02 Haziran 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
2 14 NİSAN 2019 PAZAR [email protected] TASARIM: SERPİL ÜNAY OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Cumhuriyet ve demokrasi İlker Başbuğ / 26. Genelkurmay Başkanı Atatürk cumhuriyeti “demokrasi sistemi” ile yönetilen bir devlet şekli olarak tanımlamıştır. Bu nedenle, cumhuriyet ve cumhuriyetçilik ilkesi demokrasi ile eşanlamlıdır. Demokrasinin var olmadığı bir ülkede devletin şeklinin cumhuriyet olarak tanımlanması fazla anlam ifade etmemektedir. Demokrasi, cumhuriyet rejimini taçlandıran esas unsurdur. Atatürk için cumhuriyetin diğer önemli bir anlamı daha vardır. Atatürk cumhuriyeti “ahlaksal erdeme” dayanan bir yönetim şekli olarak tanımlamıştır. Ona göre cumhuriyet erdemdir. Cumhuriyet yönetimi, erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir. Atatürk’ün cumhuriyeti erdem olarak ifade etmesi çok önemlidir. Burada kastedilen, cumhuriyet rejiminin yetiştirdiği kişilerin erdem sahibi olmasıdır. Erdemli olmak, olaylar karşısında “vicdan muhakemesi” yapabilen, “güçlü karaktere” sahip insan olmaktır. İnsanların bu nedenle en büyük sorumluluğu kendi vicdanlarına karşıdır. Vicdan sahibi insan iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırırken sadece vicdanının sesini dinler. Bu sorumluluk kişinin kendi içinde, kendisine karşı duyduğu bir sorumluluktur. İnsanoğlunun varoluşundan beri, kişilerin ve toplumun vicdan sahibi olup olmaması sorun oluşturmuştur. Konfüçyüs insanların iki şekilde yönetilebileceğini ileri sürmüştür. Birincisi sadece suç ve ceza ile yönetmektir. İkincisi ise erdemle yönetmektir. Konfüçyüs; sadece ceza ile yönetilen insanlarda “şeref” ve “utanma” duygusunun oluşmadığını, erdemle yönetilenlerde ise hem “şeref” hem de “utanma” duygusunun var olduğunu ve bu insanların “doğru”yu ve “iyi”yi yapmaya çalıştıklarını Demokrasinin vazgeçilmez evrensel niteliklerinin üç temel öğesi vardır. Bunlar: Özgürlük, bağımsız yargı ve seçimlerdir. söylemiştir. Elbette, erdem sahibi kişilerin yetiştirilmesi sorumluluğu ilk önce aileye, daha sonra da okullara düşmektedir. Bugün hepimizin kendimize sormamız gereken sorulardan birisi şu olmalıdır: Olaylar karşısındaki tavrımızı, “vicdani” bir mahkemeye dayanarak mı, yoksa vicdanlarımızı kör kılarak, kişisel çıkarlarımıza, korkularımıza dayanarak mı alıyoruz? “Şeref” ve “utanma” duygusuna ne kadar sahibiz? Bu arada bir de “kamu vicdanı” kavramının olduğunu da unutmamalıyız. Kamu, toplum vicdanı; her zaman doğruyu gösterir. Bunu herkesten önce siyasi iktidarlar kabul etmelidir. Demokrasi kavramı Demokrasi üzerindeki ilk yazılı değerlendirmeye, Herodot Tarihi’nin üçüncü cildinde rastlanır. M.Ö. 5. yüzyılda kaleme alınmış olan bu yapıtta demokrasi şöyle tanımlanmıştır: “Halkın yönetimi, yasalar önünde eşitlik, bütün sorunların tartışmaya sunulması ve yöneticilerin makamlarından hareketle sorumlu tutulmaları.” Demokrasi günümüzde, siyasal olarak farklı görüşlere sahip olanların haklarına saygı gösterildiği ve onlara bir gün çoğunluğa dönüşebilme yollarının açık tutulduğu, “özgürlükçü” bir “çoğunluk” yönetimi biçiminde tanımlanmaktadır. Demokrasi elbette “çoğunluk” yönetimidir. Ancak, gerçek demokrasinin olduğu yerlerde “farklı görüşlerinde” dikkate alınarak, “çoğulculuğa” önem verilmeye çalışıldığı da ortadadır. Winston Churchill’in alaycı şekilde dediği gibi; “Demokrasi, bütün yönetim biçimlerinin en kötüsüdür, bütün diğer yönetim biçimleri hariç.” Aslında söylenmek istenilen demokrasinin mevcut diğer yönetim biçimleri arasında, bütün mahsurlarına rağmen en iyisi olduğudur. Demokrasilerin, “halkın egemenliğini” ne kadar sağladığı sorgulanabilir. Demokrasilerin amacının farklılıkları yok etmek değil, uzlaştırmak olduğu ifade edilebilir. Seçimsiz bir demokrasinin düşünülemeyeceği, ancak demokrasinin de sadece seçim olmadığı savunabilir. Demokrasilerin bir denge ve uzlaşma rejimi olduğu, çoğunluğun hâkimiyeti olmadığı söylenebilir. Bütün bu düşünceler ve buna benzer düşünceler elbette haklı noktaları içermektedir. Bu konularda zaman zaman istenilen noktalara ulaşılamadığı da bir gerçektir. Ama, bu durum bizim demokrasiye karşı tutum almamıza bir gerekçe oluşturmaz. Ancak demokrasinin vazgeçilmez evrensel niteliklerinin üç temel öğesi olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar: Özgürlük, bağımsız yargı ve seçimlerdir. Demokrasi, özgürlüklere saygılı bir “çoğunluk” sistemidir. Bağımsız yargı, demokrasinin olmazsa olmaz koşullarının başında gelmektedir. Seçimler... Seçimlere gelince, demokrasi açısından seçimlerin önemi, 25 Ocak 2010’da söylediğim gibi şöyledir: “Biz diyoruz ki, demokraside en önemli husus iktidarların seçimlerle, demokratik yöntemlerle el değiştirmesidir.” Demokrasilerde, iktidarın kim olacağını tayin eden tek unsur seçimdir. Bu konuda, “kişilerin vicdanında” ve “kamu vicdanında” bazı soruların doğmasına neden olunması, her şeyden önce korunması gereken, demokrasimize zarar verir. 31 Mart isyanı ve günümüz Osman Selim Kocahanoğlu / AraştırmacıYazar 13Nisan 1909, literatüre 31 Mart isyanı diye geçen olayın 110. yıldönümüdür. 10/23 Temmuz 1908 meşrutiyetin ilanından 9 ay sonra çıkmıştır. Meşrutiyet Rumeli olayları ardından zorla dayatılmış görünse de, aslında Osmanlı toplumu için özgürlükçü bir devrimdir. 33 yıllık mutlakiyet ardından seçimler yapılıp parlamento kurulmuş, güya zalimle mazlum uzlaşmış görünüyordu. Ancak iç çekişmeler endişe verici boyutlara ulaşmış, 13 Şubat 1909’da Kamil Paşa’nın düşürülmesiyle isyanın fitili ateşlenmiş, topluma verilen ilaç 9 ay sonra kusulmuş, yani eskisi ölmüş ama yenisi doğmamış oluyordu. İsyanın bilinmeyenleri 13 Nisan’da başlayıp 27 Nisan 1909’da Abdülhamid’in tahtından indirilmesiyle sona eren bu isyan çok bilinmeyenli bir denklem, hatta bir muammadır. İlginç olanı Abdülhamid’in isyan boyunca hiç telaşa kapılmamasıydı. Softalar ve çavuşlarla çıkarılan isyanın, kendine yönelmediğini öğrenmişti. Herkese babalık gösterirken sadece İttihatçılar’la görüşmedi, halbuki meşrutiyetin en dinamik gücü ordu ve İttihat Terakki demekti. Başta İngiliz elçiliği olmak üzere 31 Mart’ın kışkırtıcıları, İsmail Kemal, Prens Sabahaddin, Mizancı Murad, Mevlanzade Rıfat ve Şerif Paşa’ydı. Silahlı öncülerse avcı taburları, militanları da Babı Meşihat uleması, El İslam Cemiyeti, medrese softaları, İttihadı Muhammedi Cemiyeti idi. Sarayın böcek sürüsü destekçileriydi. Müderris ve dersiamlar, ders vekili Halis Efendi, Temyiz üyesi Haydar Efendi, Fetva emini Nuri Efendi, Rasim Hoca, Saidi Kürdi (Nursi) ve Derviş Vahdetin. Hepsi Ayasofya meydanındaydı. İsyana öncülük edenlerin zihin haritasına bakılırsa İslamcı öğretinin soysuzlaştırmış irtica hareketiydi. Kimsenin namaz niyazına karışılmamış, camiler kapanmamış, Halife başımızda, alay imamları askere namaz kıldırıyordu. Buna rağmen “Şeriatın” dili çözülmüştü. Kız liselerinin kapatılması isteniyor, kadınların saçı kesilip yüzüne tükürülüyor, musiki aletlerinde şeytan aranıyor, fotoğrafçı dükkânlarındaki resimler parçalanıyordu. Ağızlarında özgürlük, adalet, kardeşlik yerine, “şeriatı garra” sloganları duyuluyordu. Abdülhamid’in 13 yıllık Dahiliye Nazırı Memduh Paşa’ya göre, Yıldız’ın üstünden uçan kuşlardan bile haberi olan Abdülhamid’in bu isyandan habersiz olması imkânsızdı. Muharrik gücü olmasa da Osmanlı tahtına gizlenmiş baş aktörüydü. Filibeli Ahmed Hilmi softaları iyi tanırdı: “... Şeriat kalkıyor diyen, şeriatı garra isteyen o kirli ağızlar, ellerinde hükmünü tağyir ettikleri Kuran, dillerinde milleti kandırmak için Şeriat, itlere atılan kemikler gibi önlerine atılan altınlarla zevkü sefa ediyorlardı.” Hareket Ordusu ve Mustafa Kemal Adliye Nazırı Nazım Paşa, Lazkiye Mebusu Emir Aslan öldürüldüğü, Binbaşı Ali Kabuli gözleri önünde linç edildiği halde, Abdülhamid sakindi, çünkü meşrutiyeti kendinin verdiği bir lütuf sayıyordu. Yetersiz kişiliği ihtirasını dolduramayınca vicdanları satın alarak ölene kadar saltanatta kalmayı planlıyordu. Fakat kendisi İttihatTerakki’ye neden güvenmiyorsa, onlar da kendilerini her an sırtından hançerleyecek biri sayıyorlardı. Ayasofya meydanındaki bu çapulculara en donanımlı 1. Ordu’muz saraydan emir gelmediği için müdahale edemedi. Harbiye Nazırı, Sadrazam saraya sığınmış, hükümet düşmüştü. İsyan haberi Selanik’e ulaşınca askeri mahfiller ve İttihat Terakki merkezinde fırtına kopmuştu. Mabeyn’e çekilen tehdit telgrafıyla, meşrutiyet ve Osmanlı Ordusu’na sürülen lekenin temizlenmesi istendi. Bu görev 3. Ordu Kumandanı Mahmud Şevket Paşa’nın omuzlarına yüklendi. Yarı Arap yarı Çeçen kırması Mahmud Şevket Paşa bir Abdülhamid paşasıydı. Omuzları ve göğüsleri Abdülhamid’in nişan ve madalyalarıyla süslüydü. İstanbul’a asker gönderme kararı alarak, Selanik Redif Fırkası Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa’yı görevlendirdi. (14 Nisan 1909) Fırkanın Erkanı Harp Reisi Kolağası Mustafa Kemal idi. Mustafa Kemal’in önerisiyle kuvvete Hareket Ordusu adı verildi. 16 Nisan’da Çatalca’ya gelen Hüsnü Paşa iki beyanname yayımladı. Mustafa Kemal’in kaleminden çıkan beyannamelerde, meşrutiyete ve Osmanlı ordusuna sürülen lekenin temizleneceği, din kisvesine bürünen canilerin cezalandırılacağı vurgulanıyordu. Mahmud Şevket Paşa iki gün sonra emir komutayı bizzat üzerine alarak Yeşilköy’e geldi (22 Nisan). “Yıldız Münzevisi’ne” çektiği telgrafta hem sadakat sergiliyor, hem yanıltma taktiği uyguluyordu. Abdülhamid ve ‘Hal’ kararı 25 Nisan’a kadar tüm direniş noktaları susturulmuş, Yıldız kontrol altına alınmıştı. 27 Nisan’da toplanan Meclis milli hal kararı aldı ve Ziyaeddin Efendi’nin fetvasıyla Abdülhamid saltanatı sona erdirildi. Bu Meclis’e Abdülhamid’in yedi kere sadarete getirdiği Said Paşa riyaset ediyordu. Said Paşa tam bir Brütüs kesmiş, 33 yıllık saltanat süresince çektiği kahırlar, ezilip horlanma, kullanılıp mendil gibi atılma sahneleri gözünün önüne gelmişti... ‘Hal’ kararını Abdülhamid’e tebliğ için Gürcü Arif Hikmet Paşa, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Musevi Emanuel Karasu seçilmişti. “‘Hal’ kararının tebliği milli ve dini bir mesele olduğu için, böyle bir heyete tevdi edilmesi” gurur kırıcıydı. Kısacası ‘hal’ fetvasını dört kişilik bu adam müsveddeleri tebliğ etmiş oldu. Abdülhamid’in ilk aklına gelen hayatının korunmasıydı. Ömrünün sonunu Çırağan Sarayı’nda geçirmek istiyordu. Ancak felaketin daha büyüğü kapıdaydı. Hareket Ordusu Abdülhamid’i Selanik’e gönderme kararı aldı. Karar ne kadar halisane olursa olsun İttihat Terakki’nin güç gösterisiydi. Cemiyetin ve Meşrutiyet’in kalbi Selanik’te attığına göre, onu kontrol için en uygun yer orasıydı. Abdülhamid İstanbul’da kaldığı sürece fesat çıkarabilirdi. 27 Nisan 1909 Osmanlı hanedanı için uğursuzluk ve sevinç günü oldu. Sultan Reşad da o gün tahta oturdu. Abdülhamid’e sürgün kararını Mabeyn’de Hüseyin Hüsnü Paşa, Galip Bey (Pasiner) ve Ali Fethi Bey (Oky ar) tebliğ ettiler. Hüseyin Hüsnü Paşa, saygılı bir şekilde kararı Abdülhamid’e bildirdi. Abdülhamid’in aklına kanlı saltanat değişimleri gelmiş, bu karardan ürpermişti. Ben Selanik’e gidemem dedi. Hüsnü Paşa: “... Efendim, kerem ediniz, ordu bu karardan rücu edemez. Hayatınız tekeffül edilmiştir” diyerek yumuşattı. 27/28 Nisan Abdülhamid’i çaresizliğe sürükleyen zulmet gecesi oldu. Selanik treni Sirkeci’de tren bekliyordu. 33 yıldır saltanat sürdüğü sarayını aniden terketmek kolay değildi. Birkaç bavul içine bazı eşya ile mücevheratı toparlayabildiler. Dört kadın efendisi, iki şehzadesi ile Şadiye, Ayşe ve Refia sultanları ve 32 kişilik kafileyi belirledi. Yıldız’ın her köşe bucağında hafiye jurnalleri kalmıştı...Yere serdiği halılar, duvara astığı tablolar, kendi eliyle işlediği masalar... Mikado’nun hediye ettiği kuşlar... Hamidiye Marşı’nı ezberlemiş papağanlar... Yıldız bahçesinde dolaşan her cinsten kediler ve köpekler... El emeği göz nuru köşkler ne olacaktı? Abdülhamid Balkan Harbine kadar Selanik’te kaldı. Harp çıkınca Beylerbeyi Sarayı’na getirildi ve 1918 Şubat’ında eceliyle öldü. Ölümünün 100. yıldönümünde (2018), Sayın TC. Cumhurbaşkanı aynı Mabeyn salonunda günün anısına şunları söyledi: “Ulu Hakan bu salonda kendi ‘hal’ fetvasını imzaladı ve idam edildi.” Bu yanlış ve gerçek dışı bilgileri tarih danışmanları vermiş olmalıydı. 110. yıldönümünde 31 Mart: Ziya Paşa’nın bir şiirini anımsayarak olaydan günümüze bir projeksiyon yapalım: “Ne günlere kaldık ey Gazi Hünkâr/ Katır mühürdar oldu Eşşek defterdar.” Evet bugün 31 Mart’ın 110. yıldönümüdür: 1 Tanzimattan sonra tüm kalelerini modernizme kaptıran medrese öğretisi, 2. meşrutiyette kök paradigmalarına yeniden sarılarak İslamcılık perdesiyle bir provokasyona girişmiştir. Ancak sonunda yenilerek, istibdadın tozları silkelenip 33 yıllık bir despot tahtından indirilmiştir. İlk defa ‘irtica, irticaiyyun ve mürteci’ kavramları literatüre girmiş, daha sonraları ‘takunyalı, din baronu, ham sofu kaba yobaz’ deyimleriyle renklenmiştir. 2 Bize göre 31 Mart Ayaklanması birkaç softa ve çavuşun becereceği bir olay değil, daha üst düzeyde bir tasarım, ancak acemice hazırlanmış kirli bir tezgâhtır. Bu nedenle cami avlusuna bırakılmış çocuk gibi nesebi belirsiz kalmış, üstüne alan çıkmamıştır. Demokrasi nimetleriyle iktidara gelen Siyasal İslamcılığın günümüzdeki “tekbir” sesleri yüz sene önceki emsalleriyle kıyaslanırsa, uygarlık karşısında geri kalma kompleksinin intikam hırsları eskilerden farklı değildir. İleriyi geride arayan medrese öğretisinin günümüz bilinç düzeyi, inanç manzumesinde “küfür” olarak gördüğü demokrasiyi halen sindiremediği ortada ve tartışılmaz gerçekliktir... (*) NOT: Bu yazının 43 dipnotunu kullanamadığımız için özür dileriz. Sayım krizinin gizledikleri ve gösterdikleri Bütün Türkiye, artık bir krize dönüşmüş olan İstanbul’daki oy sayımına ve seçim sonuçlarına kitlenmiş durumda: Ülkenin bütün öteki sorunları birdenbire ikinci plana atılmış görünüyor. Ama elbette, gündemden düşmüş olan hiçbir sorun çözülmüş değil. Tam tersine, İstanbul Belediye Başkanlığı oy sayımı krizi, bu sorunların şiddetlerini artırıyor. Oy sayım krizinin şimdilik gölgelemiş gibi göründüğü ama gittikçe büyüyen temel sorunlar şöyle sıralanabilir: 1) Ekonomik sorunlar, durgunluk, işsizlik, enflasyon, döviz fiyatlarının artışı ve bütün bunların sonunda ortaya çıkan geçim derdinin yol açtığı mutfaklardaki büyük yangın. 2) Partizanlık, liyakatsizlik, eğitimsizlik, beceriksizlik sonunda ortaya çıkan verim ve standart düşüklüğünün, hem üretimde hem de hizmetlerde bütün sektörleri, bütün ülkeyi pençesine almış olmasından dolayı ortaya çıkan yaşam standartlarının her seviyede gerilemiş olması. 3) Siyasal, kültürel, toplumsal, hukuksal ve ekonomik yaşamın büyük bir devlet baskısı altına alınmış, insanların yaşam alanlarının, bireysel özgürlüklerinin sınırlanmış ve kısıtlanmış, adalet duygusu zedelenmiş olmasının getirdiği bunalım. 4) Dış ilişkilerin, müttefiklerle, komşularla, AB ile münasebetlerin çıkmaza girmiş olması, ülkenin müthiş bir mülteci göçüyle karşı karşıya kalması ve uluslararası toplumdaki yalnızlaşma. 5) İktidarın yıpranmışlığı, tükenmişliği ve Tek Kişi Yönetimi’nin yetersizliği sonucunda halkın gelecek için umutlarının sönmüş, toplumun büyük bir karamsarlığa kapılmış olması. HHH Oy sayımı krizinin görünür hale getirdiği sonuçlar da şöyle sıralanabilir: 1) Yukarda sıralanan ve geçici olarak gündemden düşmüş gibi görünen sorunlar sandığa da yansımış, iktidarın taban kaybettiği ama bunu kabullenemediği anlaşılmıştır. 2) İktidar, Parti Devleti ve Tek Kişi Yönetimi Rejimine karşın, üç büyük kentte ve başka kritik yerlerde seçimi kaybedince, bütünüyle kendi denetim ve yönetiminde olan sandık demokrasisine karşı bile mızıkçılık yapmaya başlamış, demokrasiye olan inançsızlığını sergilemiştir. 3) İktidar borazanı olmuş medya, seçim öncesinde de seçim sonrasında da, bütün sansürlere ve propagandalara karşın, iktidarın zayıfladığı gerçeğini gizleyememiş, kamuoyunu etkileyememiş, tam tersine kamuoyu üzerindeki etkisini tümüyle yitirmiştir. 4) İktidarın mızıkçılığı, İstanbul’un nasıl bir rant kapısı olduğunu iyice ortaya çıkarmıştır. HHH Seçimler ve sandıklardaki oy sayımları bir sonuçtur: Toplumun iktidar hakkında sahip olduğu izlenimlerin bir sonucu. Sebeplerini ortadan kaldırmadan bu sonuçları gizlemeye veya değiştirmeye çalışmak zavallı ve sonuçsuz bir çabadır; yapana zarar verir! Yerel seçimlerin ardından 3 CHP ne yapmalı? YUNUS EMRE / CHP Genel Başkan Yardımcısı Devlet kurumlarını ve devletin maddi kapasitesini kontrol edip bunu kendi çıkarları doğrultusunda kullanan ve tüm vatandaşların vergilerinden sağlanan bu kaynakları seferber ederek ana akım medyayı ideolojik aparatı haline getiren Ak Parti, düşüşünü 31 Mart’a kadar bir ölçüde perdeleyebildi. Yerel seçim sonuçları artık mızrağın çuvala sığmadığını gösteriyor. Bu aşamadan sonra Erdoğan’ın ne yapacağına odaklanmak yerine CHP’nin yol haritası üzerine düşünmek gerekiyor. Karşımızda düşüş trendine girmiş ve yerel seçimlerdeki kayıplarla ağır yara almış bir iktidar var. Hâlâ önemli mevzileri kontrol etmelerine rağmen, oyunun tek belirleyicisi olma vasıflarını çoktan kaybettiler. Dolayısıyla bugünkü yazımda, bu aşamadan sonra sormamız gereken asıl soruya odaklanacağım: CHP ne yapmalı? Anayasa “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denen ve demokratik dünyada örneği bulunmayan “süperbaşkanlık” sistemine geçtiğimizden beri Türkiye’nin tek elden yönetilmesinin mümkün olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla CHP’nin amacı, bu demokratik olmayan sistemde yalnız iktidar olmak değil, bu sistemi günümüzün en gelişmiş demokratik standartlarına göre dönüştürmek olmalıdır. Bunun da yolu; toplumun tüm kesimlerinin katılımına dayalı ve yalnızca belirli bir partinin mensuplarının ya da toplumun belirli bir kesiminin değil istisnasız tüm vatandaşlarımızın ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni bir demokratik anayasa yapımı sürecini başlatmaktır. Eşitlik fikrini sahiplenmek Siyasal ve toplumsal tarih bize eşitlik fikrinin en güçlü fikirlerin başında geldiğini gösteriyor. Türkiye’de de Cumhuriyet’in kurucu ilkelerinin en başında eşitlik yer alır. Eşitlik ilkesi, yasa önünde eşitlikle başlar ancak kapsamı bununla sınırlı değildir. Eşitlik ilkesinin var olduğu toplumlarda vatandaşlar, siyasal karar alma süreçlerine eşit bir biçimde katılabilmelidir. Eşit katılım kamusal alanda her vatandaşın söz söyleyebilmesini mümkün kılan bir ortamın yaratılması ve vatandaşların sosyal devlet ilkesinin de gereği olarak ekonomi pastasından hakça bir pay alması ile mümkün olabilir. Ak Parti’nin kimliğe dayalı kutuplaştırma politikaları ve farklılıkları öne çıkartan yaklaşımı artık duvara çarpmıştır. Türkiye’nin ihtiyacı farklılığın vurgulanması değil eşitliğin sağlanmasıdır. Türkiye’nin meseleleri siyasal katılımı, eşitlik ilkesini, vatandaşın ekonomik, toplumsal ve siyasal alanlarda güçlendirilmesini merkeze alan bir bakış açısıyla çözülebilir. Bu değerler CHP fikriyatının özüdür ve Türkiye için başka çıkış yolu da yoktur. Yeni anayasanın merkezine koyacağımız eşitlik ilkesi Türkiye’nin uzun yıllardır çözmekte zorlandığı meselelerde de demokratik bir ilerleme sağlamayı mümkün kılacaktır. Örgüt reformu 31 Mart yerel seçimlerinin öncesinde ve sonrasında CHP’nin gösterdiği performans seçmen nezdinde alkış topladı hem de CHP’ye dair önyargıları zayıflattı. Bu durum CHP için büyük bir fırsat yaratıyor. Bu fırsattan yararlanarak yeni dönemde CHP sivil toplumla ve ekonomik yaşamla daha güçlü bağlar kurmalıdır. CHP örgütü seçmenle parti arasında aracılık rolünü daha güçlü şekilde yerine getirebilmelidir. Bu da ancak CHP örgütünün katılım ve kaynak mobilizasyonu kapasitesinin artırılmasıyla mümkündür.  Farklı belediyecilik Özellikle elde edilen büyük şehir belediyeleri sivil toplumla ve ekonomik yaşamla yeni bağ lar ve yeni ilişkiler kurmak adı na çok önemli bir fırsat sunuyor. Tabii bunu yaparken Ak Parti’nin kurduğu ekonomik ağların aksi ne kaynakların ve hizmetin her kese ve herkes için dağıtılması nı sağlayan bir yönetim anlayışını hayata geçirmek gerekiyor. Kısa cası Türkiye’nin nüfus ve ekono mi açısından en büyük altı büyük şehrinin beşinin yönetimini dev ralan CHP, bu şehirlere etkin, ka tılımcı ve eşitlikçi bir hizmet gö türerek ve tüm bunları yaparken Ak Parti’nin kayırmacı politikala rının aksine eşitlikçi ve hakkani yetli bir temelde yönetimin müm kün olduğunu tüm topluma ispat etmelidir. BİTTİ
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear