02 Haziran 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
2 4 NİSAN 2019 PERŞEMBE [email protected] TASARIM: SERPİL ÜNAY OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Doğa harikası Salda Gölü, aynı Karadeniz yaylalarında olduğu gibi tehlike altında Türkiye’nin Maldivler’i Salda Gölü gitti gider DURSUN UTKU / Eğitimci Maldivler (Maldiv Cumhuriyeti), Hint Okyanusu’nda 1200 adadan oluşan bir devlet. Nüfusu 436 bin Özellikle balayı çiftlerinin gittiği dünyanın gözde mekânlarından. Salda Gölü’nün kıyıdan başlayarak renkleri; açık mavi, turkuvaz yeşili, mavi, koyu mavi, lacivert olarak halka halka uzanır. Güneş ışınlarının eğimine göre halkalar kısa aralıklarla renk değiştirir. Havanın güneşli ya da bulutlu oluşu, günün sabah, öğle, akşam gibi farklı zamanları suyun renklerinin değişik görünümüne neden olur. Gölün çevresindeki kumsal beyaz renklidir. Maldiv Adaları’ndaki denizin ve kıyılardaki kumsalın rengi de aynen Salda Gölü gibidir. O nedenle Salda Gölü Türkiye’nin Maldivler’i olarak anılır. Dünyada bunların bir başka benzeri daha yoktur. Son yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararıyla Salda Gölü Özel Çevre Koruma Bölgesi belirlendi. Bu kararla gölle birlikte yaklaşık 295 kilometrekarelik alan koruma altına alınacak. Bu alanın genişliğini şöyle tanımlayalım. Göl alanı 44 kilometrekare olduğuna göre, gölün 6.7 kat, yani aşağı yukarı 7 kat büyüklüğünde bir bölge koruma alanındadır. Çevreyi tanıyanlar bilirler. Gölün 7 kat büyüklüğündeki alanın içine, Salda, Doğanbaba, Kayadibi ve Yeşilova’nın tarlalarının ve çevredeki orman alanlarının önemli kesimi girecektir. Başlangıçta, göl kenarına millet çay bahçesi yapacağız, çevrenin temizliğini sağlayacağız, tuvalet vb. ihtiyaçlarını çözümleyeceğiz diye işe girişilmişti. Şimdi elimizi şakağımıza koyup düşünelim. Bu kadar geniş alana hangi çay bahçesi yapılır? Bu devasa bahçede kaç milyon insanın çay içip kek yiyeceği hesaplanmaktadır? Uygulama nasıl gerçekleşiyor? Karadeniz yaylaları, yeşilin her tonu Cumhuriyet tarihi boyunca kurulan tüm fabrikalar gitti, bankalar, limanlar ve saymakla bitmeyen değerler ve en son Tank Palet Fabrikası elden çıkarıldı. Bu değerler nereye gittiyse dünyanın en önemli doğa harikasından biri olan Salda Gölü ve çevresi de oraya gidecektir. Burdur’un Yeşilova ilçesinde bulunan Salda Gölü, son dönemde yerli ve yabancı turistlerin ilgisini fazlasıyla çekmiş durumda. nun buluştuğu eşsiz güzellikte ve el değmemiş bölgelerdir. Çevre insanı hayvanlarıyla birlikte yazlarını buralarda geçirir. Birkaç yıl önce yayla yolu söylentisi ortaya atıldı. Batıdan doğuya yaylalar güzel yollarla birbirine bağlanacak, buraların ulaşımı kolaylaştırılacaktı. Köylüler istemese, dirense de dozerlerin gücüne yenildiler, yollar açıldı. Önce Uzungöl yağmadan payını aldı. Gölün çevresi beton yapılarla çevrildi. Bugün Uzungöl’e giden Karadenizliler ağlayarak dönüyorlar. Uzungöl bitirildi. Yaylalar ulaşıma açılınca zengin Arapların gözdesi oldu. Güzelim yaylalar bugün Arapların elinde.  Doğunun en bereketli ovası Iğdır’daki tarım alanlarının önemli bölümü İsraillilerin eline geçti. Türkiye’nin en bereketli tarım alanlarından olan Trakya’nın topraklarının yabancılarca satın alındığı bil diriliyor.  Gelelim Salda Gölü Özel Çevre Koruma Bölgesi’ne. Rant sözcüğünü beynimizin en derinliklerine yerleştirelim ve hep aklımızda tutalım. Gölün 7 kat büyüklüğünde ve birkaç köyü içine alacak bu koruma bölgesi neyin nesi?  Efendim, mevcut yapıları koruyacağız, ruhsatlılar dokunulmayacak, köylüler bedava çay, kek yiyecek, turizm gelişecek ve bundan çevre insanı pay alacak, cak... cak... cak... Geçiniz efendiler. Cumhuriyet tarihi boyunca kurulan tüm fabrikalar gitti, bankalar, limanlar, Telekom, Cumhuriyet’le yaşıt Sümerbank, Tekel, Türkiye Petrolleri, Aliağa Rafinerisi ve saymakla bitmez değerler ve en son Tank Palet Fabrikası elden çıkarıldı. Bu değerler nereye gittiyse dünyanın en önemli doğa harikasından biri olan Salda Gölü ve çevresi de oraya gidecektir. İşler nasıl gelişebilir? Daha önce örneklerini gördük. Yayımlanacak bir kararla önce koruma bölgesindeki kamu taşınmazları Çevre ve Orman Bakanlığı’na devredilir. Ardından yeni bir kararla (bu kararların itirazı temyizi yoktur) özel mülkiyetteki mallar Çevre ve Orman Bakanlığı’na geçer. Buralara Bakanlık çam fidanı dikecek değil herhalde. Karadeniz yaylalarının başına gelenler bölgemizin başına gelir. Gözde yerlere zengin turistler için çok yıldızlı oteller yapılır. Kalan 250 kilometrekarelik alan Araplara yakışır şekilde parsellenir ve getirecekleri uçaklar dolusu dolarların karşılığı olarak onlara devredilir. Köylülerimiz gene köylerinde kalmaya devam ederler mi bilemem. O turkuvaz yeşili gölümüzün, dağlarımızın, ormanlarımızın dört karısı, yirmi çocuğunu arkasına takıp gezdiren petrol zengini Arapların eline geçmesinden gerçekten korkuyorum. Beka meselesine gelirsek  İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine kadar dünyada İsrail diye bir devlet yoktu. Dünya savaşının galipleri Ortadoğu’yu, sınırlarını cetvelle çizerek devletlere böldüler. Ortadoğu orada yaşayanlara bırakılmayacak kadar zengin yeraltı kaynaklarına sahip. Galip güçler egemenlik alanlarını kendi aralarında belirlediler. Ancak, bölge halklarını kımıldatmayacak, sürekli onların kafasına sopa indirecek bir asayiş gücüne, jandarmaya ihtiyaç vardı. İsrail Devleti bu ihtiyaçtan doğdu. Dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahudilere, emperyalist güçler “Kudüs ve çevresi sizin kutsal topraklarınızdır, Yahudilik orada doğmuştur. Oralar sizin tarihten gelen hakkınızdır” dediler. Bir de Milletler Cemiyeti’nden bu yönde karar çıkarttılar. Yahudiler gittikleri her yerde ticaretle uğraşırlar. Zengin insanlardır. Dünyanın her yanından gruplar halinde Doğu Akdeniz kıyılarına göç ettiler. Yerli Arapların topraklarına iyi paralar ödeyerek satın aldılar. Akdeniz’den Kudüs’e kadar olan bölge hiç silah patlatılmadan ellerine geçti. Böylece nur topu gibi bir İsrail Devleti doğdu. Bu söylenenler çok eskide değil 70 yıl kadar önce 1948’lerde yaşandı. Son zamanlarda “beka meselesi” ortaya çıktı.  Ülkemin toprakları yabancıların ellerine geçtikçe ve İsrail’in kuruluşu aklıma geldikçe BEKA sözcüğünden ürker oldum. Gerçekten ülkem bir beka (kalıcılık, ölmezlik) sorunuyla karşı karşıya mı? Öğrenilmiş çaresizlik ve İmamoğlu! Öğrenilmiş çaresizlik, kısaca “Belli bir durumda ‘Ne yaparsan yap, başaramayacaksın’ inancının egemenliğidir.” İnsanın bizzat kendisinin sonuç vermeyen çabaları sonunda veya başkalarının başarısızlıklarına bakarak vardığı bir “vazgeçme” tutum ve davranışıdır. Özellikle otoriter yönetimler, toplumları polis baskısı altında tutarak, emirlerine aldıkları yargıyı bir sopa olarak kullanarak, sürekli kendilerinin kazandığı sahte seçimler düzenleyerek, halklarına, kendilerinden kurtulmanın olanaksız olduğunu öğretirler ya da öğretmeye çalışırlar. “Öğretirler, ya da öğretmeye çalışırlar” diyorum, çünkü hangi otoriter yönetim, ne denli etkili “öğrenilmiş çaresizlik” yöntemleriyle halkını eğitmeye çalışsa da, tarih her otoriter ve totaliler yönetimin mutlaka bir gün sona erdiğini gösteren sonsuz örneklerle doludur; dolayısıyla her halkın, her zaman, baskıcı bir iktidara süresiz boyun eğmesi olanaklı değildir. HHH Bu satırları: “Ne yaparsanız yapın iktidar Ankara ve İstanbul’u vermez” diyenlere karşı... “Oy vermeyin, bu seçimler ancak iktidarın büyük kentlerdeki egemenliklerinin meşrulaştırılması anlamına gelecektir” diyenlere karşı... “Bu seçmen yapısı böyle oldukça, bu iktidar gitmez” diyenlere karşı... Yazıyorum. HHH “Öğrenilmiş çaresizlik kavra mı nerden çıkmış” diye merak edenler, Seligman’ın köpekler deneyini veya ünlü muza ulaşmaya çalıştıklarında basınçlı suyla cezalandırılan 5 maymun öyküsünü okusunlar. HHH Eskiden ilkokul ders kitaplarımızdan birinde, bir okuma parçası olarak derin bir süt kabına düşen iki kurbağanın öyküsü yer alırdı: Özet olarak, sıçrayarak kabın içinden dışarı fırlayamayan kurbağalardan biri umutsuzluk içinde kendini bırakır, boğulup ölür. Sürekli çabalayan öteki kurbağa ise, el ve ayak hareketleri ile sütü çalkalayarak tereyağına dönüştürür ve onun üzerine çıkarak boğulmaktan kurtulur. HHH Gelişmemiş, gelişmekte olan ve hatta gelişmiş ülkelerde bile demokrasi “Gökten zembille inmez, inmemiştir”... Uzun çabalar, mücadeleler sonunda, büyük özverilerle kurulmuş dahi olsa, “kendiliğinden” de devam etmez: Sürekli olarak kollanması, korunması, yenilenmesi, geliştirilmesi gerekir. Demokrasinin en büyük düşmanı öğrenilmiş çaresizlik ve biat kültürüdür. EKREM İMAMOĞLU BU KÜLTÜRE BAŞKALDIRMIŞ, BAŞKALDIRAN SEÇMENLERİN DESTEĞİYLE DE BAŞARIYA ULAŞMIŞTIR. BAŞARI, DİNİ, MEZHEBİ, ETNİK KÖKENİ NE OLURSA OLSUN, BIKMADAN, USANMADAN, DEMOKRASİ İÇİN DİRENENLERİNDİR! Gizli laiklik! Çağatay Güler Çok eskiden, kimi Ortadoğu ülkelerinde; yabancı hanedan üyelerinin, devlet büyüklüklerin, yazar ve bilim adamlarının “gizli Müslüman” olduğu söylentileri kulaktan kulağa fısıldanır, sonunda tarihi bir gerçekmiş gibi benimsenirdi. Bu hanedanların başında İngiliz ve Alman hanedanları gelirdi. Bazı kaynaklar bu yaklaşımın 20 Mayıs 1919 tarihinde kurulan İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ne kadar uzandığı kanısındadır. Osmanlı Devleti için İngiliz mandası isteyen bu cemiyetin üyeleri arasında, Tanrı taksiratlarını affetsin Osmanlı Padişahı ve Halîfei Ruyi Zemîn (Yeryüzünün halifesi) unvanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nâzırı olan Ali Kemal ile Sait Molla bulunuyordu. Başkanı Rahip Frew idi. Gizli Müslümanlık olayı bazı ülkelerde kimi laiklerin konuyu istismar etmesine uygun bir zemin oluşturdu ve “gizli laikliğe” kaymaya başladılar. Bunların bazıları laiklikle bağdaşmayan işler yapmakla “maruf” üst düzey yöneticilik kadrolarına atandıklarında, muhterem sanal ve sanal olmayan medya organları satır altlarında “durumun kontrol altında olduğunu, bu kişilerin aslında gizli laik olduklarını” ima eden ifadeler kullandılar. Laik olarak ta nımlanan kesimler, artık laiklikle bağdaşmayan uygulamaların durdurulacağı umuduna kapılarak daha büyük bir hevesle birbirlerini karalama işine döndüler. Gizli laikler atandıkları makamda eskiden ne yapılıyorsa on katını yapmalarına rağmen büyük bir anlayışla karşılandılar. Yaptıklarına tepki gösterenler ise “Ne yapsınlar yani, aslında laik olduklarını açık mı etsinler?” diye susturulmaktadır. “Söz geçiremiyorsa istifa etsin” diyenlere ise “O istifa etsin de göreve laik olmayan biri mi gelsin” biçiminde tepki gösterilmektedir. Onları bu görevlere atayanlar ise, emredilenleri sessiz sedasız, herhangi bir tepki yaratmadan, tereyağından kıl çeker gibi yerine getiren gizli laiklerden çok hoşlandıklarından sırtlarını sıvazlamaktan geri durmadılar. Ben haber kaynaklarımın yalancısıyım, kendi aralarında “bu adam sayesinde yakında kızlarla oğlanların aynı kaldırımda yürümelerini hatta aynı havayı soluyabilmelerini bile yasaklayabileceğiz” diyorlarmış. Gizli laiklerin sağladıkları avantajlara gıpta eden diğer bazı laiklerin peyderpey gizli laikliğe kaymaya başladıkları “değerlendirilmekte”. Bu gidişle laikliğe zarar verilmesini önlemek isteyen ülkelerin “gizli dinci” yetiştirmekten başka çareleri kalmayacaktır. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear