Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Muhsine Helimoğlu Yavuz ile ‘Diyarbakır Efsaneleri’ üzerine camaltı Şahmaran resimleri de yapan Hamza Amcam, güzel türküler söyleyen Mustafa Amcam ve karısı Asiye Cicim... İsviçre’de okuyup henüz yurda dönmüş çok sevdiğim Selçuk Dayının renkli kişiliği, Budapeşte’de oturan Hüsnü Ağabeyimin serüven dolu yaşamı… Hepimizin ve özellikle de İsmet Dayımın evinin duvarında asılı Atatürk ve İnönü’nün birbirlerine sevgiyle bakan o güzel fotoğrafları... 27 Mayıs 1960 Devrimi. Askerliğini Ethem Menderes’in şoförü olarak yapan Muammer Ağabeyimin de Menderesle birlikte gözaltına alınması... Babamın Ankara’ya gidip “bu yanlışlığı” düzeltmesi... Bütün bunlar hakkında anlatılan efsanevi anlatılar... Ve en önemlisi evin üst salonundaki, babamın bir Musevi doktordan satın aldığı, içinde “yok yok” olan, çok zengin bir kitaplık. Büyük ablamın yönetimindeki “akşam okumaları”... Ne zaman ortadan kaybolsam, adresim kitaplıktaki büyük masanın altı.. Orada durup dinlenmeden başta klasikler olmak üzere, yutarcasına okuduğum kitaplar. Daha ilkokulun başındayken tamamını ezbere okuyup, ahengine âşık olduğum Yahya Kemal’in “Açık Deniz”i ile “Mehlika Sultan”ı... Sonra sonra Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Edebiyat Bölümü... Oradaki bir hocamın çok yakın arkadaşı olan Pertev Naili Boratav ve onun “sürgün gurbeti”ndeki çileli akademik yaşamı ile tanışmam... Üniversite bitince bu alanda alan araştırması yapma isteğimin giderek kendiliğinden doğal bir süreç içinde oluşması ve “Boratav”ın “Yapılmayanı yapmalı, güç olanı seçmeli” önerisi... O dönemde bu konuda, en bâkir ve en güç alanın Güneydoğu ve Diyarbakır olarak önümde öylece durup durması ve ayrıca oralı aydın ve yazarların da yüreklendirmesi ve sonraki yıllarda da değeri dille denmez yardımları şüphesiz... BULUNMAZ BİR KAYNAK Merak ettim, neden ülkenin doğusu? Neden oradaki, Diyarbakır’daki efsaneler? Efsaneler için Doğu ve Güneydoğu Anadolu ve özellikle de Diyarbakır, bulunmaz bir kaynaktır... O bölgelerde gezerken siz, herhangi bir dağda, ovada, yolda kısacası yeryüzünün herhangi sıradan bir yerinde yürüdüğünüzü sanırsınız... Oysa, biraz dikkatle bakarsanız, bir kayanın üstünde, kabarık dağınık saçlarıyla, ayaklarının parmakları arkada, topukları önde, kocaman memelerini omuzlarına atmış, dev gibi bir “pirabok” (cin) size bakmaktadır. Selamlayın onu... Önünden geçtiğiniz mağaranın içinden başını uzatan bir “pirelik” (cin), sizi içeriye çağırır. Sakın girmeyin... Karşınızda apansız beliren bir görüp, bir yitirdiğiniz, bin bir renkli parlak tüyleri olan kuş aslında bir “kepoz”, bir “bizden iyiler”, bir “şubat karısı”, bir “karakura”dır... Şu, önünüzden salınarak geçen güzel gözlü gelin de biraz önce, yalnız bırakıldığı ve başucuna bir çuvaldız veya bir demir çubuk konmadığı için, bir loğusanın ağzından çekip çıkardığı ciğerini, yemek üzere pınara yıkamaya götüren, bir “al karısı”ndan başka bir şey değildir... O biraz ötenizde gördüğünüz tilki oynar, farenin altınları vardır, kuşlar konuşur, yılanlar geceleri, âşık oldukları güzel gözlü kadınların koyunlarında uyurlar... Pınarların suyu çeşitli hastalıkları iyileştirir; şuracıktaki küçük gölde, âşık olduğu yıldız kızı yitirmenin acısı ve umarsızlıKİTAP SAYI ‘Bu kitapta anlatılan sizin efsanenizdir...’ Muhsine Helimoğlu Yavuz, uzun bir aradan sonra, iki cilt halinde yayımladığı Diyarbakır Efsaneleri’ni bir bütün halinde, tek bir ciltte topladı. Yedi yıl gibi uzun bir zaman zarfına yayılan araştırma ve incelemelerinin ardından Diyarbakır yöresine ait pek çok efsaneyi bire bir gidip yöre insanından dinleyerek kaleme alıyor Yavuz. Muhsine Helimoğlu Yavuz’la aynı zamanda bir kaynak kitap niteliği de taşıyan “Diyarbakır Efsaneleri” üzerine söyleştik… ? Erdem ÖZTOP M uhsine Hanım, Diyarbakır Efsaneleri’ni yeniden ve iki cildi birleştirerek Cumhuriyet Kitapları’ndan yeniden yayımladınız. Kitabınız üzerine yeni açılımlar getirerek, bir kez daha konuşmak istiyoruz. Bu kitabınızın/araştırmanızın yazımına epey önce başlandı. O ilk araştırma sürecini hatırlıyorsunuzdur? Bu araştırma, 19821989 yılları arasında olmak üzere, başlamasından yayımlanmasına kadar yaklaşık bir yedi yılda gerçekleştirildi. Bu süreç, içinde yaşanılan siyasal ortam, yani adına şimdilerde kısaca “12 Eylül” dediğimiz o kara dönem nedeniyle sık sık kesintiye uğradı. Bu dönemin üstüne bir de bölgenin içinde bulunduğu özel koşullar eklenince, araştırmanın da bu kadar uzun ve bir o kadar da çileli bir sürece yayılması kaçınılmaz oldu. Ama ne var ki, çıkılan bu yolun sıra dışılığını ve çetinliğini hemen fark edip, ayağımdaki “kaygısız ve şen sandaletleri” çıkararak “elime demir asa alıp, ayağıma demir çarık” çekmeden ve sırtıma mahkemelerden, sürgünlerden, tehdit ve yıldırmalardan oluşan bir “çile gömleği” giymeden, bu yolun yolcusu olunamayacağını anlamam bir oldu. Anlamamla birlikte de gereğini yaptım ve Diyarbakırlı değerli felsefeci, ozan ve benim de çok sevgili dostum Veysel Öngören’in kitapta da yer alan değerlendirmesinde söylediği gibi, “Verilmek istenmeyeni aldım”... Ayrıca hemen belirtmeliyim ki, bu yalnızca “verilmesi istenmeyen” değil, bir bakıma “alınması da istenmeyen” bu nedenle de ne olursa olsun, bir şekilde engellenmek istenendi... Ama her zaman ve her mekânda olduğu gibi, süreç ne kadar çileli olursa olsun, sonunda “aydınlık” kazandı... Neydi çıkış noktanız? Ya da şöyle sorayım, nereden hareketle Diyarbakır Efsaneleri üzerine araştırma yapmak istediniz? Sizin bu sorunuz üstüne yeniden düşündüm de galiba bu “çıkış noktası”, bende sandığımdan da çok eski bir sürece dayanıyor. Çocukluğuma... Hani Ya şar Kemal “Bir insanın asıl anavatanı çocukluğudur” der ya... Buna yürekten inanıyorum. Bizi sonraki yıllarda şekillendiren koşulların başında çocukluğumuz geliyor. Efsanelerle ilk karşılaşmam küçük belki de çok küçük bir çocukken oldu. “Kanlı Ceviz” efsanesi... Bu bir aile efsanesiydi. Şimdi hâlâ belleğimde yerini koruyan o yaşlı ceviz ağacını, bütün görkemiyle anımsıyorum. İlk çocukluk yıllarımın geçtiği KonyaEreğliAyrancı yılları... Özellikle yazları tatile gittiğimiz, cins atları, büyük yoncalıkları, ekinleri, hayvanları, büyük derenin kenarına kurulmuş olan, annemin kuzeni “Cemilenin Osmanın Çiftliği”nin bulunduğu, eskiden yani imparatorluk döneminde bir “Sancak” olan şimdiki “Divle” köyü. Ve büyük büyük babam “Helim Ağa”nın burada “Sancak Beyi” oluşu... Ve onun hükümlerinin yerine getirildiği uzun çok uzun yıllara direnmiş ve efsaneleşmiş “Kanlı Ceviz”... Ürpertiyle dinlediğim Divle dağlarındaki mağaraların efsaneleri… Ereğli’de lisenin karşısındaki yeşil köşkte oturan Meliha Hala’nın köşkünün çatı katındaki, Çerkez kahyası tarafından vurulan Cemil Efendi’nin kanlı gömleği… Dua ve bedduaları iyi bilen, narin, ince ve suskun bir anneanne, yani “Naime Nenem” ve ânında ağıtlar ve türküler yakabilen bir teyze, yani “Güssün Teyzem”, suskun, güzel ve hüzünlü bir anne... Geniş toprakları olan “Top rak Ağası” bir baba. Babamın şoförü ve kahyası “Sarı Ramazan”, en iyi işçisi Van’dan bir kan davasından kaçıp gelmiş güçlü kuvvetli bir delikanlı olan, Türkçe bilmeyen, yalnızca çalışan ve yanık yanık Kürtçe türküler söyleyen “Kürt Şamil”... Korlaş, Divle, Berendi gibi dağ köylerinden gelen ve sorunlarını çözmesi için evin alt katındaki büyük sofada yan yana, birbirlerine sokularak, sıkışık düzende diz çöküp oturan köylüler. Sırayla sorunlarını anlatışları. Sedirde oturan babamın onları dinleyip onlar adına verdiği kararlar ve hiç sorgusuz sualsiz bu kararları kabul edip tevekkül içinde köylerine dönüşleri. Annemin yardımcıları ile birlikte durup dinlenmeden ve hiçbir bıkkınlık, şikâyet belirtisi göstermeden (Ağa karısı olmanın öğretilmiş ve kabullenilmiş bir davranış biçimi olarak) “kuşaneler”de yani küçük kazanlarda, onlara öğle yemeği hazırlama uğraşları... Köylülerin getirdiği armağanlar... Özellikle bir keresinde bana getirilen ve aklımı başımdan alan kara gözlü küçücük bir kuzu... Sonra evde bakılamaz ve annesinden ayrılamaz açıklamasıyla, geldiği köye geri gönderilişi... Sonra İnönü Döneminde Cumhuriyet Halk Partisi Konya Milletvekili bir büyük dayı: Rasim Erel. Kendime örnek olarak aldığım insanlardan birisi olan çok saygın bir öğretmen dayı, Celal Dayım... Sohbeti, yemeyi, içmeyi seven kalender meşrep, hoş sohbet ve ? SAYFA 16 CUMHURİYET 931