22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
2 18 EKİM 2020 PAZAR gorus@cumhuriyet.com.tr OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Kore’de ne işimiz vardı? İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kore’de komünistlerin egemenliği vardı. Bir süre sonra Amerikalıların desteğiyle iç savaş başladı. Savaş, NATO adına yapılıyordu. Kısa zamanda Amerikalılar ağır bastı ve Güney Kore’de komünizmin sonu geldi. Biz önceleri bu olaylara seyirciydik. Ama 1950 yılında Demokratlar işbaşına gelince Adnan Menderes, Amerika’ya yaranmak için her fırsatı değerlendirmeye başladı. Güneyde NATO kuvvetleri, komünistlerle çarpışıyordu. Tabii dizginler Amerikalıların elindeydi. Menderes hükümeti de NATO’ya katılma umuduyla Kore’ye asker gönderme kararı aldı. Türkiye’de Cumhuriyet kurulduğundan beri ilk kez yurtdışına asker gönderiyorduk. Ben, o tarihlerde Ankara’da, Sarıkışla’da yedek subaylığımı yapıyordum. Kore’ye gönderilecek askerlerin başında bizim Sarıkışla’daki birlik geliyordu. Bu haber, Sarıkışla’da büyük bir heyecan yarattı. Askerlerin çoğu cepheye gönderilmenin telaşı içindeydi. Ama olan olmuştu bir kere. Birkaç gün sonra bizim çocuklarla kucaklaşıp vedalaştık. Artık onlar da cephede silaha sarılacaklardı. Terhis günüm yaklaştığı için ben Kore’ye yollananlar arasında değildim. Cepheye gitmekten kıl payı kurtuldum. Kısa sürede terhis edildim ve Akşam gazetesine geri döndüm. Kore’ye giden erlerden sürekli mektuplar alıyor, onları da Akşam’da yayımlamaya çalışıyordum. İşte o sıralarda Akşam’a yazdığım yazılardan bazı örnekler: Kore yolundan ilk mektup Sevgili ağabeyim, Evvela sonsuz selamlarımı sunar ve her iki elinizden hasretle öperek ulu Tanrı’dan iyi olmanızı dilerim. Size şimdiye kadar mektup yazmak fırsatını bir türlü bulamamıştım. Önce yolculuğumuzun nasıl geçtiğini anlatayım. Biz bildiğiniz gibi eylül ayı, salı günü, Kurban Bayramı’nın 4. günü İskenderun’dan yola çıktık. Yolculuğumuz çok rahat ve neşeli geçiyordu. KızıldenizAden yolu ile bugün Seylan Adası’na geldik. Gemimiz biraz sonra limana girecek. Bu mektubu herhalde şehirden postaya vereceğimi ümit edi1950’de iktidara gelen Menderes hükümeti, ABD’ye yaranma ve NATO’ya katılma umuduyla Kore’ye asker gönderme kararı aldı. Türkiye’de Cumhuriyet kurulduğundan beri ilk kez yurtdışına asker gönderiyorduk. Ben, o tarihlerde yedek subaylığımı yapıyordum. Kore’ye giden er arkadaşlarımdan sürekli mektuplar alıyor, onları yayımlamaya çalışıyordum. yorum. Geçtiğimiz yerler o kadar güzel ve cana yakın ki yazı ile anlatımı güç oluyor. Gündüzleri sahilleri ya da engin deryaları seyrediyor ve yalnız memleketi düşünüyoruz. Geceleri ise hepimiz radyo başına üşüşerek ajans haberlerini dinlemekle vakit geçiriyoruz. Vatanın her köşesi şimdiden gözümüzde tütmeye başladı. Geçen günlerin tatlı anılarını düşündükçe heyecanlanıyoruz. Memlekette geçirdiğimiz zevkli günlerin değerini şimdi daha iyi anlıyoruz. Bizim birlikte iyi şarkı söyleyen arkadaşlarımız var. Boş zamanlarımızda hep beraber oturup şarkılar söylüyoruz. Bizi hiç merak etmeyin, hepimiz sıhhatteyiz. Vatandan ve sevdiklerimizden uzak bulunmaktan başka hiçbir üzüntümüz yok. Mektubumu burada keserken bütün arkadaşlarımın size candan selamlarını sunar, ben de tekrar tekrar hasretle gözlerinizden ve ellerinizden öperim. Bizimkileri görürseniz selam ve hürmetlerimi söyleyin. Onlara da inşallah ileride tafsilatlı mektup yazacağım. Asker kardeşiniz Nazım Çontuğ Kore’de şehit düşen Sedat Bora’nın evinde Bu da başka bir yazımdan parçalar: Dün Kore’den gelen haberlerde şehit düşen dört Türk askerinin adları da vardı. Bunların arasında İstanbul Karagümrük’te oturan Başçavuş Sedat Bora’nın da adı yer alıyordu. Haberi okur okumaz Bora’nın Karabaş Mahallesi’ndeki evine yollandım. İçeriden feryatlar ve hıçkırıklar yükseliyordu. Başçavuşun eşi Nezihe Bora, kocasının şehit düştüğünü daha bir saat önce haber almıştı. Kadıncağızın ağzını bıçak açmıyordu. Kendisini teselli edebilecek bir iki laf aradım, ne söyleyebilirdim ki. Odadaki sessizliği Nezihe Bora bozarak şöyle konuştu: “Zavallı Sedat, demek şehit oldun ha! Artık geri dönmeyeceksin.” Kadıncağız lafını tamamlayamadan hıçkırıklara boğuldu. O sırada odaya şehidin yetim kalan üç çocuğunu getirdiler. Biri 3, biri 5, biri 8 yaşındaydı. Hiçbirinin tek kelime söyleyecek gücü yoktu. Kısa bir süre sonra Nezihe Bora, bana Sedat Bora’dan gelen şu mektubu uzattı: Sevgili karıcığım, Evvela selam eder, hatırınızı sual eder, senin ve çocukların gözlerinden ve yanaklarından öperim. Beni soracak olursanız hamdolsun sıhhatteyim. Sizden ayrı düşmekten başka bir kederim yoktur. Biz ayın 22’sinde Kore’nin Pusan Limanı’na indik. Burada iki gün kaldıktan sonra trenle 100 kilometrelik bir yolculuk yaparak Taegu denilen bir yere geldik. Burada kışladayız. Yarın ya da öbür gün Kore’nin başkenti Seul’e doğru yola çıkacağız. Burası çok soğuk. Yolculuk sırasında 22 gün deniz üzerinde kaldık. Ekvator’un kızgın güneşi altında yandıktan sonra Kuzey’e yol aldık. Bana resim göndermeyi unutma ve ayrıntılarıyla her şeyi yaz. Çocuklar beni arıyor mu? Benim tarafımdan onları gözlerinden öp. Senden tek isteğim bu. Annemin, benim kusurlarımı affetmesini ve bana olan hakkını helal etmesini istirham ederim. Mektubuma burada nihayet verirken büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim. Sedat Bora O dönemde basın ve gerçeği bilmeyen insanlar, Kore’deki başarılarımızla övünüyorlardı. Gazeteler kahramanlık hikâyeleriyle doluydu. Oysa Kore’ye gidenlerin aileleri endişeler içindeydi. Ya gidenler geri dönmezse... Halkın moralini bozmamak için bu endişeler basına hiç yansımıyordu. Ateş düştüğü yeri yakıyordu. Kore’ye asker gönderenler “Yeni bir tarih yazıyoruz” diye kendilerine bu olaydan pay çıkarıyorlardı. Bir yanda iktidar ve yandaşları, öte yanda bu maceraların bedelini ödeyenler... Yves Montand, bir zamanlar çok popüler olan bir şarkısında şöyle diyordu: Cepheye giderken asker savaştan mareşallik asasıyla döneceğini ümit eder. Oysa dönüşte sırt çantasında yalnız birkaç parça kirli çamaşır vardır. Bizde de saz şairleri, “Yemen’e gidene ağlıyor kızlar” diye haykırmamışlar mı? Yine o günlerde Akşam’da şöyle bir yazı yazmıştım: Sarıkışla’nın kapısı Bir haftadan beri Sarıkışla’nın önü ana baba günü. Her gün oraya insanlar yığılıyor. Kimi kardeşini arıyor, kimi oğlunu, kimi kocasını... l Hemşerim bizim Mustafa’yı gördün mü? l Kim senin Mustafa kardeşim? l Canım Çerkeş’ten Mustafa yok mu? l Vallahi, bilmem ki. Burada asker çok! Başında yağlı bir kasket, ayağında potur, seyrek sakallı yaşlı bir köylünün yanına yaklaşıp soruyorum: l Oğlunu mu görmeye geldin? Evet, ama bulamıyorum bir türlü. Öte yandan Kore’ye gidecek erlerden biri gebe karısını teselli etmeye çalışıyor, “Her harbe giden ölür mü sanırsın. Gidip geleceğim elbette. Şimdi sıra bizde” diyordu. Ağaçların altında küme küme insanlar. Oturmuş dertleşiyorlardı: “Anamı, babamı, çocuklarımı sen teselli et. Sakın üzülmesinler. Vatan vazifesi neyse onu yapacağım. Sonra da sağ salim döneceğim inşallah.” Başka bir ere de hemşerisi orada kaç lira aylık alacaklarını soruyor. Yanıt şu: “Parayı ben ne yapacağım hemşerim? Ben ticaret yapmaya gelmedim. Gözüm parada değil. Öl derlerse ölürüm, işte o kadar!” Bir ara Etlik Caddesi üzerinden sesler geliyordu: “Kore Harbi’ni yazıyor! Kore’ye gidecek askerleri yazıyor!” Başka bir çocuk da şöyle bağırıyordu: “Yeni çıkan Kore Destanı beş kuruş!” İşte Kore Savaşı’ndan buruk anılar... Prof. Ayşe Buğra’nın kamuoyuna ve politikacılara seslenişi! Sevgili okurlarımın gözünden kaçmamıştır: Ergenekon, Balyoz, OdaTV, Casusluk gibi skandal davalarla ünlü “Birinci Silivri Trajedisi” zamanından beri, kamuoyunun haksızlık ve hukuksuzlukları kanıksamaması için, Pazar günleri bunlara değinen yazılar yazmaya çalışıyorum. FETÖ tasfiye edildikten sonra, ne yazık ki benzer yöntemlerin kullanıldığı “İkinci Silivri Trajedisi” dönemine girildi. HHH Bugün, 12 Ekim 2020 tarihli basın toplantısında Osman Kavala’nın eşi Prof. Ayşe Buğra’nın yaptığı konuşmanın tam metnini, medyada yeterince yer almadığını düşündüğüm için, yorumsuz olarak buraya aktarıyorum: “Konuyla ilgilenenlerin çoğunun bildiği gibi, eşim Osman Kavala 18 Ekim 2017 tarihinden beri dört duvar arasında özgürlüğünden yoksun olarak yaşıyor. Bu süre içinde kendisine ceza kanununun üç ayrı maddesiyle ilgili suçlamalar yöneltildi. Bunlardan birinden beraat etti. İkincisinden tutuklandıktan sonra tahliye edilip sonra yeniden tutuklanıp sonra yeniden tahliye edildi ve şimdi bu suçlamayla geçen perşembe günü çıkan iddianamede tekrar karşılaşıyoruz ama bu sefer buna bir de üçüncü suçlama (casusluk suçlaması) eklenmiş durumda. Karşılaştığımız durumun niteliğinin anlaşılması için, herkesin son iddianameyi okumasını isterdim. 64 sayfalık bir metnin okunmasının zor olduğu düşünülebilir, ama o kadar zor değil. Metinde pek çok siyasi tahlil ve pek çok tekrar var. Tahlil ve tekrarlar çıktıktan sonra, ortada makul şüphe zemini oluşturabilecek bir bilgi ve belge olup olmadığını okuyanlar takdir edebilir. Bir hukuk devletinde böyle bir iddianamenin hazırlanması mümkün müdür, değil midir okuyanlar bunu takdir edebilir. Bu süreç içinde, bizim neler yaşadığımız da tahmin edilebilir. Ama ben bütün bunların eşim için, benim için ve ailemiz için ne anlama geldiğinin bir kere daha düşünülmesini isterdim. Tutukluluğun AİHM’nin haksız tutukluluk kararı verip derhal tahliye talep etmesinden sonra hâlâ sürmesinin bizi nasıl etkilediği üzerine düşünülmesini isterdim. Bir insanın, beraat ettiği gün eşyalarını toplayıp, evine dönmek için hazırlanıp yola çıktıktan sonra yoldan çevrilmesi ve tekrar tutuklanarak cezaevine götürülmesinin nasıl bir şey olduğunun düşünülmesini isterdim. Anayasa Mahkemesi’nin, bizim haksız tutukluluk başvurumuzu toplantı gündemine aldıktan sonra, başvurumuzla ilgili gündem maddesini tartışmayı ertelediğini toplantının yapıldığı gün duymak nasıl bir şeydi, bunun düşünülmesini isterdim. Bu AYM toplantısının ve erteleme kararının, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin AİHM kararının uygulanmaması halinde konuyla ilgili atılacak adımları tartıştığı ikinci toplantısıyla aynı güne rastladığının da hatırlanmasını isterdim. Casusluk gibi bir suçlamanın, bir insan için ve onun ailesi için ne demek olduğunun, bunun üzerimizde nasıl bir etki yaptığının da düşünülmesini isterdim. Türkiye’de yargının işleyişiyle ilgili sorunlar her gün tartışılıyor, haksızlığa uğrayan ve mağdur olanlar bizden ibaret değil. Bunu biliyorum. Ama eşimin başına gelenler, onun kendisine uygun bir suç aranırken üç yıl boyunca tutuklu olarak cezaevinde kalması, Türkiye’de ve Türkiye dışında pek çok insanın dikkatini çeken özel bir durum oluşturmuş durumda. Bu özel durum karşısında, maalesef, artık bağımsız bir yargı sürecinin normal işleyişiyle karşı karşıya olduğumuza inanmam çok zor. Eşimin, benim ve eşimin 94 yaşındaki annesinin düpedüz işkenceye maruz kaldığını düşünüyorum. Bir yandan da hepimizin çok iyi bildiği ‘adalet mülkün temelidir’, yani ‘devletin temeli adalettir’ cümlesi sık sık aklıma geliyor. Bu durumda, bu memleketin bir vatandaşı olarak, sadece basının ve kamuoyunun duyarlılığına değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bizleri temsil eden milletin vekillerine seslenmek ihtiyacını duyuyorum. Merhamet talebiyle değil, adalet talebiyle, devletin temeli olan adalet talebiyle, Adalet ve Kalkınma Partisi başta olmak üzere, Meclis’teki bütün partilere mensup milletvekillerine seslenmek istiyorum. Ama aynı zamanda, halkın yararına siyaset yapmak isteyenler için çok önemli olduğunu düşündüğüm empati duygularına da seslenmek istiyorum. Benim ve eşimin, oğlunu artık göremeyeceğini düşünen annesinin durumunun, milletvekillerini ve siyasetle uğraşan herkesi, özellikle de hangi partiden olursa olsun bütün kadın siyasetçileri ilgilendirmesi gerektirdiğini zannediyorum. Burada bu konuşmayı yaparken çok zorlanıyorum. Çok zorlanıyorum çünkü biz evrensel hukuk normlarından ve yasalardan bahsederken, artık karşımızda bize durumumuzun bunlara uygun olduğunu anlatmaya çalışan kimse kalmadığını düşünmeye başladım. Artık kimse bize yalan söylemek lüzumunu bile hissetmiyor diye düşünmeye başladım... Katıldığınız ve bizi dinlediğiniz için teşekkür ederim.” 1117 EKİM l Yerel mahkemenin hukuk dışına çıkarak AYM’nin Enis Berberoğlu kararına direnmesinin ardından AYM üyesi Engin Yıldırım’ın “Işıklar yanıyor” paylaşımında bulunması tartışma yarattı. Hem iktidar hem muhalefet tepki gösterdi. l MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “kapatılsın” çağrısı ile başlayan Türk Tabipleri Birliği (TBB) tartışması, Şebnem Korur Fincancı’nın TTB başkanı seçilmesi ile yeniden alevlendi. Bahçeli, çağrısını yinelerken Erdoğan, meslek örgütlerine yönelik düzenleme sinyali verdi. l Türkiye, eylül ayında “diplomasiye fırsat tanımak için” ara verildiğini açıklanan Oruç Reis gemisinin sismik araştırma faaliyetine, 1 aylık bekleyişin ardından devam etme kararı aldı. Oruç Reis, Meis ve Rodos adalarına yakın bir alanda 22 Ekim’e kadar sismik araştırma faaliyeti yürütecek. l 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Genelkurmay Başkanlığı karargahında yaşanan olaylara ilişkin sözde “Yurtta Sulh Konseyi” üyelerinin de aralarında bulunduğu 224 sanıklı “çatı davası” kararları istinaf tarafından onandı. l Ermenistan, Azerbaycan’daki sivil hedefleri vurmaya devam etti. Milli Savunma Bakanlığı (MSB), Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nden (GKRY) bir korgeneralin Ermenistan’da Ermeni milisleri ile bölgeye getirilen yabancı paralı savaşçılara eğitim verdiğini duyurdu. l Fransa ve Almanya, Türkiye’yi, Doğu Akdeniz’deki faaliyetleri nedeniyle “Avrupa Birliği’ni provoke etmeyi sürdürmekle” suçladı ve tutumunu netleştirmesi için bir hafta süre verdi. l Kırgızistan’da Cumhurbaşkanı Sooronbay Ceenbekov görevinden istifa etti. Ceenbekov, kendisi için ülkede barış ve vatandaşların güvenliğinden daha değerli bir şey olmadığını belirtti.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear