23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 26 MAYIS 2014 PAZARTESİ 6 ‘Bu madene de bu hükümete de güven olmaz’ DİZİ Onlar geleceklerini yeniden kurmak istiyorlar, iş istiyorlar, eğitim istiyorlar. 80 hane 11 cenaze Elmadere’ye doğru yol alıyoruz. Bölgeyi iyi bilen, kendisi de bir maden işçisi olan Baki Dayıoğlu, bizi Kınık’ta karşılıyor. Hep birlikte Anadolu Erenleri Derneği’nin binasına gidiyoruz. İçerisi kalabalık ve hepsi maden işçisi. Yaşlısı, genci, emeklisi orada. Herkes tartışıyor, bu madene ve hükümete güven olmaz. Haklarını öğrenmek ve bu hakkın peşinden gitmek istiyorlar. Madenler kapalı olduğu için, bu günler imkânlı günler. Baki Bey, “Bölgenin en yoksul köylerinden birine gidiyoruz” diyor. “Eski madenci köylerinde ekonomik durum daha iyidir. Çünkü yıllardır hem madencilik yapıyorlar hem küçük de olsa toprak işliyorlar. Ama bu köy, dokuz yıldır madene işçi veriyor ve toprakları yok.” Düşen Bir Lider Portresi 2 1) Der Spiegel dergisi, Almanya’nın en etkili bir iki yayın organından biridir ve dünya çapında tanınır. Soma üzerine yazdığı habere “Erdoğan Cehenneme kadar yolun var” benzeri bir başlık koydu. Erdoğan ve adamları ortalığı yıktı. Bir dergi nasıl böyle bir başlık koyarmış. Muhabir Hasnain Kazım’a yüzlerce tehdit. Spiegel (Ayna) muhabirini Türkiye’den çekmek zorunda kaldı.. Erdoğan, Köln konuşmasında “Cehennemin yolunu nereden biliyorlarmış” diye sordu ve Spiegel’i hedef gösterdi yine.. Aslında ne olmuştu? Cehenneme kadar yolun var, başlığı tırnak içindeydi.. Yani derginin kendi başlığı değildi. Bu sözü, gazeteciye Soma’da bir madenci söylemişti; eh ilgi çekici bir laftı, 301 arkadaşlarını kaybetmiş madencilerin içinde bulunduğu duyguyu çarpıcı bir şekilde dile getiriyordu ve hooop haberin başlığına oturmuştu. Somalı madenci, demek ki Erdoğan’ı iktidarı sorumlu görüyor. Başlık da bunu net ifade ediyor.. Biri bunu beğenir başlık yapar, bir başkası beğenmez... RTE’nin bam teline dokunmuş olabilir, eeeee en sorumlu mevkide oturacaksın, madendeki katliama senin yönetim biçimin yol açacak, can acısıyla yapılan eleştiriye de sinirleneceksin. Nerede bu bolluk! (Diktatörlüklerde!) 2) Erdoğan sakın millete bir “dış düşman” göstermek için Spiegel ve Almanya’ya bindirmiş olmasın! “Türkiye’ye parmak sallama dönemi bitti” sözlerini Avrupalı politikacı iplemez, ama RTE’nin hedefi de zaten “Türkiye boyun eğmez yabancıya... büyük lider..” havasıtatavasıyla, Cumhurbaşkanlığı seçimi için propaganda yapmak.. Bu amaçla orada! RTE, Almanya ile Türkiye’yi de birbirine düşürür. Zaten Almanya’da kamuoyu, iktidar muhalefet medya, hepsiyle siperlere girilmiş durumda. Gezi’yi Almanlar “tezgâhladı”, Okmeydanı’nda cinayetleri Almanlar kışkırttı (MİT’in rolü ne orada?!), 3. köprüyü de sabote ediyorlar (!).. Akıllara ziyan, yalan üzerine kurulu bir propaganda makinesini çalıştırıyor iktidar ve adamları.. Almanlar bunların arkasındaki RTE’nin yüzünü görmüyor mu?! RTE onlara Hitler’i anımsatıyor, ama Almanlar da karşılarında demokratlığın zerresini bulamadıkları Erdoğan’da, Hitler’den güçlü esintiler görüyor ve tüyleri diken diken oluyor.. Sadece çocuklar gülüyor çünkü çok çikolata geldi Elmadere’nin girişinde pek çok araba var. İnsanlar hiç olmazsa çocukların yüzü gülsün diye, onlarca çikolata paketi, çocuk ayakkabısı, tişört getirmiş. Birden aklıma Gölcük depremi günleri geliyor. Burada da devlet yok, özellikle bu köyde yok. “Biz Aleviyiz de ondan bize uğramıyorlar” sözü pek yaygın. Ama sivil kuruluşlar, hayırsever insanlar Elmadere’yi unutmuyorlar. Buradaki çocukları unutmuyorlar. Önce iki oğlunu birden madende yitiren Senem Yıldırım’ın evine uğruyoruz. Evin adamı hasta yatıyor. Bütün Yıldırım ailesinin kadınları, evin girişinde toplanmış, acılarını paylaşıyorlar. Senem Hanım, artık pek konuşmak istemiyor, ilk günler çok konuşmuş. Şimdi izin verirlerse sessizce iki oğlu İlkay ve Sercan’ın yasını tutmak istiyor. Geriye tek oğlu kalmış, şimdi o ailenin reisi. Kadınlar sessizler, sadece içlerinden biri, o da akrabadan, onun da kocası maden işçisi, hep aynı sözü tekrarlıyor. “Ben artık adamımı madene salmam. Ekmeğe soğan kırıp yerim ama onu madene salmam. O çocuklarına lazım, bana lazım.” Acılı ana Senem Hanım yerinde duramıyor. Bir oraya oturuyor bir buraya. “Senem Hanım”, diyorum, “siz hiç tütün kırdınız mı, hiç tütün dizdiniz mi?” Senem Hanım şaşırarak yüzüme bakıyor. “Anacığım,” diyor, “ben bu oğulları neyle büyüttüm? Tütünle. Ne güzel kokardı tütün… Bize ne güzel bakardı. Kimselere muhtaç olmazdık o zamanlar, az buçuk hayvancılığımız da vardı. Sonra birden bir kıran girdi. Ne tütün kaldı, ne davar… Elimizden uçup gitti. Onları bizden aldılar. O zaman ne oldu, ne bilir benim oğlum kâtip olmayı, okuluna gitmemiş ki… Girdiler madenlere, parası az ama garanti dediler. Aha ikisi de yok. Gelinler, çocuklar kaldı geriye. Hadi ben bunca yaşımı yaşadım, artık ölüme yakınım ama ya torunlar, onlar ne olacak? Onlar da mı babalarını alan madene girecekler. İçim en çok buna yanıyor, en çok buna …” Ayakkabılarımı kimseye vermem! Biz bunları konuşurken birden, Senem Hanım’ın torunu Sevcan, yıldırım gibi aramıza dalıyor. Elinde bir ayakkabı kutusu. Ona armağan edilen yeni ayakkabılarını giymiş, eskilerini de kutuya yerleştirmeye çalışıyor. Bir yandan da kutuyu elinden almak isteyen küçük kardeşine bağırıyor: “Bu ayakkabılar benim, kimseye vermem!” Hani istesen olmaz, yedi yaşında bir yetim, bir ayakkabı kutusuna sıkı sıkı sarılmış. Ne var içinde, sadece eski ayakkabıları. Bir gün gerekir, diye atamamış onları, kıyamamış. Ah anacığım ah, bilsen o kutularla ne Avro’lar, dolarlar taşındı. Sana buncası düşmüş işte. Bir spor ayakkabı. Senem Hanım ve yaslı bütün kadınlara “başınız sağ olsun” deyip hemen komşu eve, madenci İlkay’ın evine geçiyoruz. Bir kadın evin balkonunda tek başına oturuyor. Senem Yıldırım’ın evindeki kalabalıktan sonra bu ıssızlık beni şaşırtıyor. Ben eve yaklaşınca balkona birkaç kişi daha çıkıyor. Ve Aslı Hanım bizi evine davet ediyor. Sevcan ayakkabılarını kucaklamış heyecanla arkadaşlarına göstermeye gidiyor. nemli olan yüzde 43 ile ne yaptığındır 3) Erdoğan’ın dünyaya, muhalefete karşı en büyük kozu yüzde 43. “Saygı gösterin” diyor. Bu yüzde 43’ün de her geçen zamanda aşağı indiğini görelim. Ama kimse Erdoğan’a yüzde 43 oy aldı diye saygı duymak ve göstermek zorunda değildir. Millet, insanlar, bu yüzde 43 oy ile ne yaptığına bakıyor! En basitinden, son yaşadıklarımız çerçevesinde: l Madencileri on para için ölüme gönderen sistemi mi kuruyor? l Polise “Nasıl sabrediyorsun anlamıyorum” sözleriyle çek tetiği arkandayım talimatı mı veriyor? (Adamları da hemen arkasından, maskelileri polis vurup öldürmeli, dedi Kocaeli Bld. Bşk Yard.) Ve “Ya bu ülkede eşek gibi sessizce yaşayacaksınız ya da defolup gideceksiniz.” (İstanbul Kızılay Şube Md.; Binali Yıldırım’ın kardeşi). Aslında hepsi RTE’nin düşüncelerini hem dile getiriyor hem tercüman oluyor. l Muhalefet liderini parmağıyla göstererek tehdit mi ediyor kürsüden?.. l Ve halkını ezmek için daha güçlü TOMA2’ler mi ısmarlıyor?.. Polis devletini zırhlıyor mu?.. MİT yasası ile iktidarına karşı çıkacakların canına okumaya mı hazırlanıyor?.. Bir iktidar altında, insanların canının beş paralık değeri yoksa, madende zehirlenerek veya sokakta patır patır vurulup öldürülüyorlarsa... muhalefeti yok sayıyor ve türlü çeşiti yalanla yok etmeye çalışıyorsa.. Aldığın yüzde 43 oyuna da, demokrasi, insan hakları, siyasi özgürlükler vb. açısından beş para değer verilmez.. Ö Beni şefkatle kucağına almış, çorba yapmıştı Aslı Yıldırım’la İlkay yıldırım 2007 yılında evlenmişler. Aslı, “Ben ona kaçtım” diyor. “Bir sevdim bir sevdim, kimseler tutamazdı beni. Biliyor musun o çok iyi bir insandı. Son madene gittiği gün ben hastaydım, ‘Beni böyle bırakıp gitme,’ dedim. Beni çocuk gibi kucağında yemek odasına taşıdı, bana çorba yaptı, eliyle içirdi. ‘Mesaiyi çabuk bitiririm hemen dönerim’ dedi.” Aslı ağlamaya başlıyor, elimden hiçbir şey gelmiyor. Birden o soruyor, “Bizim düğün reOna sadece bu fotoğraflar kaldı. simlerimizi görmek ister misin?” “Tabii” diyorum, içeri girip düğün fotoğraflarını getiriyor. Fotoğraflara bakarken hafiften gülümsüyor, kocasının fotoğrafını şevkatle okşuyor ve ardından gözyaşlarını silip şöyle diyor: “Ben kocamın kanını, çocuklarımın babasının kanını onlarda koymam. İki çocuğumun da istikballerini düşünmek zorundayım. Artık hem anayım, hem baba. Ve onların madenci olmalarını istemiyorum. Ölürüm onları madenci yapmam! Ben buradan insanlara seslenmek istiyorum. Benim elimden hiçbir iş gelmez. Anca çocuklara bakmayı öğrenmişim, okumamışım. Ama ben çalışmak istiyorum. Çocuklarım babasız diye hiçbir şeyden mahrum kalmamalarını istiyorum. Ben bir iş istiyorum! Tamam ovaya gidebilirim ama o iş iki aylık sonraki aylar nasıl olacak? Bize acımayın, sadece iş imkânı yaratın!” Aslı Yıldırım pek çok kadının isteğini dile getiriyor. Buraların kadınları çalışkandır. Tütüne, bostana gitmeye alışıktır. Yakınmazlar, yeter ki onlara iş olsun! Maaşını alıp son taksidini ödeyecekti Gene bir cenaze evindeyim. Ali Güven madende ölünce Kınık’taki eşi, dört çocuğuyla birlikte yapayalnız kalmış. Kayınpederi onu hemen yanına almış, Elmadere’ye. Ali Güven’in eşi hiç konuşmuyor. Sanki bir suskunluk nöbetine girmiş gibi. Onun yerine kayınpederi, kayınbiraderi konuşuyor. Kayınpeder bir maden emeklisi: “Biz oğlumuzun çocuklarını ele güne mahcup etmeyiz. Zaten oğlum yaşarken de onlara yardım ediyorduk. Dört çocuk, yemelerine bile oğlumun aldığı para yetmezdi.” Ali Güven’in eşi hiç konuşmuyor. Çocuklarından biri hiç yanından ayrılmıyor. Sanki korkmuş da annesi onu koruyacakmış gibi. Acaba ne düşünüyor? Geride kalan çocuklarının büyüdüğünü görecek mi? Onları sünnet ettirebilecek mi? Suskunluk bazen, ağlamaktan daha beter insanı sarsıyor. Ben de sadece ona bakıyorum. Karşımda ana oğul sanki bir çaresizlik heykeli gibi duruyorlar. Bu kadar çaresiz görünen bu kadın, kim bilebilir belki de bir zamanlar koyunların peşinde koşan, yün eğiren, yoğurt yapan cabbar bir Yörük kadınıydı. Korkusuz, başı dik bir kadındı. Sanki maden onu yaşamdan koparmış, sadece çocuklarının anası yapmış. Dalmış bunları düşünürken, çocuklardan biri elinde çikolata gülümseyerek anneye yaklaşıyor. Elindeki çikolatayı gösteriyor. Artık yeter, buraya geldiğimden beri hiç ağlamadım. Ama ar Bellek hiçbir şeyi unutmaz Uçaktayım. Acılı coğrafyayı terk ettim ama görüntüler benim peşimi bırakmıyor. Babasının mezarına su dökmeye çalışan iki yaşındaki Ali, dört çocuklu o çaresiz Yörük kadını, ayakkabı kutularına sarılmış koşan Sevcan…Hiç kimse bu acıyı ve zulmü hak etmedi. Tek yapabildiğim Nâzım Hikmet’in eşsiz şiirine sığınmak oluyor: Onlar ki toprakta karınca,/ suda balık,/ havada kuş kadar/ çokturlar;/ korkak, / cesur,/ câhil, /hakîm /ve çocukturlar /ve kahreden / yaratan ki onlardır,/ destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. tık kaldıramıyorum. Bu denli çaresizlik ağırıma gidiyor. Bir çikolataya sevinen çocuklar ağırıma gidiyor, bir ayakkabıya sevinen çocuklar ağırıma gidiyor. En iyisi uzaklaşmak. Baki Bey, beni gene cenaze çıkmış bir başka eve götürüyor. Artık ne not tutu Kefenimi ona verdim sı benim elimden tutuyor, evin avlusundaki bir traktörü gösteriyor. “Oğlum daha bir hafta önce bu traktörü almak istiyordu. Sahibi bir hafta müddet vermişti, maaşını alıp son parayı da ödeyecekti. Deli oluyordu bu traktör için. Biraz bostan vardı, o bostana domates, en çok da biber ekmeyi düşünüyordu. Biber iyi para edermiş, ‘Anacığım biber öyle bir para getirecek ki, sana en güzel kefenliği alacağım’ diyordu; öldü gitti, ben kendi kefenimi ona verdim. Ne ağırmış bu hayat, ne ağırmış.” Durmuş dinliyorum, o traktörü okşuyor. İçimden insanların rüyalarını karartan, yaşama sevinçlerini ellerinden alan, onları acıya ve çaresizliğe mahkum eden bu düzene lanet okuyorum. Oysa rahmetli annem lanet okumamı istemezdi. Ama elimden başka bir şey gelmiyor. Bunca yokOnun kefenine sulluk ve çaresizliği nedenini bilerek oğlunu sarmışlar ve kaldırmak kolay değil. geriye çok istenen En çok ölenlerin çocuklarını düşübu traktör kalmış. nüyorum, nedense! Ve çok sinirlendim bir olay geliyor aklıma. Televizyorum ne de sorularım var. Çünkü karyonda haberci şöyle diyordu: “Onlar şımda yetmiş beş yaşında bir Yörük ana çocukları okusunlar” diye öldüler. Lütsı duruyor. Oğlunu madenlere vermiş fen bu dili kullanmayın, zaten büyük bir bir Yörük anası. Çevresi kadınlarla do travma yaşayan, ne olduğunu hâlâ çözelu. Herkes birbirinin acısına ortak olup memiş çocukların sırtına bu yükü bindirhep birlikte dayanmaya çalışıyorlar. O meyin. Çünkü bu coğrafyada masum bisırada yine çocuklar geliyor, ellerinde rileri varsa onlar da yalnızca çocuklar! ayakkabı kutuları. BİTTİBirden yetmiş beş yaşındaki Yörük ana u benim işim, kendine bak dönemi çoktan bitti Haaa, şu basın özgürlüğünü eksik bırakmayalım: İktidarın adamları utanmazca, Yazgülü’nü ve Yılmaz Özdil’i katillerine veya katil adaylarına hedef gösterdiler ya.. Bir başbakan diyebilir mi: “301 şehidimize bu hakaretleri yapanların yüzüne 77 milyonun tükürmesi lazım...” Eee derse, kimse onun yüzde 43’üne bakmaz... Karşısında sadece, aldığı oya dayanarak herkesin canına okuma hakkını elde ettiğini düşünen ve bunu da adım adım gerçekleştiren Hitler’den esintiler görür ve tarihteki yerine oturtur. Yazgülü doğru söylüyor: Patronun kazancı uğruna 301 canımız gittiyse, bunu dile getirmenin bin bir yolundan birini söylemiş. “Boku bokuna” dememiş Bay RTE, Patronun kazancı uğruna demiş.. Doğru söylemiyorsunuz... Çarpıttığınız Özdil bahanesiyle basın özgürlüğüne bindirdiğinizi de bütün dünya anlamıyor mu? Dünya çok küçüldü. Bu benim işim, sen kendine bak, dönemi biteli çoook oldu.. Ne Soma’daki cinayet üzerindeki sorumluluğunuzu madencilere şehit unvanı vererek ve medyaya saldırarak üzerinizden atabilirsiniz.. Ne de polise, nasıl sabrediyoruz dedikten sonra, öldürülen gencin babasına telefon ederek halkla ilişkiler yapmakla, düşüşünüzü durdurabilirsiniz.. B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear