26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
KULTUR Aslı Erdoğan ‘Aslı Erdoğan özgür kalana dek yazmaya var mısınız?’ “Barış İçin Yazı Nöbetçileri” adına Aslı Tohumcu, “Aslı Erdoğan özgür kalana dek gazetesinde yazmaya var mısınız?” çağrısında bulundu. Çağrı metninde şu ifadelere yer verildi: “Aslı Erdoğan’ın tutuklandığını öğrendiğimiz 19 Ağustos gecesi, tu tuklanma gerekçesi isyan ettirmeyecek gibi değildi. Bu isyanla, ‘Aslı Erdoğan özgür kalana dek gazetesinde yazmaya var mısınız?’ dedik. Dolayısıyla yaşadığımız hayattan rahatsızlık duyanlar ‘ben de yazmak istiyorum’ desin istedik.” Pazar 16 Ekim 2016 kultur@cumhuriyet.com.tr 17 Yeni Türkiye’nin “Derin Futbol”un ekran yüzleri ekip halinde sinema adamlarıfilmiNDE BİRARAYA GELDİ Beyaz TV’de tam mânâsıyla bir “Yeni Türkiye” fenomeni olarak izlediğimiz “Derin Futbol” adlı fantastik programın ekran yüzleri (Ahmet Çakar, Rasim Ozan Kütahyalı, Sinan Engin, Abdülkerim Durmaz, Ertem Şener) ekip halinde sinema filmi yaptı. 18 Kasım’da vizyona girecek “Adam mısın!”, geçen hafta içinde yayınlanan fragmanıyla bile başlı başına bir olay ve hakkında yeterince ipucunu önümüze koyuyor. Aslında ben böyle bir girişimin geç bile kaldığını düşünenlerdenim! Çoktan yapılmalıydı bu... Hatta söz konusu “Muhteşem Beşli”den dizi bile çıkar. Gerçi buna gerek yok diyenler de olacaktır. Çünkü her hafta karşımıza gelen “Derin Futbol”un kendisi zaten bir uçta dizi niyetine, diğer uçta realiteşov niyetine izlenebilecek geniş seyir yelpazesine sahip bir program. Ve bu programdan bir türev sayılabilecek “Adam mısın!”, fragmanından anlaşıldığı kadarıyla ekranda izlediklerimizin de gerisindeki “saklı senaryo”yu vaat ediyor bize ki bu da hatırı sayılır bir kitlesel çekim sağlayabilir filme... Şöyle ki biz “Derin Futbol”u izlerken maçolukla lümpenliğin yave yave kıvamlandığı içerikte hep söylenenlerin altında söylen(e)meyenleri, aysbergin görünmeyen kısmını, amiyane deyişle gösterilip de verilmeyenleri adeta “pornografik” bir iştahla merak edegeldik hep... Ama televizyon ekranı kısıtlayıcıydı ve ekrandakilerin “elini de, dilini de” (ötesine gitmeyelim!) zincirlerinden boşanma noktasına getirmediği, bir bakıma tadımlık bir şovla yetinmek durumunda bırakıyordu herkesi... İşte şimdi doyumluk mahiyette, ekranda söyleyemedikleriyle, yapamadıklarıyla, gösterip de veremedikleriyle “Muhteşem Beşli”miz sinema salonlarında karşımızda olacak gibi görünüyor. Fragman sözle anlatılmaz, izlenmeli!.. Ama yine de Ahmet Çakar’ın alafranga tuvaletin kuburundan kafasını çıkarıp, “Çok b.ktan bir yere gelmişiz” dediği kesit, bana burada bile es geçilemez geliyor. Öylesine manidar ki bunu Türkiye’nin “kitsch”leşerek yenilenmesi Şener ne, daha bilindik deyişle “Yeni Türkiye”ye dair verilmiş bir “subliminal mesaj” olarak okumak dahi mümkün!.. “Kitsch”, bilindiği gibi yüzeysellik, ucuzluk, kendini olduğundan daha değerli ve önemli gösterme halinin yanı sıra berbat, pespaye ve pislik içindeki bir hayatı hiç de öyle değilmiş gibi sürdürme eğilimini de anlatır. Daha kaba, ama neyi neyse o şekilde apaçık edecek deyişle ve Milan Kundera’dan (“Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”) cesaret alarak söylemek gerekirse, “b.ktan bir dünyada b.k yokmuş gibi davranma” pratiğinden çıkar “kitsch”... İşte tam da bu noktada “Derin Futbol” ekibinin sinemaya çok daha “samimi” bir üslup ve içerikle transferini vaat eden “Adam mısın!”, hayırlara vesiledir!.. Elbette başka pek çok açıdan yaklaşıp değerlendirmek mümkün karşımızdaki fragmanı... Bunlardan biri, günümüzün görsel, teledijital kitle kültürü evreninde eğlencenin bir “üstideoloji” haline geldiğine adeta ders malzemesi niteliğinde emsalsiz bir örnekle karşı karşı Kütahyalı Çakar ya olmamız. Ne demek istediğimizi netleştir me yolunda adamlarımızı mesleki çerçevede kimliklendirelim: İki futbolcu, bir futbol hakemi, bir futbol maç sunucusu ve bir de Rasim Ozan Kütahyalı (onu aşağıda kimliklendireceğim!). Onlar hayatın içinde maişet derdinde bir yerlere gelip sonrasında karşımızda şimdi komik birer şovmen, yahut eğlence adamı olarak durmakta. Böyle, çünkü bu zamanda eğlence her yerdedir ve her ne yapılıyorsa onun üstbelirleyenidir. Siyaset mi yapacaksın, yoksa avukatlık mı, hekimlik mi, müzisyen lik mi, akademisyenlik mi, hakemlik mi, futbolculuk mu?.. Solculuk, sağcılık, milliyetçilik, sosyalistlik, İslâmcılık, liberallik mi? Hacılık, hocalık, vaizlik, şeyhlik mi?.. Her ne yapacaksan yap, ama eğlenceli yap! İşin kuralı da, raconu da bu!.. İşte “Derin Futbol”dan “Adam mısın!”a açılan yol, böylesi bir hayat akışıyla bağlantılı: Futbolun oyuncu, hakem, spiker olarak içinde olmuş “profesyonel”lerin uzmanlık katkılarıyla başlayan futbol yorumtartışma programı, elbette mevzubahis olanların nev’i şahsına münhasırlığıyla da bağlantılı olarak bir “şoveğlence” programına dönüştü. Akışı içerisinde futbolun giderek aksesuar haline geldiği bir tür “kitschkomedi” denilebilecek bu program, şimdi ondan türemiş sinema filmi ile daha da “damar dan” girmek üzere seyir dünyamıza... Elbette bu başarıda en büyük pay, kim ne derse desin, Rasim Ozan Kütahyalı’nındır. Bildiğimiz kadarıyla Ahmet Çakar’ın tavassutuyla futbol seyir endüstrisine intikal eden Rasim Ozan, programın bu hale gelmesinde en büyük “katalitik” etkiyi yapan isim. Daha önce de yazdım, Rasim bir “entelektüel şaka” gibi girdiği hayatımızda yolun “Yeni Türkiye”ye açılmasının da sonucu olarak tam anlamıyla bir popüler kültür figürü, televizüel bir joker ve MESH (“MediaEntertainmentShow”) endüstrisi açısından da nefis bir katalizör olarak ayrıksılaştı. Bazen o mu “Yeni Türkiye”ye çok şey borçlu, yoksa “Yeni Türkiye” mi ona çok şey borçlu, bunu ayırt etmekte dahi zorluk çekiyorum!.. “Derin Futbol”da olduğu gibi “Adam mısın!”da da “kitschkomedi” akışının “climax” noktasına Rasim’le çıkılacağı anlaşılıyor. Onu fragmanda Serdar Ortaçvari, ama Serdar’ın klibinde karşımıza çıkandan farklı ebatta, gürbüz mü gürbüz bir genç kadının göbeğinden zeytin yeme noktasında izliyoruz. Nagehan Alçı da “Rasim, neler oluyor orada?” sorusuyla fragmanın devamında karşımızda. Rasim Ozan, bir parça liberalizm, bir parça entelektüelizm, bir parça siyaset, bir parça magazin, bir parça futbol, bir parça Galatasaray, bir parça AKP, bir parça devlet, bir parça belagat, bir parça polemik, bir parça gevezelik, bir parça delilik, bir parça Nagehan Alçı, bir parça Serdar Ortaç ve bir parça Tayyip Erdoğan’dır. Rasim, her şeyden bir parçadır. Ama tam olarak nedir, buna cevap bulamıyorum. Fakat şunu öne sürebilirim: Rasim, tüketim kapitalizminin dini de tüketmesiyle, İslâmcılığın postİslâmizme çözülmesiyle, dindarlığın da dinbazlığa bozulmasıyla neşvünema bulan, “kitsch”leşmiş “YeniTürkiye”mizin seküler tonlamalı bir yüz akıdır... Fragmanı bu kadar söylettiyazdırdı, vizyona girdiğinde olacakları hesap edin, herhalde kitap yazarım!.. “Adam mısın!”ı dört gözle bekliyorum. Bir büyük usta: GÜLTEKİN ÇİZGEN 58 yıllık soluk kesen serüven Haber geldi; Gültekin Çizgen sanatın fotoğraf dalında at koşturmaya son veriyor, bundan böyle illüstrasyona yoğunlaşacak mış. Fotoğraf sanatına noktayı bir retrospektif ser gisi ile koyacak mış, dediler. Gazetede fo toğraf kamerası ile hüner göste renlere foto mu habiri deriz. Ve AEnygdiınn sikalıktan aile hatırasına, nikâh masasına kadar uzanan alanda at koşturanlara da fotoğrafçı. Gültekin Çizgen’gil lere de fotoğraf sanatçısı... Ancak benim gözümde fotoğraf sanatında da, satrançta olduğu gibi usta, büyük usta, uluslararası büyük usta gibi mertebeler olaydı sanırım Gültekin Çizgen’e “uluslararası bü yük usta” yakışırdı. Meslek gereği fotoğrafla haşır neşirim ya; bu “uluslararası büyük usta”yı da 1965’ten bu yana tasta mam 51 yıldır tanırım ya, “Bu ser ginin açılışı kaçırılmaz” dedim. Fe na halde ağrıyan belimin itirazları nı kulak ardı edip serginin yolunu tuttum. İyi ettim. Çok iyi ettim. İstanbul’un henüz AVM’lere, TOKİ’nin beton kulelerine teslim ol mamış gelenekli kenti Kadırga’da, Fatih Belediyesi’nin halka ve fotoğraf sanatına armağan ettiği İstanbul Fotoğraf Müzesi’nin küçük ve büyük galerilerinin sanırım tümüne yayılmış bir retrospektif sergisi ile buluştum. Retrospektif için “Görsel sanatlarda bir sanatçının kariyeri boyunca yaratmış olduğu eserlerden derlenmiş bir sergi” denir. Kestirmeden “seçme eserler” dense olmaz mı acep? Çünkü Gültekin Çizgen’in “bütün eserleri”ni nasıl olsa değil İstanbul Fotoğraf Müzesi’nin galerilerine, bir spor salonunun duvarlarına, tribünlerine filan yerleştirmeye kalksanız yine sığmaz. Başdöndürücü bir sergiden söz ediyorum. 58 yıllık bir sanat dö neminin ürünü fotoğraflardan görsel sanatların öteki ve zorlu dallarından illüstrasyonlara, cam ve hat sanatına el atmış ve hüner döktürülmüş ürünlere kadar harikulade bir sergi... Böylece müze bir sergiyi aşmış, bir sanat etkinliğine dönüşmüş. Sergi için hazırlanmış çok özenli ve çok kapsamlı üç kitap da bu etkinliği taçlandırmış. Görsel sanatlar üstüne kurulmuş bir sergiyi yazıya dökmek zor değil, olanaksız. Gitmek, görmek, her bir fotoğrafın, cam işlerinin, hat sanatının 21. yüzyıldaki yorumlarının önünde dakikalar boyu durmak, bakmak, tadını çıkarmak gerek. Belimin ağrısının izin verdiği süre ce öyle yaptım. Bazı eserlerde dakikalar yetmedi. Kadim arkadaş Gültekin Çizgen’le oturup iki laf etmeye bile zaman kalmadı. Benimki sanata meraklı bir amatörün sergi izlenimlerinden ibaret. Özetlesem “Hayran kaldım” gibi kuru ve duygularımı, düşüncelerimi anlatmaktan çok uzak iki sözcüğe indirgenir. Fotoğraf sanatına meslek ya da hobi olarak eğilenler ise sanırım hem çaktırmadan kıskanacak hem de ustalarına selam yollayacaklardır. Bir gazete izlenimlerinden ibaret bu yazıyı çok zor yazdım. Çünkü iki gündür sergi kataloğu diye tanımlamanın pek sönük kalacağı, fotoğraflara ayrılan “Anbean” adlı kitapla, illüstrasyonlara, cam işlerine ve hat sanatına ayrılan “Hezarfen Çizgen” adlı kitaba dalmış durumdayım. Sergiyi ve Gültekin Çizgen’in 58 yıllık emeğini bir de sayfalarında yansıtan iki kitabı bir yana itip bu yazıya oturmak epey zor oldu. Ortaya da çıka çıka işte bu yazı kaldı. Öğüdümdür: İstanbul’daysanız ve sanatı, hele hele fotoğraf sanatını seviyorsanız işi gücü bırakıp bu sergiye gidin; 58 yıllık bir sanat serüvenine tanıklık edin. Sergiden çıktıktan sonra da Kadırga Parkı’nın çınarlarının altında keyifli bir mola verin. Sonunda sanatçıya alkış tutacak, size bu öğüdü verdiğim için de bana teşekkür edeceksiniz. Dario Fo’dan... Bob Dylan’a... Dünyada, savaş, kan, katliam, açlık, yoksulluk, gelir uçurumu tırmandırıl kiyle” bütünleşmekten geliyordu. Bu sayfalarda daha önce yazı lanları tekrarlamayacağım. Önce dıkça, egemen güçlerin popü Füsun Demirel’e sayısız çeviri ler kültüre daha çok yer siyle onu Türkiye’ye ta açma gerekliliği ortaya nıttığı için teşekkür ede çıkıyor. Yer açmaktan ceğim, sonra bir anımı öte, popüler kültürü yü paylaşacağım... celtme yarışı almış başı Dario Fo, çok iyi bir nı gidiyor. yazar, bir dramaturg, bir Eşitsizlik, adaletsiz yönetmen olduğu denli, lik, vicdansızlık sade muhteşem bir oyuncuy ce bizim ülkemizde de du da. O ve karısı Fran ğil, dünya politikasında ca Rame sahneye çık da egemen. “Uygar” bi Dario Fo tılar mı, pireyi deve, de linen Batı dünyası, iş veyi kelebek yaparlar; te bu eşitsizliğe ve adaletsizliğe kelebeğin kanat çırpışını umuda, başkaldıran popüler kültür üreti umudu ay ışığına, ay ışığını bir cilerini ödüllendirerek adeta, bir somun ekmeğe dönüştürürlerdi: vicdan rahatlaması da sağlıyor. Bir kibrit çöpüyle okyanusları tu Bu ortamda, Bob Dylan’a Nobel tuştururlar, bir damla gözyaşıyla ödülü verilmesine pek şaşma volkanları söndürebilirlerdi. Bü mak gerek... yücüydüler! Edebiyat mı, değil mi? Nobel’e ilişkin farklı görüşler, tartışmalar birbirini izliyor. Şematik olarak: Karşı çıkanlar “edebiyattan sayılmayacağını” söylüyor. Savunanlar, Homeros’a gidip, “sözlü şiir geleneği”nden söz ediyor. Türkiye’de büyük sevinçle karşılandı. Bu sonuca çok sevinenlerin kaçı Bob Dylan’ın şiirlerini okudu doğrusu emin değilim. Kimi tutucu görünmemek adına sevindi, kimi de bir arkadaşımın şakayla karışık söylediği gibi “nihayet tanıdık bir isim aldı Nobel’i” diye sevindi... Elbet Orhan Pamuk dışında. Boş bir tartışma. Nobel kurulu seçimini yapmış. Hiç kuşkunuz olmasın, Bob Dylan da, karşı çıktığı tüm o burjuva ve aristokrat resmi seremoninin tüm gereklerini yerine getirecek. Hem de her saniyesinin tadını çıkararak. Sonra yine fildişi kulesine kapanacak... Nobel Edebiyat Ödülü açıklamasını ilk duyduğumda, benim içimden geçen tümce şu oldu: “Ah, şimdi o güzelim şiirler eksik kalacak!” Açıkçası benim için o muhteşem şiirler o müzikle bir bütündü. Şimdi bir yanları iğdiş edilmiş gibi oldu... Şiirler eksik kaldı... Nereden nereye: Sezen Aksu’nun birkaç yıl önce şarkı sözlerini topladığı kitaba “Eksik Şiir” adını verdiğini düşündüm. Sevgiyle, saygıyla gülümsedim... Ötekiyle bütünleşmek Nobel ödüllü edebiyat ve tiyatro adamı, sokaktaki insanın sesi, kocaman yürekli Dario Fo öldü. Çok kısa bir süre önce Devlet Tiyatrosu’nda oyunlarının yasaklandığını duyunca, “Sanki ikinci kez Nobel kazanmış gibi oldum” demişti! Dario Fo da popüler kültürün bir parçası ama onun “popülerliği” son gününe dek sokakta, sokaktakiler gibi yaşamaktan, “öte Düşlerin mimarı Yıl 1985. Roma’da “Teatro Tenda”dayım. Dev bir çadır tiyatrosu. 2 bin kişi sahnedeki erkek oyuncuya kilitlenmişiz. Dario Fo, günlük giysiler içinde “Commedia dell’Arte” üzerine ciddi ciddi konferans veriyor. (İtalyanca bilmiyorum ama neden söz ettiğini anlayabiliyorum) Derken... Üzerinde ne bir kostüm ne de şatafatlı maskeler, sadece kendi mimikleri ve elindeki bir bez parçasıyla, ansızın Dario Fo olmaktan çıktı Arlecchino oldu, sonra devlet başkanı oldu, sonra isyancı öğrenci, sonra sayısız tipe dönüştü... Derken temizlikçi kadın girdi sahneye (Franca Rame). Sahneyi ve Dario Fo’yu sahneden süpürdü. Ve sıra bende diyerek attı süpürgeyi elinden, bir kontesle bir fahişenin karşılaşmasını tek başına bize yaşattı. Dario Fo, elinde kocaman bir sırıkla yeniden sahneye daldığında karşı karşıyaydılar. Biri “bu bir merdivendir” dedi; öteki “hayır bu bir gemi” dedi. Kavga kızıştı. O koca sırık Dario Fo’nun elinde gemi olup okyanuslarda dev dalgalarla çatıştı. Franca Rame sırığı eline geçirdiğinde “gemi”, “merdiven” olup merdiven işlevi görüyordu. Hayır bu sırık bir bayrak direği... Yok yok kocaman bir erkeklik simgesi... Sahnenin ve dünyanın tüm değişebilirliğini, tüm alternatiflerini, seçeneklerini, bu iki oyuncu gösterdi bana. İki oyuncu her an seyircinin gözbebeklerinden içeri süzülüyor; yine de sanki yalnız ve yalnız benimle konuşuyorlardı. Hiç kuşkum yok, o iki bin kişilik çadırda kime sorsam, “Hayır seninle değil benimle konuşuyorlar” diyecekti... Sokağın, halkın sesi, ötekilerin kardeşi, düşlerin mimarı... Sahnelerin ve yeryüzünün büyücüsü 3 yıl önce yitirdiği Franca Rame’sine kavuştu. Birlikte ışık içinde uyusunlar... Mercan Dede ile Sabahat Akkiraz aynı sahnede Alternatif seslerin mekânı Borusan Müzik Evi, 20 Ekim saat 21.00’de başlayacak yeni sezon konserlerinde ilk olarak vazgeçilmez serisi Nova Muzak’la Avrupa’nın en uzun soluklu doğaçlama topluluklarından bir tanesi olan Alexander Von Sclippenbach Trio ve Parisli Ghédalia Tazartès’I sahnesinde ağırlayacak. Mercan Dede ile Sabahat Akkiraz 23 Aralık saat 20.30’da Borusan Müzik Evi’nde birlikte pek çok parça yorumlayacak. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear