25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
21 NİSAN 2013 PAZAR CUMHURİYET SAYFA PAZAR YAZILARI 13 vuran ışık... G ece yolculuğu, haliyle herkes uykulu, yorgun... İstanbul’dan 4 saate yakın uçuşun ardından Körfez’in zengin ülkesi BAE’nin başkenti de sayılan emirliklerinden Abu Dabi’ye giriş için havaalanında uzun pasaport kuyruğunu geçip, gece karanlığında buluyoruz kendimizi. Ilıkça esen çöl rüzgârı karşılıyor bizi, keyifleniyoruz. Türkiye ile bir saat farkın olduğu Abu Dabi’de gecenin 2’sinde havaalanında taksiye biniyoruz. Şoförümüz kadın, biraz şaşırıyoruz. Ne de olsa şeriatla yönetilen bir ülkedeyiz. Ama emirliğin parlayan yıldızı Dubai gibi burada da kadınlar çeşitli iş kollarında çalışmaları için teşvik ediliyor. Üzerinde pantolon, gömlek, sıkı baş örtüsünün çevrelediği güleç yüzüyle hoş geldiniz diyor gecenin karanlığında; geniş, boş, her iki tarafı ağaçlarla çevrili bakımlı yolda mis gibi kokan arabayı sürerken. Abu Dabi, 7 emirlikten oluşan BAE’nin en zengini. Kıskandıracak refahın kaynağı haliyle petrol. Yaklaşık 900 bin kişilik nüfuslu Körfez ülkesinin başkentinde ilk izlenim zengin yerli nüfusun pek de öyle hizmet sektörü kollarında çalışmayı tercih etmediği... Mağaza, restoran, otel gibi birçok yerde yabancılar çalışıyor. Birçok Batılı, Asyalı çalışan dikkat çekiyor her sektörde. Abu Dabi’yi anlatmak için çölün ortasında yeni bir kent yaratılma çabasının şu an için henüz sonuna gelmemiş ama başarılı süren bir örneği demek pek de yanlış olmaz. Yaklaşık 12 yıl önce Emirliğin uluslararası yüzü olarak da bilinen Dubai’ye ilk gidişimde gökdelen inşaatlarını, geniş otobanları, alışveriş merkezlerini, sahil şeridini ve peşi sıra açılan lüks otelleri görünce şaşırdığımı hatırlıyorum. Sonraki kısa uğraklarımda ise bu ucu kaçmış gelişme balonunun ne zaman patlayacağını bekler hale gelişimi de... Sonrası da malum, Dubai’nin girdiği mali krizin kurtarıcısı komşusu Abu Dabi olmuştu. Dubai’nin parlak, yabancılara hareketli yaşantısına karşılık Abu Dabi sanki uluslararası yüz olarak kendine daha sakin, mütevazı, kültür, sanat aktiviteleri odaklı bir model görüntü seçmiş gibi. Ülkede şeriat var ama turistler velinimet misali, giyim kuşamda, içki tüketiminde çok da sınırları zorlamadıkça özgür. Sıcaktan dolayı merkezde yaşam geç vakitlere kadar hareketli. Abu Dabi’de çoğu şey yeni, haliyle parlak, çölde bir vaha gibi... Gökdelenler, yeni kurulan siteler, oteller göz alıcı. Çöle sırtını veren kentin ABU DABİ yeşillendirilmesi yönündeki ısrarlı çaba gözden kaçacak gibi değil. Parklar, çocuklar için oyun alanları dikkat çekiyor. Küçük ama düzenli, kurallara çoğunluk uyuyor. Kısa gezimizde etrafta MİNE ESEN havaalanı dışında polis dikkatimizi çekmiyor. Bir yerlisi, gerekçe olarak yönetimin teknoloji nimetinden yararlanmasını gösteriyor ve ekliyor: “Şurada küçücük bir olay çıksın, her yerden izleyen kameralar sayesinde ışık hızıyla seni alıp götürürler...” Abu Dabi’de kısa bir molada ne mi yapılır? Öncelik kum fırtınaları döneminde değilseniz, deniz kenarına gidilir, beyaz kumlarla buluşulup biraz fazlasıyla durgun ama bir şekilde çekiciliği olan maviliğine dalınır, ılıktır... Yeme içme, alışveriş her keseye göre... Kafeler, restoranlar, yerel dokuları görebileceğiniz dükkânlar var. Kentte caz dinletileri, yabancı pop konserleri düzenleniyor. Yarış meraklısıysanız F1 rekabetine evsahipliği yapıyor. Ferrari konsepti altında eğlence parkı var. Çölü keşfedebileceğiniz turlar düzenleniyor. Dubai’ye gitmek de kolay. Biz araba kiralayıp yaklaşık 1.5 saatlik sürüşün ardından günübirlik Dubai’ye gittik. Yollar geniş ama dikkat, hız limitini geçenlere yüklü para cezaları var. Emirliğin en dikkat çeken görkemli mimari yapısı ise Şeyh Zayed bin Sultan El Nahyan Camisi. BAE’nin kurucusu sayılan El Nahyan’ın adını alan caminin dünyanın en büyük 3. camisi olduğu söyleniyor, bir de dünyanın en uzun dokuma halısına ev sahipliği yaptığı. Dudak uçurtan maliyeti ile de konuşuluyor; iddialara göre inşası için yaklaşık 545 milyon dolar harcanmış... Caminin girişlerinden birinin sadece Emirlik ailesine, üst düzey yetkililere ait olması da bizdeki VIP cami tartışmalarını hatırlatırcasına “hani İslamda eşitlik” sorusu sordurtuyor insana... Bölgeye baktığınızda Arap ülkelerine yönelik Türkiye modeli karşılaştırmaları aklınıza takılıyor... Arap geleneğinin Batı’yla gökdelen modeli ile buluşması, çölün petrol nimetiyle neon ışıklarla parlatılması... Bir yandan Arap toplumunun teknolojiyle barışarak eğitime, bilime kapılarını aralaması... Diğer yandan şeriat anlayışında iç ve dışarıya yönelik iki ayrı yüzün varlığı... Siyah çarşaflı kadınlar, beyaz entarili erkekler... Çoğu zaman namahrem diyerek birbirinden ayrılan yaşam alanları... Dini kural, katı gelenekler, erkek hegomanyası karşısında kadına örülen duvarlar... Gördüğümüz zengin, gelişmiş teknoloji ile yoğrulmuş bir şehircilik anlayışı ama... amaları var işte... Gidip görünce, biraz sohbet edince anlıyorsunuz ki o model bu modele uymuyor, tıpkı bu modelin de orada sırıtacağını size hissettirdikleri gibi... İşin garibi bizim buralardaki kimi zihniyetin binlerce yıla dayanan, iki kıtayı birleştiren, su ve yeşilin iç içe olduğu dünya medeniyetlerine evsahipliği yapan şehri İstanbul’a, model olarak çölün sonsuz kumunun üzerine yeni kurulan şehirleri örnek almak istemesi... mine@cumhuriyet.com.tr Çöle G üllüoğlu Baklavaları Brüksel’in tarihi ve turistik merkezi olan Grand Place yakınında yurtdışındaki 9. şubesini açtı. Açılış töreninde Egemen Bağış “Avrupa, bu baklavaları görünce Türkiye’yi kesin AB’ye alır” diyerek bakanlık ve başmüzakerecilik kariyerindeki en önemli atağı yapmış oldu. Çikolata krallığına Gaziantepli baklavanın göçü yaşamımıza yeni tatlar katacak. “Savunma halinde yaşamak” da göçün bir hediyesi olsa gerek. “Yurtdışındaki Türkler savunma halinde yaşıyorlar” tümcesini son günlerde sıkça kullanıyorum. Bu durum tüm yabancı kökenliler için geçerli aslında. Sürekli kendisini ispatlamak ve başarılı olduğunu göstermek zorunda kalan birinin normal bir yaşam sürdürmesi kolay değil. Alıngan, tepkisel, diken üstünde ve kendini dışlanmış hisseden bir kişinin normal bir hayat sürmesi de zor oluyor. Belçika’da dışlanan içine kapanıyor ve patlamaya hazır birer saatli bomba halini alıyor. Özellikle Belçika’da İslamofobinin yaygınlaşması, yabancı kökenlilerin eğitimde geri kalmaları ve işverenlerin yabancı kökenlilere mesafeli Umudumuz baklava yaklaşması Müslümanların Belçika’da bir gelecek görmemelerine yol açıyor. Hatta bazıları çareyi İslam için savaşmakta buluyor. Son günlerde Belçika’dan Suriye’ye cihat savaşı için giden Belçikalı gençler ve radikalleşme konusu Belçika’nın gündemine oturdu. 12 kadar Belçikalının Suriye’de Esad rejimine karşı savaşırken can verdiği belirtiliyor. BRÜKSEL İçişleri Bakanı Joëlle Milquet 10 maddelik “Radikalleşmeyi önleme ulusal planı” ile ERDİNÇ denetimleri UTKU artırarak Belçikalı cihat savaşçılarının Suriye’ye gitmesine engel olmaya çalışacak. Önlemler arasında Balkanlar’da ve Türkiye’de denetimleri artırmak da var. Cihat aşamasına gelmeden önce atılacak adımlar da var kuşkusuz. Bunlardan birini Brüksel’in Türk semti olarak bilinen Schaerbeek’te Emirdağlı Erdal Şevik yapıyor. Yetiştiği RCS Racing Club de Schaerbeek futbol kulübünün başkanı olan Erdal Şevik ekip arkadaşlarıyla birlikte sokaklardaki çocukları sahalara, annebabaları da tribünlere çekmek için uğraş veriyor. RCS, 400 altyapı oyuncusuyla sokakları stadyuma taşıyor. 4.55 yaşından yetişkin A takımına kadar her yaş grubundan 30 ayrı takım var. Her takımın ise özel bir çalıştırıcısı. Takımın altyapısından yetişen 4 futbolcu Belçika’da ve İtalya’da 1. liglerde top koşturuyor. Yaptıkları çalışmaların sonuç vermesinden memnun bir şekilde heyecanını paylaşan Şevik “Annebabaları da evden, kahveden tribünlere çektik. Maçlarımızı gelip destekliyorlar. Soğuk havalarda 300400, sıcaklarda ise 1000’e ulaşıyor seyirci sayımız. Başkanlığa aday olduğumda 5 yılda 3. lige çıkma sözü vermiştim. Geçen yıl 2. kümeden 1. kümeye çıkardım takımı. Şimdi hedefimiz 4. lig, akabinde de 3. lige çıkmayı amaçlıyoruz” şeklinde konuşuyor. Yıllardır Belçika’da “Sokağı sanata, sanatı sokağa taşımak” ideali ile akıntıya kürek çeken biri olmamda büyük katkısı bulunan tiyatro insanı Şahika Tekand önümüzdeki hafta sonu Brüksel’e geliyor. Tekand Brüksel’in saygın sanat merkezlerinden BOZAR’da yönettiği “OYUN” adlı tiyatro gösterisiyle tiyatroseverlerle buluşacak. Brüksel’deki BeckettTekand buluşmasına mutlaka tanık olmalıyım! İlk olarak 26 Ocak 2005 tarihinde Türkiye Festivali’nde “Oidipus Sürgün’de” adlı oyunuyla Brüksel’de Belçikalı ve Türk tiyatroseverlerle buluşan Türk tiyatrosunun önemli isimlerinden Şahika Tekand’ın bir ayağı hep Belçika’da oldu. 0090 Sanat Festivali kapsamında 2008 yılında “Evridike’nin Çığlığı”, 2009 yılında “Karanlık Korkusu” ve 2011 yılında ise “AntiPrometheus”u Belçika’da sahneleyen ve 2012 yılında ise bir tiyatro söyleşisi gerçekleştiren Şahika Tekand’ın Belçikalılar ve Belçikalı Türklerden çok sayıda seveni var. AB’ye baklava sayesinde girer miyiz bilmem ama Şahika Tekand oyunlarıyla epeydir AB’de olduğumuzun farkındayım. AntiPrometheus ilk olarak RUHR 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında Almanlarla ortak yapım olarak sahnelenmişti zaten. erdincutku@binfikir.be sevenlerin alın yazısı Özgür yaşamı A hikâyemiz Bu bizim A lmanya, 600 yıldır yıllar sürdü. O günlerde birlikte yaşadığı, Hitler toplum başkanı Romani döneminde soykırımdan Rose “Kitabede ‘Çingene’ geçirdiği Yahudilerle Roman sözü yer alırsa yapılmasına ve Sintileri azınlık olarak izin vermeyeceğiz” diyordu. kabul etmekte zorlanıyor. 9. “Bizim öngördüğümüz yüzyılda Kuzey Hindistan’dan metnin reddedilmesi, yola çıkıp bir kısmı İran, Mısır, Nazilerin soykırım yaptığı Kuzey Afrika ve İspanya, bir tarihi gerçeğinin de kısmı da Balkanlar üzerinden reddedilmesi demektir!” 14. yüzyılda Avrupa’ya ulaşan, Berlin Senatosu ilk önce kendilerine Roman ve Sinti karşı çıktığı Roman ve Sinti denen “Çingeneler” 600 yıldır isteklerini sonunda kabullendi. Almanlarla bir arada yaşıyor. Proje değiştirildi. Tasarımcısı, Nazi Almanyası’nda sadece 6 Paris’te yaşayan İsrail asıllı milyon Yahudi öldürülmemişti. sanatçı Dani Karavan oldu. Toplama kamplarında ve gaz Günümüz insanlarına o büyük odalarında yarım milyon da soykırımı hep Roman ve Sinti yaşamını STUTTGART anımsatması yitirmişti. Almanya onlara istenen anıtın, da soykırım yapıldığını savaşın ancak 1982 yılına bitişinin 60. gelindiğinde Helmut yılı olan Schmidt döneminde 8 Mayıs kabullenmiş, Hitler’in 2005’te AHMET ARPAD ellerinden almış olduğu açılması Alman vatandaşlığını kararlaştırıldı. da geri vermişti. Ancak Ancak topraklarında 100 binin başkent Berlin’deki anıt, üzerinde Yahudiyle 70 bin Federal Meclis’in 1992’de civarında da Roman ve Sintinin aldığı ilk kararın ardından yaşadığı AB ülkesi Almanya, tam yirmi yıl sonra 24 Ekim nedense her iki toplumu etnik 2012 günü açılabildi. Badenazınlık olarak kabul etmeye Württemberg hükümeti de yanaşmıyor! Almanya Federal eyaletteki Roman ve Sintileri Meclisi 1992 yılında Berlin’de bu yıl içinde imzalayacağı bir bir soykırım anıtı yapılması sözleşmeyle azınlık olarak kararını aldı. Önce proje kabullenmeye hazırlanıyor. yaratılması, bunun değişik Bu halk topluluğu günümüzde gruplar tarafından kabul sadece Doğu Avrupa görmesi, ardından da kitabeye ülkelerinde zor bir yaşam ne yazılacağı tartışması uzun sürdürmüyor. AB’nin 2012 raporu Roman ve Sintilerin tüm birlik sınırları içinde dışlandığı gerçeğini ortaya çıkarmıştı. Rapora göre bu insanların yüzde doksanı fakirlik sınırının altında yaşamak zorunda. Sadece yüzde on beşi ortaokul diplomalı, yüzde otuzu bir meslek sahibi. Avrupa Birliği 2011’de bütün üyelerinden ülkelerindeki Roman ve Sintilerin uyumu üzerine raporlar hazırlamalarını talep etmişti. Bir yıl sonra Brüksel’e ulaşan önerilerle yirmi yedi ülke de sınıfta kalmıştı! Bundan 70 yıl önce ilk Roman ve Sinti ailelerin Stuttgart’tan Auschwitz kampına yollanmaları nedeniyle belediye sarayı salonlarında geçen ay açılan sergide sunulan bir araştırmaya göre Avrupa’nın bu en büyük etnik azınlığına mensup insanların yüzde sekseni Almanya’da dışlandıklarına inanıyor! Çoğu yarı göçebe bu insanlar, günlük yaşamlarında ülkedeki ayrımcı ve yabancı düşmanı davranışlardan en çok etkilenenlerden. İçlerinde isimlerini değiştirenlere de rastlanmıyor değil! Özgür yaşamı seven, katı toplum kurallarını ise zor benimsemeyen Roman ve Sinti insanlarına Alman toplumu nedense bir türlü alışamadı. www.ahmetarpad.de lır başını gidersin... Hava kurşun gibi ağırdır, “Bu ülkede artık yaşanmaz!” dersin... Bir daha da geriye dönmemektir niyetin. Enver Gökçe’nin dizeleri yol arkadaşın olur: “Dövülmüşüm/ Sövülmüşüm/ Kovulmuşum/ ...tir edilmişim yani/ Kendi öz yurdumdan/ Bir meri keklik gibi çeker giderim.” Giderken yapayalnızdın, ülkendeyken evlenmeyi, baba olmayı hiç düşünmedin, “Bırak üçü, beşi, sorumluluğunu taşıyamayacağın çocuğu yapma!” dedin. Bir derviş çelebiliği ile kişisel yaşamını hep erteledin. Hep dimdik, onurlu bir adam oldun. Bir de insanın yüzüne hep hüzünle bakan, zayıf yüzlü, beyaz tenli, saçları rüzgârda savrulan bir sevgilin vardı, anımsıyor musun?. Gurbette onu anımsadıkça bir alev yumağı sarardı yüreğini, Yılmaz Odabaşı’nın dizelerinde bulurdun kendini: “(...)Tükenişi bir aşkın/ Bir nehrin tükenişine benzer/ Ne deniz olabildin/ Ne nehir kalabildin.(...).” Giderayak ne de keskin söylemlerin vardı: “Kendimi artık bu ülkeye ait hissetmiyorum! Gittiğim yerde yabancı bir kızla evleneceğim, bu ülkeye bir daha hiç dönmeyeceğim...” Oysa, oraya daha adımını attığın ilk günden esmeye başladı pişmanlık rüzgârları, “Nereye geldim, ben ne yaptım!” dedin, kendi kendine. Şehirler, yollar, insanlar, her şey sana yabancıydı. Köklerinde taşıdığın topraktan başka yerde yeşeremeyeceğini çok çabuk anladın. Bir türlü gelmeyen yaz, erimek bilmeyen karlar, ısıtmayan güneş, tren garlarında ceset torbaları gibi uzanmış alkolikler... Senin özlemini çektiğin dünya bu değildi. “Dağlarına bahar gelmiş memleketini” çok çabuk özledin. Özlemler, şiirle başlar önce, Kavafis’in dizeleri geldi, MALMÖ oturdu yüreğinin başına: “Yeni bir ülke bulamazsın/ Başka bir deniz bulamazsın (...)” “Mavi gözlü, sarışın kızlar” düş kırıklığın oldu. ALİ HAYDAR Ne aşklarından bir şey NERGİS anladın, ne sevişmelerinden... Memleketinde, okul yıllarının ürkek ceylanları geldi gözlerinin önüne. Karıştırdın eski defterleri. Bilgisayar insan yaşamına henüz yeterince girmemişti ama sanal aşklar o zaman da vardı. Kürt yazar Mahmut Baksi, “Video Gelin” adlı kitabında, İsveç’te doğup büyüyen Kürt gençlerinin evlenecekleri kızları, Türkiye’deki köy düğünlerinde çekilmiş videolara bakarak seçtiklerini anlatır. Senin seçimin de onlardan pek farklı olmadı hani. Bekâr geldin. Önce oturma izni aldın. Sonra eşe, dosta haber saldın. Mektuplardan, vesikalık fotoğraflardan tanıdın evleneceğin kadını. Konsolosluklarda, kâğıt üzerinde süren işlemler, yazışmalar... Sonra uçak bileti yolladın, koltuğunun altında bohçasıyla tek başına çıkıp geldi Meral. Birlikte getirdiği 2 şişe rakıyla bize eğlence düzenlemiştin, anımsıyor musun Koca Reis? Sonra da, ne Türkçeyi, ne de İsveççeyi düzgün konuşabilen çocuklarınız oldu; ne oralı, ne buralı, iki aralı, bir dereli... Geriye dönerken “Göğ ekini biçer gibi”, doğdukları ülkeye armağan ettin onları. Anneleri de seninle gelmedi, terk etmedi kuzularını. Tek başına, “üryan gelip yine üryan döndün” doğduğun topraklara... “Burada, bu sahil kasabasında da yapayalnızım; bademler çiçek açtı, denizin en güzel zamanı; haydi, çık, gel!” diyordun telefon konuşmalarında... Valizimi hazırladım, çıkıp geleceğim ama sen, denize dimdik bakan bir yamacın başında, bir zeytin ağacının gölgesinde, toprağın altında yatıyorsun şimdi! Hey be! Kavgalarda en önde koşan Koca Reis! Bu yaz, denize birlikte açılacaktık. Teknede balık kızartacaktık. Sen kadehini yine ay ışığına doğru kaldırıp Can Yücel’in, “Bir Sen Eksiktin Ay Işığı” şiirini okuyacaktın... Ne oldu sana, bu kadar erken gitmek için miydi acelen!.. ali.nergis@gmail.com
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear