24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
Pazartesi 31 Ekim 2016 2 ‘Denizde orman kanunları’ Su ürünleri mühendisi Mehmet Özdinar’ın görevi başındayken ölümü, gözleri vahşi kapitalizm belgeseline benzeyen balıkçılık sektörüne ve biriken şiddet potansiyeline çevirdi Özdinar, bir balıkçıyla tartışma sırasında yere düşmüş, 16 gün komada kalmıştı. Can erok Büyük balıkçıların hırsı, kaynakların azalması rekabeti artırdıkça, denizde kimsenin keyfi yok. Üç hafta önce bir öğleden sonraydı. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na bağlı çalışan su ürünleri mühendisi Mehmet Özdi nar, yanında iki görevliyle Rumeli Fe neri balıkçı barınağında bir tekneye ya naştı. Rutin bir işti; TÜİK için balıkçı lardan aylık veri topluyorlardı. Hangi balıktan ne kadar tuttunuz... Tanıkların anlatımına göre avdan yeni dönen kap tan uyuyordu. Kendisi de balıkçı çocu ğu olan Özdinar’ın yabancısı olduğu bir yorgunluk değildi bu, sonra gelecekleri ni söyledi. Kaptanın oğlu “Size verecek veri yok bizde, kim senin yok” dedi bir den, Özdinar “O za man idari para ceza sı keseriz” diye kar şılık verdi. Kaptanın PÖınğaürnç oğlu itti; bu el hareketiyle Özdinar düşerken beton zemi ne kafasını çarptı. 16 gün yaşam mücadelesi verdikten sonra da hayatını kaybetti; 32 yaşındaydı. Ölümün ardından ifadeler tekrar alın dı, adli tıp raporu bekleniyor. Tanıkların anlattığı gibi bu darp nedeniyle değil de, epilepsi yüzünden öldüğüne dair iddia aydınlanacaktır. Ama bakanlığın sitesin de de haberi “görevi başında saldırıya uğrayarak hayatını kaybeden personeli miz” şeklinde verdiğini eklemeli. Bu güpegündüz ölüm, ortadaki cü ret, bir sektörün ürettiği şiddet potan siyeli üzerine düşündürüyor insanı. Yakından bakınca ise bir vahşi kapi talizm belgeseli çıkıyor karşımıza. Bü yük balığın küçük balığın nefes alma sına izin vermediği düzene bakmak için, Özdinar gibi genç bir mühendisi kaybetmek şart değildi aslında. Özdinar’ın mesai arkadaşıyla görü şüyoruz; memuriyeti yüzünden ismi ni açıklamıyor. Denetim safhasında ya şadıkları gerilimi bir dolu darp örneğiy le anlatıyor. Daha önce balık halinde ona da fiziki şiddet uygulanmış, üstelik bir polis de eşlik ederken. TÜİK için yap tıkları iş, hâlihazırda tutmaları gereken av kaydına göre verecekleri sözlü beya na dayanıyor, herkes istediğini söylüyor zaten. Ama bazı balıkçıların bunu dahi kendilerine müdahale gibi algıladığını anlatıyor. Mesai sırasında en çok duydu ğu cümleler: “Seni sürdürtürüm”, “Maa şını ben veriyorum”, “Ben Başbakan’ı ta nıyorum”. Tanıdık bir küstahlık... ‘Eşkıyalığın yükselişi’ Peki kim bu bazı balıkçılar? Bu güç nereden geliyor? Fikir Sahibi Damaklar’dan Defne Koryürek, 2012’de Rumelikavağı Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Ahmet Aslan’ın gözünden vuruluşunu, birçok etken yüzünden rekabet artmasıyla “eşkıyalığın” yükselişini anlatıyor. Küçük ve orta ölçekli balıkçılar borç batağındayken, denetim yetersizken, balık kaynağının da azalışının yasadışı yöntemler kullanmaktan çekinmeyen bir kesim oluşturduğunu söylüyor. Geleneksel Balıkçılığı Yaşatma Derneği’nden Kenan Kedikli, sağlık sebebiyle şu an denizde olamasa da balıkçılığa 70’lerde başlamış. Yumruklanan bakanlık amirleri, sahil güvenlik astsubayları, parçalanan botlar da dahil olmak üzere balıkçılık sektörünün tarafları arasında, birkaçı ağır cezalık şu an en az on davanın sürdüğünü anlatıyor. Kendisi de bu “kabadayılıklara” maruz bırakılmış. Bu şiddetin birikimini tarif etmeye tarihten başlıyor. “Üç buçuk tarafı suyla çevrili” dediği Türkiye’nin denizle, balıkla arazlı ilişkisi, bu kültürün ve becerinin asıl sahipleri Rumların ve Ermenilerin bu topraklardan koparılmasıyla ilgisiz değil. De ‘Altına hücum dönemi gibi’ Zaten çoğu borç batağında olan küçük ve orta ölçekli balıkçılar, endüstriyel balıkçılardan geriye kalan gelirden pay kapma yarışı içinde. nize ulaşım ve güvenlik meselesi olarak bakış Cumhuriyet döneminde de sürdüğünden bu, mevzuattan denetime her şeye yansımış. Buna 80’lerden sonra sıçrama yapan av teknolojisini, küreselleşmeyi ve çokuluslu şirketlerin dahlini ekleyin. Şu an bir tarafta ancak kaynaklar sürdürülebilir olursa varlığını sürdürebilecek, geleneksel yöntemlerle avcılık yapan küçük balıkçılar var; bir de boru hattını yerden sökecek güçte, açık denizde avlanacak donanımda 4050 metrelik tekneler... Dediğine göre balıkçılık gelirlerinin yüzde 40 ile 50’si arasında bir rakamı 1516 aile alıyor. Filonun gerisi ise kalan geliri paylaşmaya çalışıyor; üstelik aracı da fazla. Kedikli, 1415 bin ruhsatlı balıkçının üç bininin aslen balıkçı olmadığını tahmin ediyor. “Son 15 yılda tarihsel yönetim eksikliğinden, sürdürülebilirlikten konuşmak bir bölüm balıkçıyı rahatsız etti. Büyük balıkçılık bir sermaye birikim modelidir. Adamın balık çiftliği var, un fabrikası, deniz nakliyat şirketi var. Hastanesi, oteli olan balıkçılar var. Onların kaynaklar üzerindeki faaliyetinin amacı küçük balıkçılardan farklı” diyor. Tüm bu faktörlerin sektörde bir lümpenleşme doğurduğunu da ekliyor. ‘Zaten trilyonların var’ Elinde lüfer ısırıklarıyla avdan dönmüş Mehmet Erol Sert, gırgırlardan onlara balık kalmamasından şikâyetçi. Yedi saatte dört lüferle dönmüş. 14.9 metrelik bir aile teknesinde çalışan 27 yaşındaki Eray Özer, çocukluğundan beri işin içinde; kolunda bir denizkızı dövmesi. 180 bin lira borçları var, ne tutsalar sıfırlayamıyorlar. 50 litre mazot harcayıp 20 çinekopla dönen Mustafa Çil, 20 sene önce bile işin stresinin daha az olduğunu söylüyor; “Gereksiz yere birbirimize de düşürüyorlar” diyor. 31 yaşındaki Samet Özgün’ün aile teknesinde 15 kişi çalışıyor, en küçük boy gırgır diyebiliriz. Çaplarının üzerinde ekonomik riskle işletme giderlerinin altından kalkmaya çalıştıklarını anlatıyor. 1 mil hızlı gidebilmek için binlerce liralık yatırım yapılan bir yarış bu. Özgün, en büyükler arasında bir de Moritanya’da ava gidenler olduğundan söz ediyor. Tutulan balık daha çok balıkunu fabrikalarına veriliyormuş, ki oralarda kendi fabrikasını açan dahi varmış. “Şimdi de Moritanya’yı fethediyorlar. Trilyonların var zaten, otur da evinde çocuğunu, torununu sev” diye dalga geçiyor. Deniz dibindeki hafriyat Su ürünleri mühendisi Özcan Gaygusuz, yağma duygusuyla yapılan avı ve vahşi rekabeti “Yaşananın adı denizdeki orman kanunlarıdır” diye tarif ediyor. 102 üyeli Tuzla Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Celal Tülü, büyük teknelerin gelip onlarca küçük tekneyi “Çıkın” diye sürebildiğini, gerilimin balıkçılar arasında da sürdüğünü anlatıyor. Kıyıların yok edilişi de önemli faktör. Çok çarpıcı, 25 kulaçtan sonra deniz dibinin öbek öbek inşaat hafriyatı dolu olduğunu anlatıyor kendi “merasında”. Tülü, camiada “Bolu Beyi Osman” diye bilinen balıkçı babası vasıtasıyla hayatını kaybeden Mehmet Özdinar’ı da tanıyor, ayrıca üzgün. Çocuğunu balıktan kazandığı parayla okutup mühendis yapan 40 yıllık balıkçı bir baba, oğlunu böyle hazin bir biçimde kaybediyor. Geleneksel Balıkçılığı Yaşatma Derneği’nden Kenan Kedikli, denizlerdeki bu vahşi rekabeti Amerika’daki altına hücum dönemine benzetiyor. “Amerika’da diyelim 5 bin kişi bu sebeple zengin olmuştur ama o esnada ölen 2 milyon insanın hikâyesini bilmeyiz. Burada da öyle. Bir masanın etrafında beş kumarbazsınız, parayı bir kişi alacak, dördünüz perişan olacaksınız, diyoruz. Ya o parayı alan ben olursam, diye düşünüyor. Oyna ama kamunun kaynakları üzerine oynama kumarını. Canlı doğal kaynaklar kimsenin değildir; üç beş nesil sonrasını düşünmüyorsan ortada bir yanlışlık var” diyor. Çözüm önerileri, merkezi balıkçılık otoritesini yüreklendirmek, konuyu paydaşların meselesi haline getirmek, şu an katkılarıyla itici algılanan sivil toplumu ve akademiyi işin içine dahil etmek, caydırıcı cezalar getirmek, stok ölçümü yapmak ve denizi iyi çalışmak... ‘Bana da üç kez silah çekildi’ 1991’de kurulan Su Ürünleri Mühendisleri Derneği (SÜMDER), bin üyesiyle camianın temsiliyeti en yüksek örgütlenmesi. İç sularla birlikte 26 milyon hektar suyu denetlemekten sorumlu su ürünleri mühendislerinin sayısı da aşağı yukarı bu kadar zaten. Derneğin yönetim kurulunda yer alan ve sektörün farklı alanlarında tecrübeli dört mühendisle buluşuyoruz. Özdinar’ı kaybetmek ailesi kadar üzmüş onları; devamının gelmesinden ürküyorlar. Yenikapı’daki Balık Hali’nde 23 yıl çalışan ve Gürpınar’daki yeni hale geçerken yetkinin özel bir şirkete devredilmesiyle ayrılan Mehmet Özgen, “Bana da üç kez silah çekildi” diyor. Başından itibaren balıkhanelerin işletim sisteminin yanlış olduğunu, denetimin daha kapıdan başlaması gerektiğini söylüyor. Erkan Aras, 240 bin metrekarelik yeni halin sadece yüzde 10’unun kullanıldığını, tüm satışın daha kamyonlarda, kayıt altına alınmadan, hijyen koşulları sağlanmadan yapıl dığını söylüyor. İşin hem üniversite, hem özel sektör ayağında tecrübeli Adem Çolak, kurumsallık noksanlığından dolayı maddi açıdan büyük bir sektörün ilkel, neredeyse feodal ilişkilerle işlediğinden bahsediyor. 104 komisyoncu ve tüketiciye erişmeden önceki durak olan madrabazlardan müteşekkil sistemde, endüstriyel balıkçıların arkalarına siyasetin de gücünü almalarıyla küçük balıkçıyı tamamen ufalayan hegemonyaları söz konusu. Küçük ve orta boy avcılar komis yonculara zaten dört mevsim borçlu ve göbekten bağlılar. Anlattıklarına göre büyük balıkçı, komisyoncu, madrabaz, nakliyeci zaten aynı sermayeden gelebiliyor, bu da her manada bir tekel, kartel yapısı doğuruyor; dışarıdan yeni aktör kabul etmeyen dokunulmaz, denetlenemez odaklar oluşuyor. Bir kasayla, bir ton balığa aynı cezayı veren mevzuatın da caydırıcılığı yok gibi. İşin akademik kısmına daha yakın olan Özcan Gaygusuz, bu ekonomik modelin doğrudan bakanlığa bağlı enstitülerin çalışmalarını dahi itibar edilmez hale getirdiğini anlatıyor. Bu yıl enstitülerin raporlarına rağmen lüfer boyunun düşürülmesi tamamen tepeden bir tazyikin neticesi onlara göre. Gaygusuz balıkçılığın bilimsellikle bağının yok sayılmasından, balıkçının akademiyi kendine düşman olarak görmesinden yakınıyor. Özdinar için sosyal medyada yaptıkları başsağlığı dileklerine dahi tepki almaları böyle açıklanabilir. haber TASARIM: İLKNUR FİLİZ Hafriyat kamyonlarının Türkiye’si “Y eni Türkiye”, hafriyat kamyonlarının iktidarıdır. Yıllardır hayatımızın onlar tarafından kademe kademe tahakküm altına alınmasına şahit oluyoruz. Ve bu hâkimiyet girişimi, Cumhuriyet’in 93’üncü yıl kutlamalarında niteliksel açıdan en çarpıcı ve anlamlı noktasına ulaştı. Ankara’da 29 Ekim Cumartesi günü Cumhuriyet coşkusu, daha doğrusu “Yeni Türkiye”yi var edenlerin “Cumhuriyet coşkusu”, belediyenin hafriyat kamyonlarıyla doruğa çıktı. Cumhuriyet Bayramı, hafriyat kamyonları eşliğinde coşkuyla kutlandı!.. HHH Hafriyat kamyonları, AKP’nin muasır medeniyet seviyesi... Hafriyat kamyonları, “Yeniden Büyük Türkiye”nin estetik karakteristiği... Hafriyat kamyonları, “İnşaat ya Resulâllah” dindarlığının cismani karşılığı, kutsal nişaneleri... HHH Cumartesi günü Ankara’da şehir ortadan, Kızılay hattından ikiye bölündü. Ne kuzeyden güneye, ne de doğudan batıya kentte en yakın mesafeyi kat etmek dahi mümkün olabildi. 15 dakikalık yol 1 buçuk saatte alınır oldu. Sebep?!.. Çünkü Ankara’da insanlar, Cumhuriyet Bayramı’nı kendi arzu ettikleri şekilde kutlamak istediler. Bayramın devlete değil, topluma, kendilerine ait olduğunu duyumsamak istediler. Demokratik bir hakkı hayata geçirmek istediler. Devlet, hükümet ve belediye ise (ki topluca ve kısaca AKP diyebilirsiniz) buna 15 yıllık iktidarlarının alâmetifarikası olan hafriyat kamyonları ile karşı durdu, gövde ve güç gösterisi yaptı. HHH Aynı kamyonları 15 Temmuz darbe girişimi sonrası askeri birliklerin, tesislerin, garnizon ve kışlaların girişçıkışlarında da görmüştük, hatırlarsınız. Sanırım hafriyat kamyonlarının “siyasallaşması” yolunda ilk adım o zaman atıldı. Demek ki “Yeni Türkiye”, iktidar simgesi olarak “askeri tank”ın yerini hafriyat kamyonlarının aldığı bir memlekettir!.. HHH Elbette “Yeni Türkiye”de hafriyat kamyonlarını dinbaztotaliteryanizmin yalnızca politikideolojik simgesi olarak görmek eksik olur. Onları, en son Cumhuriyet Bayramı’nda olduğu gibi toplumun farklımuhalif kesimlerine had bildirme yolunda her köşe başına, caddebulvar eşiğine oturtulmuş bariyerler, demokratik taleplere çekilmiş çirkin setler olarak değerlendirmek yeterli değil. İşin elbette esaslı bir “ekonomik” altyapısı var. HHH Hafriyat kamyonları bu iktidarı yıllardır en çok ayakta tutan sektörün, onun sihirli (daha doğrusu uyuşturucu etkili) şifresi “kentsel dönüşüm”ün mübarek vasıtalarıdır. Hindistan’da nasıl inek kutsal ve dokunulmazsa... AKP Türkiye’sinde de hafriyat kamyonu kutsal ve dokunulmaz!.. O yüzden nasıl Hindistan’da inekler yolun ortasına çöğdürüp öbek öbek de bıraktıklarında kimse bir şey demezse burada da hafriyat kamyonu evinizin yanındaki boş araziye hafriyatını boşalttığında hiçbir şey olmaz. Mubahtır!.. Yine o yüzden en son İstanbul’da Üsküdar’ın göbeğinde pazar alışverişinden dönen ve sokakta karşıdan karşıya geçmek isteyen 85 yaşındaki kadını hafriyat kamyonu ezer geçer. Olur biter. HHH Çünkü hafriyat kamyonu, günümüzde sürekli kriz halinde ayakta kalma mücadelesi verirken en çok kentlere “oynayan” kapitalizmin can yongasıdır!.. Marksist sosyal bilimci ve “kentsel coğrafya” uzmanı David Harvey’e kulak verecek olursak, bu sistem kentsel dönüşüm projeleriyle insanları borçlandırma ve kredilendirme yoluna giderek ev sahibi olmaya özendiriyor. Böylece konut üretimiyle sermaye birikimini dengelemeye çalışıyor. Bu, genelde dünyanın her yerinde böyle. Fakat Türkiye özelinde bu, eğer belediyelerden başlayarak (yani 1994’ten itibaren) düşünecek olursak, 20 yılı aşkın süredir “dinbazlık”la takviyeli şekilde hayata geçiyor ve de o dinbazlığa hayat veriyor. Onun baskıcı sürekliliğine can suyu oluyor. O yüzden “İnşaat ya Resulâllah” demek dinin rüknünden bugün. HHH Yani, halkın ihtiyaçlarını karşılıyoruz diye yıllardır “Halka hizmet, Hakk’a hizmet” klişesi altında sürdürülen ekonomi politikası aslında semayenin ve kapitalizmin çıkarları doğrultusunda biçimleniyor. Bize faturası ise felakete sürüklenen, yaşanmaz hale gelen, bir uçtan öbür uca şantiye görünümüne bürünmüş kentlerimiz oluyor. Şehrin her köşe başında göze çarpan inşaat vinçleri, dozerler, kazılmış çukurlar, bu nedenle kapanan yollar oluyor. Çimentoya, betona, hafriyata vurgun “dinbaz” belediyecilik ve devletçilik anlayışının hayatımızı toztoprak ve trafik cehennemine çevirmesi oluyor. Gündelik hayatımızın, can emniyetimizin hafriyat kamyonlarının insafına/insafsızlığına terk edilmesi oluyor. Bayramın da, Cumhuriyet’in de, Türkiye’nin de kamyonlara helâl, bizlere haram kılınması oluyor. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear