamayacağını vurgulamıştır. Bugün için ise “mutlu aşk”ın olmamasının temel nedeni, bireyin bireyci bir kişiliğe girerek, kendi yanılsamaları ve çıkmazları içerisinde boğulmasından kaynaklanmaktadır. Kondor’un düşü’ne kadarki şiirlerde Doğu dinsel imgelerini kullanan şair, ifade biçimi olarak, antik Yunan mitolojisini kullanmaya başlar. Sıyrık Ayna ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 1004