23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
Pazartesi 25 Mayıs 2015 KULTUR EDITÖR: ÖZNUR OĞRAŞ ÇOLAK ‘Gerçek aşkın resitali’ Ankara’da Kremlin Balesi ile Kuğu Gölü, önceki akşam Zorlu PSM’de İstanbullu baleseverlerle buluştu. Gösteriye sanat dünyasının ünlü simalarının da aralarında bulunduğu binlerce kişi katıldı. İstanbul’dan sonra bugün Congresium Ankara’da sahnelenecek. 19 AnA YArıŞMA Altın Palmiye: Dheepan (Yön: Jacques Audiard) Jüri Büyük Ödülü: Son of Saul (Yön: László Nemes) En İyi Yönetmen: Hou Hsiaohsien (The Assassin) Erkek Oyuncu: Vincent Lindon (La Loi du Marche) Kadın Oyuncu: Rooney Mara (Carol), Emmanuelle Bercot (Mon Roi) En İyi Senaryo: Chronic (Yön: Michel Franco) Jüri Özel Ödülü: The Lobster (Yön: Yorgos Lanthimos) Altın Kamera: Tierra y la Sombra (Yön: César Augusto Acevedo) Kısa Metraj: Waves’98 (Yön: Ely Dagher) Cannes’da büyük ödül Fransa’da kaldı Altın Palmiye’yi Fransız yönetmen Vincent Lindon ‘Dheepan’ filmiyle kazandı u yıl 68’incisi düzenlenen Cannes Film Festivali’nin kazananları dün akşam düzenlenen törenle sahiplerini buldu. Altın Palmiye’yi “Dheepan” filmiyle Fransız yönetmen Jacques Audiard aldı. Jüri Büyük Ödülü’nü Macar yönetmen László Nemes “Son of Saul” filmiyle alırken “En İyi Yönetmen Ödülü”ne Çinli Hou Hsiaohsien değer görüldü. “En İyi Kadın Oyuncu Ödülü” Rooney Mara ve Emmanuelle Bercot arasında paylaştırılırken “En İyi Erkek Oyuncu” ise Fransız aktör Vincent Lindon oldu. Festivalde onur ödülü ise Fransız sinemacı Agnes Varda’ya sunuldu. Varda bu ödüle değer görülen ilk kadın sinemacı. lKültür Servisi B Evet, öldürmek bunca kolayken... ısa süre önce bu sütunda ve yine öldürmeler için kullanmıştım bu başlığı. Ama o kısacık sürede yine de epey ölüm birikti. Eylemlerde öldürülen gençler. Çarşıların ortasında, kilise önlerinde öldürülen gençler. Ve kadınlar. Hele kadınlar. Erkeklik adına öldürülmeleri sürüp giden kadınlar. Öldürmek bunca inatla ve acımasızlıkla yineleniyorsa eğer, o zaman öldürmek üzerine yazılanlar da ne kadar yinelense azdır. Ama, daha önceki yazımda da söylediğim gibi, öldürülmek üzerine yazmak benim için artık her geçen gün daha da zorlaşmakta. Yaşadığım iklimde öldürmek bunca çoğalmışken, dahası, yaşamanın adı neredeyse öldürmeye ve öldürülmeye çıkmışken neredeyse kırk yılı geride bırakmış yazarlığım boyunca uğraşımı, hep hayatı savunmaya adamışken, dünya edebiyatında ölüm olgusu ile hesaplaşma bağlamında eşsiz olan “Vergilius’un Ölümü” çevirisine hayatımın tam kırk yılını vermişken, yazdıklarım ve çevirdiklerime rağmen öldürmeler karşısında onca aciz kalmışlık duygusuyla bir kez daha çarpışmak zorunda kalmak! K ‘BElirli Bir BAKıŞ’ En İyi Film: Hrutar (Rams / Yön: Grímur Hákonarson) Jüri Özel Ödülü: Zvizdan (The High Sun / Yön: Dalibor Matanic) En İyi Yönetmen: Kishibe No Tabi (Journey to the Shore / Yön: Kiyoshi Kurosawa) Yetenek Ödülü: Comoara (Corneliu Porumboiu) Umut Veren Yönetmen Ödülü: Nahid (Yön: Ida Panahandeh) ve Masaan (Yön: Neeraj Ghaywan) Cannes’ın kazananları bir arada: Fransız oyuncu Emmanuelle Bercot, Fransız yönetmen Jacques Audiard (ortada) ve Fransız aktör Vincent Lindon. ‘Kavuklu’ya kızılmaz Sanatın, mizahın ve tiyatroda geleneğin değerini bilmek, bilip yaşatanlara da saygı duymak gerek. ‘Kavuklu’ya kızılmaz, olsa olsa diline düşmemeye gayret edilir erhan Şensoy Türk tiyatrosunun yetiştirdiği en özgün sanatçılardan biridir. Çağına tanıklık etme gereğini “komiki şehir” geleneğiyle bütünleştiren Ferhan, deyim yerindeyse “son kavuklumuz”dur. O, yüzyılların içinden süzülüp gelmiş bir geleneği –hem de tam soluğu kesilmişken kendine özgü üslubu, inanılmaz kıvrak kalemi ve söz oyunlarıyla yeniden ve yepyeni bir biçimde var etmeyi bilmiş bir sanatçımızdır. Aslında bu memlekette “gelenek” adına konuşanların sahip çıkması, en azından saygı duyması gereken bir iştir Ferhan’ın yaptığı, başardığı. Ama aynı zamanda müzmin ve muzır muhaliftir Ferhan Şensoy. Bu yönüyle çeşitli iktidarların hışmına da uğramış, ama o bildiğini söylemekten, gördüğünü yazmaktan ve çok güzel yazmaktan hiç geri durmamıştır. Kusura bakmayın ama mizah da bu değil midir zaten? Topraklarımızdaki mizah geleneği, en azından o hüzünlü Karagöz söylencesinden bu yana böyle şekillenmemiş midir? Ferhan Şensoy’un otuz yıla yaklaşan bir süredir oynadığı “Ferhangi Şeyler”in bir grup Hukuk Fakültesi öğrencisi tarafından protesto edildiğini, üstelik aynı grubun tekrar salona dönerek tehditkâr bir üslupla sanatçıya yeniden saldırdıklarını anlatan haberi okuyunca bunları düşündüm. F Muzır muhalif Öyle bir olay ki, neresinden tutsanız elinizde kalacak. Ferhan biraz uğraşsa bundan yeni bir oyun bile çıkarır. Geleneği sözde savunanların gelenekten haberi yok, karşılarında “Son Kavuklu”nun durduğunu bilmiyorlar, belki 12 Eylül’den sonra Münir Özkul’un kavuğunu Ferhan Şensoy’a devrettiğinden haberleri bile yok. “Kavuklu” kimdir diye sorsanız, “Muhteşem Yüzyıl”dan öte bir cevapları olacağından emin değilim. Diğer yandan, bunlar Hukuk Fakültesi öğrencileri ve bir sanatçıya, “Biz sana yaptırmayız” diyebiliyorlar. Aradaki bölümüne neyi yerleştirdiğinizin önemi yok aslında, çünkü söz konusu olan Hukuk Fakültesi. Yani bazı konular gündeme geldiğinde, hukuk da aradan çıkar deniyorsa onu bilemem. Ama unutmayın ki yarın bu çocuklar yargıç olacaklar, savcı olacaklar, avukat olacaklar. Bizi yargılayacaklar, suçlayacaklar veya savunacaklar. Eğitimimizdeki kültür erozyonunu ve toplumumuzdaki kamplaşmayı yansıtan tehlike işaretleri bunlar ve “biz” derken şu topraklarda yaşayan herkesi kastediyorum, herkes açısından da böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Ama genel manzara hiç hoş değil: Sanatı, sanatçıyı sevmeyen, sanatı, sanatçıyı güncel siyasi çekişmelerin üstünde tutmayı beceremeyen, ama öldükten sonra arkasından programlar yapmaya, cenazesinde nutuklar atmaya, timsah gözyaşları dökmeye bayılan şizofrenik ve paramparça bir toplumsal manzara. Provokasyona gelmeyelim Sonra bir an duruyorum, “Yoksa” sorusu çengelleniyor aklımda. Tuhaf bir provokasyon sezgisi kaplıyor içimi. Öyle ya, işte hazır malzeme: “Dine hakaret” üzerinden yeni bir tartışma, yeni bir kemikleştirme çabası, atılacak yeni nutuklar. Böyle bir tartışmadan uzak durmakta, böyle bir provokasyona gelmemekte yarar var diye düşünüyorum. Diğer yandan, her şeyi araçsallaştırabilen, potansiyel malzeme olarak görebilen militan bir zihniyetin bu derece yaygınlaşması, herkesin, ama herkesin ciddiye alması, bulunduğu her yerde karşı çıkması gereken bir tehlike olarak gözüküyor. Yoksa bazı değerleri bu kısır tartışmaların üstünde tutma konusunda bir toplumsal mutabakat oluşamayacak, veya oluşmuş mutabakat giderek parçalanacak. Sanatın, mizahın ve tiyatroda geleneğin değerini bilmek, bilip yaşatanlara da saygı duymak gerek. “Kavuklu”ya kızılmaz, olsa olsa diline düşmemeye gayret edilir. Ferhan Şensoy’un otuz yıla yaklaşan bir süredir oynadığı “Ferhangi Şeyler”... Öldürmek üzerine son yazdığımda, karşımda daha bir gün önce Ege’nin topraklarına verilen Fırat Yılmaz Çakıroğlu’nun fotoğrafları vardı. Ekim 2014’te İzmir’de, bir yürüyüş sırasında arkadaşları ile en ön safta. Aynı resimlerin sol köşesinde daha küçük bir portre çekimi. Ve onların altında, cenazede çekilen ve nicedir bilinen o resimler: Öldürülen oğlunun çerçeveli resmine sımsıkı sarılmış bir anne. Evladının musalla taşındaki tabutuna kapanmış bir baba. Haber başlıkları ise neredeyse aynı: “Karşıt görüşlü öğrenciler arasında çıkan çatışma sırasında ... bıçaklandı...” Yaşamanın artık çoktandır öldürülmeye dönüştüğü bir iklim. “Karşıt görüşlü” olmanın, doğal olarak öldürülme riskini de beraberinde getirdiği, ilkokuldan üniversite son sınıfa kadar uzanan bir yelpazede, artık çocuğunu ‘okul’a gönderen hiçbir anababanın onu akşam sağ göreceğinden emin olamadığı bir ülke. Ve belki de en zoru: Bu ölüme tepkimi dile getirirken, öldürülenin yaşıtı olan kimi gençlerin; “Ama hocam, onun hangi saftan olduğunu biliyor muydunuz?” diye karşı çıkmalarına, bu cinayeti haklı göstermeye çalışmalarına tanık olmak! ‘Onun hangi saftan olduğunu biliyor muydunuz?’ Geçen yüzyılın en büyük yazarlarından Elias Canetti’den bir not: “İnsan hayatının ölçüt olmaktan çıktığı yerde, artık hiçbir şeyin ölçütü kalmamış demektir...” Yıllar önce, İstanbul Üniversitesi Alman Filolojisi Bölümü’nde Hüseyin diye çok sevdiğim bir öğrencim vardı. Yirmilerinde, canlı, politik tutumu olan, bu tutumu rahatça sergileme yürekliliğini hep gösterebilen bir gençti. Sonra onu birkaç hafta görmedim. Bir cuma günü dersten çıktığımda, koridorda beni bekleyen bir gençle karşılaştım. “Hocam, ben öğrenciniz Hüseyin’in arkadaşıyım...” – “Peki nasıl Hüseyin? Merak ettim. Hasta mı?” – Ses çıkarmadan bana elindeki mevlit şekeri külahını uzattı. “Hüseyin çatışmada vuruldu – dün kırk mevlidi vardı, size şekerini getirdim; sizi çok severdi...” Hüseyin, “karşıt görüşlü” öğrenciler arasında çıkan çatışmada ölmüştü. Canetti’nin yukarıdaki alıntısı sanırım ilk kez o gün böğrüme bir kurşun gibi saplanmıştı. Aradan yıllar geçti. Ve ben bir kez daha Canetti’nin “Yazarın Uğraşı”ndan bir cümle ile sarsılıyorum: “Yazarın işi, insanlığı ölümün kucağına bırakmak olamaz...” Peki ama, ya yazar insanlığı durmaksızın ölümün kucağına itenler karşısında güçsüz kalıyorsa? ‘İnsan hayatının ölçüt olmaktan çıktığı yerde...’ ‘Şeytan, Melek ve Komünist’ Sırpçada edim Gürsel’in “Şeytan, Melek ve Komünist” adlı romanı Vesna Gazdiç’in çevirisiyle Belgrad’ta, Geo Poetika Yayınevi tarafından yayımlandı. Nâzım Hikmet üzerinden 20. yüzyılı ve komünizmi sorgulayan roman, yolları Berlin’de kesişen, biri kadın üç kişinin hikâyesini anlatıyor. Uluslararası Balkanika N Vakfı ödülüyle Fransa Akdeniz Roman ödülünü alan “Seytan, Melek ve Komünist”, daha önceden “Kızıl Melek” adıyla Fransa, İspanya, İtalya ve Mısır’da yayımlanmıştı. Nedim Gürsel’in “Allah’ın Kızları” adlı romanı da 2014’te Sırpçaya çevrilmiş, Belgrad Ulusal Kitaplığnda basına ve okurlara tanıtılmıştı. l Kültür Servisi C M Y B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear