02 Haziran 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
KÜLTÜR EDİTÖR: ÖZNUR OĞRAŞ ÇOLAK TASARIM: ŞÜKRAN İŞCAN [email protected] 134 NİSAN 2019 PERŞEMBE Sanat ve cinayet...‘KızılNehirler’,‘Kurtlarİmparatorluğu’ve‘Kaiken’gibiromanlarınyazarıGrangéilesöyleştik EMRAH KOLUKISA Son 20 yılın en popüler polisiye romanlarından bazılarına imza atmış Fransız yazar Jean Christophe Grangé en yeni romanının Fransa’da piyasaya çıkmasından bir hafta önce, dilimize yeni çevrilen bir önceki romanını tanıtmak için İstanbul’daydı. “Ölüler Diyarı” adlı romanda Goya’nın tablolarından ilhamla seri cinayetler işleyen bir katilin karanlık dünyasına davet ediyor Grangé okurlarını ve onları sadomazo ilişlikerin yaşandığı, striptiz kulüplerinin ve porno piyasasının dekorunu oluşturduğu bir yeraltı aleminde tekinsiz bir gezintiye çıkarıyor. Boğaz kıyısındaki otelinde bir araya geldiğimiz ünlü yazara ilk sorumuz da romanın bu karanlık dünyasına ilişkin oluyor elbette. n “Ölüler Diyarı”nın baş kişisi olan komiser Corso bir striptiz kulübünde işlenen bir cinayeti araştırmaya başlıyor ve kendisini porno dünyasının, sadomazo ilişkilerin içinde buluyor. Bu çevre, bu temalar neden ilginizi çekti, oradan başlayalım mı? Bence polisiye romanlar yeni bir ülkeyi ya da bir çevreyi, alanı tanımak, içine girmek için güzel bir fırsat. Buradaki alan özellikle benim ilgimi çekiyordu ama öte yandan arzunun hüküm sürdüğü ve çoğunlukla ölümcül olan bu ortamlarla, bu bir çeşit orman gibi tarif edebileceğim yerde gizlenen katil arasında ilginç, sanatsal bir bağ olduğunu düşünüyordum. Yani uçlarda da olsa yaşanan bir aşk var ve bir anda ölüm çıkageliyor. n Kitaptaki katilin Goya’nın tablolarından ilham aldığını öğreniyoruz bir noktada. Bu da kurguda sanata dair bir derinleşme getiriyor ve cinayetle sanat arasında bir bağ kuruluyor sanki. Nasıl yorumluyorsunuz bu ilişkiyi? Burada porno oyuncularını, fuhuş yapanları, uyuşturucu müptelalarını resmeden bir ressam var ve bu da aslında köklü bir Fransız geleneği sayılabilecek bir şeyi, sanatın en aşağılardan geldiği düşüncesini temsil ediyor. Fransa’nın en popüler yazarlarından Jean Christophe Grangé son romanının tanıtımı için İstanbul’daydı. Yazarla sanat, cinayet ve suçun psikolojsi ekseninde keyifli bir söyleşi yaptık KURTULUŞ ARI Fransız yazar Jean Christophe Grangé ile Boğaz kıyısındaki otelinde buluştuk... En aşağılardan yani toplumun en alt tabakasından, en kirli bölümünden... 19. yüzyılda Fransa’da bütün şairler, ressamlar ilhamlarını böyle yerlerde, batakhanelerde ararlardı. Kitaptaki ressam karakter de günümüzde buna benzer bir şeyi yapıyor aslında. Bu da tabii bir polisiye yazarı için çok ilginç zira polisiye yazarı da esasında insanın en alt tabakalarına, en tekinsiz dehlizlerine iner ve buradan bir sanat eseri çıkarmaya çalışır. Ve bu kitapta, evet, sanat ve suç arasında bir bağ var. Katil Goya’dan ilham alıyor ve tablolarda da insan kanı olduğunu anlıyoruz. n Nasıl bir araştırma yaptınız bu roman için? Bu kitapta biraz kopya çektim diyebilirim. Buradaki çevreleri, buradaki aktiviteleri Fransa’da değil de Japonya’da gözlemledim. Japonya biraz ilginçtir bu konuda, orada neredeyse hiçbir şey ahlaksızlık olarak ni telenmez, tukaka edilmez, tabuları yok gibidir. Yani orada gördüğüm şeyleri ben sonra Fransa’ya uyarladım. Ben bunları kurguda, sanatta çok ilgniç buluyorum ama gerçek hayatta değil elbette. n Suç kavramını nasıl tanımlıyorsunuz peki, bir polisiye yazarı olarak? Ben Freud’un teorilerine yakın hissederim kendimi. Bu yüzden suç konusunda da her bireyin kendi kişisel tarihinden gelen bir şeyler olduğuna ve suçun kişinin ruhundan kaynaklanan, iç dünyasıyla alakalı, mahrem bir şey olduğuna inanırım. Örneğin Fransa’da şiddet gören kadınların halkın fakir tabakasında yaşadığı sanılır. Oysa bu tamamen yanlış, toplumun her tabakasında kadına karşı şiddet var. Yani ben suçla ilgili sosyokültürel bir açıklama yapmak, örneğin fakirlik gibi bir sebep öne sürerek determinist bir şeklide yaklaşmak yerine her bireyin yaşadığı öznel deneyimlere öncelik tanırım. Fransa’da polisiye roman yazmaya başladığım yıllarda çoğunlukla sosyolojik yönelimli romanlar yazılırdı. Polisye roman yazarları ekseri sol görüşlü insanlardı ve ilk romanım “Leyleklerin Uçuşu” aslında bir hayli yenilikçiydi. Romandaki karakteri dünyanın farklı bölgelerinde dolaştırıp da oralarda yaşanan fakirliği, adaletsizliği ve benzer konulardaki klişeleri Ülkücü mafya Fransa’da çok ilgi çekti n Çok sorulmuştur muhakkak, bir bölümü Türkiye’de de geçen ve Bozkurtlar arasında geçen “Kurtlar İmparatorluğu” bizim için ayrı bir önem taşıyor elbette. neden bu konuyu seçtiniz? Her şeyden önce Fransa’da hemen hiöç bilinmeyen bir konuydu. gazetecilikten gelen bir alışkanlık, okurun ilgisini çekebilmek için hep değişik meseleler, bilinmedik olaylar seçersiniz. Bu konuyu seçmemin önemli bir sebebi de buydu. Sizin için tanıdık belki ama Fransa’da birisine adına Bozkurt/Ülkücü denen bir Türk mafyası var dediğinizde çok ilgi çeker. Ama o dönemde bana kitabın tanıtımı için Türkiye’ye gelmemem, hatta uzak durmam tavsiye edildi. yazmamak bir yenilikti aslında. Ama ben kendi hayatımda da böyleyim, insan psikolojisi hep sosyolojiden daha önemli benim için. n Polisiye yazarlar daha çok bir detektif ya da detektif rolü üstlenen bir karakter yaratıp, o karakter üzerinden üst üste romanlar yazarlar. Conan Doyle’un Sherlock Holmes’u, Raymond Chandler’ın Philip Marlowe’u ya da Jo Nesbo’nun Harry Hole’u gibi. Bu sizin pek itibar etmediğiniz bir yöntem. Neden? Uzun bir süre, her roman için farklı bir karakter, yeni bir kahraman yaratmanın daha iyi olacağını düşündüm. Her biri için bir profil, bir geçmiş yaratmak ve romandaki suçla ilgili o karakterle doğrudan bağ kuracak bir kurgu oluşturmak benim hep tercih ettiğim yöntem oldu. Ama kısa süre önce bu konudaki fikrimi değiştirdim. Geçen yıl “Kızıl Nehirler” adlı romanımdan hareketle bir TV dizisi çekildi ve orada ilk kez bir karakterimi yeniden ele aldım. Dizideki karakter dört farklı cinayet soruşturması yapıyordu (ikişer bölüm süren dört maceradan oluşuyordu dizi) ve ben bir anda bunların her birinden güzel bir roman çıkabileceğini fark ettim. Bu dört soruşturmayı romanlaştırmaya karar verdim sonuç olarak. Ayrıca bir karakterin farklı olaylar, farklı hikâyeler boyunca geçirdiği değişimleri irdelemek de çok ilginç geldi bana. Üstelik daha da kolay açıkçası. Tilbe Saran Sabahattin Ali’nin hikâyeleri İş Sanat’ta: Bu Dünya Böyledir İşte! Sabahattin Ali (19071948), kırsal kesim insanının çaresizliğini, içine düştüğü trajikomik durumu, ironik ve yalın bir dille anlattığı dört hikâyesiyle 8 Nisan saat 20.30’da İş Sanat’ta seyirciyle buluşuyor. “Bu Dünya Böyledir İşte!” adlı dinletide, Sabahattin Ali’nin “Katil Osman”, “Ayran”, “Kafa Kâğıdı” ve “İki Kadın” adlı hikâyeleri, eski bir radyo kayıt stüdyosunun canlandırıldığı sah Akbank Sanat’ta Woody Allen filmi Akbank Sanat’ın dikkat çeken ve yoğun ilgi gören “Sinemada İnsanlık Halleri” başlıklı Sinema Psikiyatri Seminerleri serisi nisan ayında da devam ediyor. 10 Nisan’da Woody Allen’ın “Paris’te Gece Yarısı” filminin gösterimi ile başlayacak etkinlik, “Merak: Kentlerdeki Yaşam Merakı” başlığı altında Melis Zararsız, Dr. Serpil Vargel ve Dr. Hakan Karaş’ın katılımıyla gerçekleşecek tartışma ile devam edecek. l Kültür Servisi ne düzeninde müzikle birlikte seslendiriliyor. Atilla Birkiye’nin metinlerini düzenlediği, Mehmet Birkiye’nin sahneye uyarladığı dinletinin müzik direktörlüğünü Serdar Yalçın üstleniyor. Tilbe Saran, Metin Belgin, Bülent Emin Yarar ve Hakan Gerçek’in hikâyeleri seslendireceği bu özel dinletide Seda Şubaşı keman ve Şemsa İdil Ural çello çalacak. l Kültür Servisi bomontiada’da iki yeni film... Yapı Kredi bomontiada’nın Başka Sinema işbirliği ile sürdürdüğü sinema günleri bugün (20.30), yönetmen Christian Petzold’un kurgusu ve hikâyesiyle dikkat çeken “Transit” filmi ile devam ediyor. Belçikalı yönetmen Felix Van Groeningen’in “Beautiful Boy”u ise 7 Nisan Pazar (17.00) günü izlenebilir. l Kültür Servisi Onlar ki... Onlar ki, şu yerel seçimlere, haksız rekabetin bugüne dek görülmemiş ağırlığı altında ezilerek girdiler... Karada, havada, suda ve medyada sesleri duyulmasın, suretleri görülmesin diye her şey ama her şey yapıldı... Onlar ki yalanların ve iftiraların ve suçlamaların hedefine konuldu... Onlar ki, tehdit edildi, “vatan haini” ilan edildi, haklarında idam fermanı verildi... Onlar ki, korkmadı, yılmadı, sadece çalıştı, çalıştı, çalıştı... Onlar ki nefretin karşısına sevgiyi; düşmanlığın karşısına dayanışmayı; kutuplaşmanın karşısına anlaşmayı; ayırımcılığın karşısına bütünleşmeyi koydular... Onlar ki horlayan, küçük gören, azarlayan, suçlayan öfkenin dilini değil; okşayan, teselli eden, sarıp sarmalayan bir yumuşak dili benimsediler... Onlar ki gerilimden, kavgadan değil; vicdanlara seslenmekten medet umdular... Vicdanın sesi oldular... Onlar ki Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e inancı tazelediler. Onlar ki, bu Cumhuriyetin bekası şahısların bekası değildir; bu Cumhuriyetin bekası adaletin, özgürlüğün ve eşitliğin bekasına bağlıdır düşüncesine hizmet ettiler... Onlar ki önce laiklik dediler... Onlar ki, intikamı değil, kardeşliği yeğlediler... Onlar ki defalarca sadece onlara oy verenlerin değil, vermeyenlerin de hizmetinde olacaklarını vurguladılar... Onlar ki düşmanlığı değil, dostluğu dillerinden düşürmediler... Onlar ki seçim gecesi, onlara inananlara, onlara oy verenlerin oylarına sahip çıktılar... Daha önce olduğu gibi oyların çalınmasına ya da atı alanın Üsküdar’ı geçmesine izin vermediler... Onlar ki seçim gecesinde ve sonrasında tüm manipülasyonlara, tüm yanıltıcı ifadelere, tüm yandaş ve yanlış yorumlara karşın ortadan yok olmadılar, sessizliğe bürünmediler, korkmadılar, kaçmadılar, seçmenlerini ortada bırakmadılar... Onlar ki seçim gecesinde ve sonrasında karşılaştıkları tüm oyunlara, tüm hakaretlere, tüm yanlışlara karşı, seslerini yükseltmediler; öfkelenmediler, sakin sakin haklarını aradılar (ve bu yazı yazıldığı sırada hâlâ hak aramaktalar) ... Onlar ki günlerdir güler yüzle, kucaklayıcı bir siyaset söylemiyle karşımıza çıkmaktalar... Onlar ki, farklı görüşten olanlara da kendilerine verdikleri destek için teşekkür etmeyi bilip, çoktandır unuttuğumuz bir incelik sergilediler... Onlar ki tüm riskleri göze alarak, kendileri gibi düşünmeyenlerle bir araya gelip yıkmanın değil, inşa etmenin yollarını aramaktalar... Onlar ki erkek başkanların mobbing’ine maruz kalan kadınlar oldukları için... Onlar ki HES’lere karşı doğayı, çevreyi, sularını, topraklarını korudukları için... Onlar ki, kapısının önünde kızının cansız bedenini bulunca, nedeninin peşine düştüğü için... Onlar ki Ankara Garı katliamında öldürülen çocukları kadar haksızlığa her uğrayanın yanında yer aldıkları için; komünist anlayışı ilçeden ile taşıdığı için... Onlar ki, “Gezi”yi doğru değerlendirdikleri için seçmenlerin tercihini belirledi... Onlar ki toplumun yarısını değil tümünü kucaklamaya hazırlar... Onlar ki, ülkemin aydınlık yüzünü temsil etmekte... Ve onlar ki, bir üç beş değil, milyonlarcadır... İşte onlar var oldukları için 31 Mart’tan beri kendimi daha özgür, daha güvende hissediyorum.Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği için de daha umutlu... NOT: Sevgili okurlar, İzmir TÜYAP Kitap Fuarı’nda 6 Nisan Cumartesi (16.00’da) Nâzım Hikmet ve Kadınlar başlıklı konuşmam, sonra da Cumhuriyet standında kitap imzam var. Yolu düşenleri beklerim. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear