Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
değişmiş olursa olsun, bu Manifesto’da ortaya konulan ana ilkeler bugün de o günkü kadar doğrudur,” demekle birlikte, ilkelerin hayata geçirilmesini her yerde ve her zaman var olan tarihsel koşulların belirleyeceğini vurgulamaktan geri kalmazlar. Manifesto’nun değişen ve gelişen koşullar karşısında kimi yönlerden yetersiz kaldığını, kimi yönlerden gününü doldurmuş olduğunu kabul etmekle birlikte, “Yine de, Manifesto, artık değiştirmeye hiç hakkımız olmayan tarihsel bir belge durumuna gelmiştir,” sonucuna varırlar. Manifesto’nun, yüz elli yılı aşkın bir süreçteki önemini değerlendirebilmek için, her şeyden önce, ona bağnazca yaklaşmamak, onu kutsal bir metin okurcasına ele almamak gerekir. Aslında, Marx ve Engels, Manifesto’yu yıllar sonra nasıl değerlendirebileceğimizin ipuçlarını, sonradan çeşitli basımlara yazdıkları önsözlerde vermişlerdir. Marx ve Engels’in değişen koşullar karşısındaki tutumları, 1872 Almanca basımına yazdıkları önsözden on yıl sonra, Rusça basım için kaleme aldıkları önsözde bir kez daha açık seçik gözler önüne serilir: Manifesto’nun kaleme alındığı dönemde, Rusya, “tüm Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü”nü oluşturmaktadır. Birleşik Devletler, göçler yoluyla, Avrupa proletaryasının fazla güçlerini yutmaktadır. İki ülke de, Avrupa’ya hammadde sağlamakla kalmamakta, Avrupa’nın sanayi ürünleri için pazar oluşturmaktadır. O yüzden, o sıralar iki ülke de Avrupa’da var olan düzenin temel direkleridir. Oysa 1882’ye gelindiğinde, “durum o kadar farklıdır ki!” Avrupa’dan göçler, Kuzey Amerika’yı dev bir tarım üretimi için elverişli kılmıştır; bu ülkenin rekabeti Avrupa’daki büyük ve küçük toprak mülkiyetini temelinden sarsmaktadır. Dev boyutlara ulaşan bu göç, Birleşik Devletler’in olağanüstü sanayi kaynaklarını, Batı Avrupa’nın, özellikle de İngiltere’nin o güne kadar süregelen sanayi tekelini kısa zamanda kıracak bir güç ve çapta kullanabilmesini olanaklı kılmıştır. Kuzey Amerika’da, bir yandan küçük ve orta çiftçilerin bütün bir siyasal yapının temelini oluşturan toprak mülkiyeti dev çiftliklerin rekabeti karşısında adım adım çökmekte, bir yandan da sanayi bölgelerinde ilk kez bir proletarya kitlesi ve alabildiğine bir sermaye yoğunlaşması gelişmektedir. 1848 Devrimi döneminde Avrupa gericiliğinin başı olarak gösterilen Çar’ın Rusya’sı ise artık Avrupa’da devrimci eylemin öncüsüdür. Manifesto’nun ertesi yıl yayınlanan yeni Almanca basımının önsözü, Engels’in, “Ne yazık ki, bu basımın önsözünü tek başıma imzalamak zorundayım,” tümcesiyle başlar. Engels, “Avrupa ve Amerika’nın tüm işçi sınıfının herkesten daha çok şey borçlu olduğu” Marx’ın Londra’da Highgate Mezarlığı’nda yattığı ve mezarının üstünde ilk çimenlerin boy attığı günlerde kaleme aldığı bu önsözde, Manifesto’nun göz den geçirilmesinin Marx’ın ölümünden sonra hiç mi hiç düşünülemeyeceğini söyler ve Manifesto’da baştan sona ortaya konulan temel düşüncenin “yalnızca ve bir tek” Marx’a ait olduğunu açıklar. Manifesto’nun çekirdeğini oluşturan temel düşünce ya da önermeyi de, 1883 tarihli Almanca basımın ve 1888 İngilizce basımının önsözlerinde şöyle özetler: “Tarihin her çağında, var olan ekonomik üretim ve değişim biçimi ve kaçınılmaz olarak bunun yol açtığı toplumsal örgütlenme, o çağın siyasal ve düşünsel tarihinin temelini oluşturur, (...) dolayısıyla, bütün bir insanlık tarihi (...) bir sınıf savaşımları tarihi (...) olagelmiştir; bu sınıf savaşımları tarihinin oluşturduğu bir dizi evrim sonucunda bugün öyle bir aşamaya ulaşılmıştır ki, sömürülen ve ezilen sınıf proletarya aynı zamanda bütün bir toplumu her türlü sömürü, baskı, sınıf ayrımı ve sınıf savaşımından temelli kurtarmadıkça, kendi de sömüren ve ezen sınıfın burjuvazinin boyunduruğundan kurtulamaz...” Evet, Marx ve Engels, Manifesto’da ortaya koydukları temel ilkeleri yalnızca yıllar sonra yapılan yeni basımlar için yazdıkları önsözlerde değil, kaleme aldıkları yapıtlarda da savunmayı ve geliştirmeyi sürdürmüşlerdir. Buna karşılık, söz konusu önsözlerin en dikkat çekici özelliklerinden biri de, Marx ve Engels’in, ekonomik, toplumsal ve siyasal koşulların değişmesi karşısında Manifesto’nun kimi bölümlerinin gününü doldurmuş olduğunu açıkça belirtmekten kaçınmamış olmalarıdır. Hiç kuşku yok ki, Komünist Manifesto’yu ilk yayınlanışından yüz altmış yıl sonra değerlendirmeye çalışırken, Marx ve Engels’in, bilimsel sosyalizmin ana gövdesini oluşturan tüm yapıtlarını bir bütün olarak düşünmek gerektiği gibi, 19. yüzyıl sonlarından günümüze kadar meydana gelen olağanüstü ekonomik, toplumsal, siyasal, teknolojik ve düşünsel gelişim, değişim ve altüst oluşların göz önüne alınması da bir zorunluluktur. Ne ki, böylesi bir değerlendirme, bu Sunu’nun sınırları ve boyutlarını fazlasıyla aşmaktadır. 20. yüzyılın çok büyük bir bölümü boyunca Sovyetler Birliği, Çin, Küba ve Doğu Avrupa’da milyonlarca insanın sosyalist ya da komünist yönetimlerde yaşaması; Afrika’da, Latin Amerika’da ve Güneydoğu Asya’daki iç savaşlarda, Fransa, İtalya, Yunanistan, Portekiz ve İspanya gibi ülkelerdeki siyasal savaşımlarda milyonlarca insanın sosyalist ya da komünist düşüncelerden yola çıkması ya da esinlenmesi; Üçüncü Dünya’nın birçok yöresindeki ulusal kurtuluş hareketlerinin, inançlarını, Marxçılıkla milliyetçiliğin değişen ölçülerdeki bileşimlerinden oluşturmaları; buna karşılık, 1980’ler ve 1990’larda bu siyasal görünümün afallatıcı bir değişime uğraması; 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, 1992’de Sovyetler Birliği’nin, ardından Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerin çöküşü, çoğu kişinin nerdeyse dünyanın doğal düzeninin bir parçası olarak kabullendiği “Soğuk Savaş”ın birden sona yayınların 142. maddenin kapsamına girmediği ve işbu maddenin sadece [altını biz çizdik] propagandayı yasakladığı belirtilmiş ve bu şekilde sol yayınlara yol açılmıştır.” Yani, sanki öyle olmuş ki, Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla marksist yayınların önüne halı döşenmiş. Burada önce şunu belirtelim: Bilim ve Sosyalizm Yayınları kurulduğu ve 1965 Mayıs’ında Marksist yapıtları yayınlamaya başladığı zaman Anayasa Mahkemesi’nin sözü edilen kararı henüz ortada yoktu.1 İkinci nokta: Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla değişen neydi? 142. madde zaten “sadece” propaganda ve övmeyi yasaklamıyor muydu? Bilimsel yayınların bu yasakların kapsamına girmediğinin belirtilmesi, 1961 Anayasası’ndaki özgürlükler açısından bir malumu ilan olmakla birlikte, kuşkusuz yüksek mahkemece bunun altının çizilmesi önemliydi. Ama bu söz konusu faşist maddenin kaypak niteliğiyle uygulamada yol açtığı keyfiliği giderecek nesnel bir ölçüt olmaktan uzaktı. Bir yayının bilimsel mi yoksa propaganda amaçlı mı olduğu nasıl belirlenecekti? Propagandanın sınırı nerden başlıyordu? Bunun belirlenmesi, yine her değişen duruma göre, egemen siyasal gücün ideolojik etkisine, anlayışına terk edilmiş olmuyor muydu? Zaten daha yakından bakıldığında, yüksek mahkemenin bu kararı, söz konusu faşist maddelerin anayasaya aykırı olmadığı yargısına uygun olarak, bilim ve düşünce özgürlüğünün kullanılmasını anayasada olmayan bir koşula, “propaganda sınırına girmemek” SAYFA 10 Önde Marx’ın eşi ve kızları arkada ise Karl Marx ve Engels. koşuluna bağlamakla, gerçekte Anayasa’daki özgürlükler açısından 142. maddenin uygulanmasına bir sınır getirmiş olmuyor, tam tersine bu özgürlükleri 142. madde açısından sınırlıyordu. Temel alınan anayasa değil faşist ceza maddeleriydi. Yani, 1949 ve 1951’de yapılan değişikliklerle çok ağır ceza yaptırımları getirilerek emperyalist Batı’nın “Soğuk Savaş”ının (şiddetlendirilmiş bir antikomünizmin) hizmetine koşulan 141 ve 142, dünyanın bu en ağır “düşünce suçu” üreten makinesi yine bütün dehşetiyle işlevini sürdürmeliydi. Rasih Nuri İleri dostumuz bu gerçekliği yaşanan her günkü olaylarla da bildiği halde, nasıl olmuş da böyle, marksist yayınlara “yol açıldı” diyebilmiştir, şaşırtıcı olan bu. “Ancak, diyor, yine de mahkemeler (…) bazı faşist profesörlere taraflı bilirkişi raporları verdirerek birçok kitabı yasaklayıp sorumlularını yedi buçuk yıl hapse mahkum etmişlerdir.” Demek ki neymiş? Özsözdeki mantığa göre herhalde bunlar ayrıksı olaylar olmalıdır. *** Bu çelişik, gerçeklikten uzak ve düpedüz yanlış bilgilendirme, sözü bizim Komünist Manifesto kitabımıza getirmek ve bunun Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla “yolu açılan” bir yayın olduğu sanısını uyandırmak adına yapılıyor. “Bu arada, diyor, Süleyman Ege dostumun Bilim ve Sosyalizm Yayınları’ndan 1968 yılında yayınladığı Komünist Manifesto çevirisi toplatılmış, fakat kitap beraat etmiştir.” Nasıl olmuş bu? Bu sonuca nasıl ulaşıldığına en ufak bir anıştırma yok. 32 yıl aradan sonra (1936 1968) Türkçede bu ilk Komünist Manifesto yayınının o faşist 142. madde karşısında beraat ettirilmesi olayı, şimdi aynı yapıtla ilgili bir derlemenin önsözünde böyle sunuluyor: “… fakat kitap beraat etmiştir.” Bu “fakat” sözcüğünün yerinde nasıl bir savaşımın yattığı umursanmadan… Komünist Partisi Manifestosu’nun beraatının, yasal dokunulmazlığının, Marksist düşünceyi mahkemeye, hapishaneye bağlayan kalın zincirin kırılması için Türkiye’nin daha kırk fırın ekmek yemesi gereken bir antikomünizm döneminde, sözün gerçek anlamında bir düşünce özgürlüğü savaşımı verilerek kazanıldığı gerçeği umursanmadan… *** Konu şöyle sürdürülüyor: “Bunun üzerine Süleyman Ege, 1970 yılında kitabı gözden geçirerek yeniden yayınlamış ve bu arada [altını biz çizdik] Temyiz (Yargıtay) ilk beraat kararını bozduğundan Süleyman Ege kitabın her iki basımından da mahkum edilmiştir.” Önce buradaki temel bir yanlışlığa değinelim. Kitabın Ekim 1970’te yapılan baskısı adli soruşturma konusu olmamıştır. Çünkü kitabın içerdiği aynı metin daha önce yargılanmış ve beraat etmiştir. Savcılığın başvurusuyla dava henüz Yargıtay incelemesindedir ama o aşamada geçerli ve bağlayıcı olan ilk mahkemenin bu kararıdır. Elbette Cumhuriyet savcılıklarınca her yeni yayın ayrı bir inceleme konusu olabilir. Ama inceleme sonunda bir yayının adli soruşturma konusu yapılması ayrı bir şeydir. Beraat kararlı bir metin için savcılığın yeniden bir adli soruşturma başlatması olanaksız ve anlamsızdır. Tam da o günlerden bir anımı tazeCUMHURİYET KİTAP SAYI 978