23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
3 ŞUBAT 2013 PAZAR CUMHURİYET SAYFA Biz ne kadar ulus olabildik? U lus kavramı, üzerinde iki asırdan beri tartışma yürütülen bir kavram. Ulus kavramı, gerçeği ve teorisi üzerine büyük bir literatür oluşmuş durumda. Bu konudaki araştırmalar ve tartışmalar günümüzde de sürüyor. Ulus nedir? Tarihsel ve toplumsal bir gerçek olarak ulus, genel anlamıyla, aralarında dil ve tarih birliği bulunan modern (ve seküler) toplumlara denir. (Modernleşme ve sekülerleşme kavramları farklı olmakla birlikte önemli ölçüde örtüşen kavramlardır.) Modernleşme, ortaçağa özgü olandan çıkış demektir. Sekülerleşme ise daha önce dine (veya herhangi başka bir ideolojik öğretiye) ait olan kamusal alanların bunlardan arınarak nötrleşmesi demektir. (Laiklik, siyasi sekülerleşmedir.) Bu tanımlara bağlı olarak uluslar tarih sahnesine ilk olarak Batı Avrupa’da Rönesans’tan sonra çıkmaya başlamışlardır. Bu durum Rönesans’ta elbette henüz sadece bir oluşum aşamasıydı. Ulusların asıl gelişmesi 18. yüzyıldan sonra olmuştur ve ilk ulusal devletler de 18. yüzyılın sonundan itibaren kurulmaya başlamıştır. (Örneğin 16. yüzyılda bir Fransız ulusundan veya 18. yüzyılda bir Türk ulusundan söz edemeyiz.) İNCELEME 7 Assos’ta Felsefe Günleri Güneşli bir kış günü, denizine hiçbir zaman doyamadığım Assos’ta kıyıda oturmuş demli çayımı içerken, “Vay canına” diye düşündüm, “kendi ülkemde ışınlanıp bir ‘kurtarılmış bölgeye’ düştüm”. Ahir ömrümde bunu da gördüm. Çevrede her meslekten, her yaştan insan az sonra başlayacak olan toplantıyı heyecanla bekliyorlar. Assos’ta 13. Felsefe Günleri. Bu yıl tartışılacak konu: Felsefe,Tanrı ve Din. Epeyce kışkırtıcı bir konu. Felsefenin küçümsendiği, neredeyse “tu kaka” kabul edildiği bir ülkede, böylesi bir tartışma ortamı, insanı heyecanlandırıyor. Neler olup bittiğini, bu iki günlüğüne “kurtarılmış bölgede” hangi heyecanların yaşandığını, hangi tartışmaların yapıldığını size daha detaylı anlatmak istiyorum. Bekleyin, şimdilik ilk günün bence en ilgi kışkırtıcı olayı, Felsefe Sanat Bilim Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Örsan K. Öymen’in, herkesin okuması için resepsiyona bıraktığı, T24 internet gazetesinde yazdığı, “Ateistler ve Agnostikler Baskı Altında!” başlıklı makalesiydi. Maalesef yerim yetersiz olduğu için bu oldukça uzun makaleden, ancak beni en etkileyen bölümleri sizlere aktarabiliyorum. Makalenin tamamını T24 internet sitesinde okuyabilirsiniz. “Ateistlerin ve agnostiklerin baskı altında tutulduğu bir ülkede demokrasiden söz etmek olanaklı değildir. Dindarlar, örneğin Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler kendilerini nasıl özgürce ifade edebiliyorlarsa, dinsizler, ateistler ve agnostikler de aynı biçimde kendilerini özgürce ifade edebilmelidirler. Pekiyi, Türkiye’de böyle bir durumdan söz edilebilir mi? Bugün Taksim Meydanı’na birisi çıksa, ‘Allah vardır!’ diye bağırsa, kimse o vatandaşa dokunmaz. Belki bazıları, ‘Allah’ın varlığı zaten aşikâr, ne diye bağırıyorsun?’ diyerek, bu kişiye deli muamelesi yapabilir. Ancak karşılaşacağı en kötü senaryo budur; bunun ötesine geçmez. Bugün Taksim Meydanı’na birisi çıksa, ‘Allah yoktur!’ diye bağırsa, birkaç dakika içinde bu kişinin etrafında oluşan kalabalık onu tartaklamaya başlar, onu dövmeye başlar, hatta onu linç bile edebilir. İstanbul’un Ümraniye, Dudullu, Gaziosmanpaşa, Sultanbeyli gibi ilçelerinde değil; Erzurum’da, Erzincan’da, Şanlıurfa’da, Yozgat’ta, Kayseri’de, Konya’da değil; İstanbul’un ve Türkiye’nin en modern ve çoğulcu ilçelerinden birisi olan Beyoğlu’nda, Taksim Meydanı’nda, ateist çağrı yapan vatandaşın başına gelecek olan budur. … İşte böyle bir ülkede demokrasinin varlığından, temel insan haklarından, düşünce ve ifade özgürlüğünden söz etmek olanaklı değildir. Böyle bir ülkede din, tek ve mutlak gerçek olmak iddiasıyla, toplumsal yaşamı tamamıyla baskı altına almıştır. Üstelik bir de ateistlere ve agnostiklere ahlaksız insanlar olarak bakmak gibi genel bir eğilim var! Türkiye’de bir ateist ve agnostik canını kurtarsa bile, zavallı ve ahlaksız bir insan muamelesi, hatta satanist kişi muamelesi görür! Satanist veya ateist fark etmez, ikisi de “ist”le bitiyor nasıl olsa! …Oysa ateizm nedir? Tanrı’nın var olmadığını savunan felsefi bir kuramdır. Agnostisizm nedir? Tanrı’nın var olup olmadığının bilinemeyeceğini savunan felsefi bir kuramdır. Çünkü dinciler, dindar olan kişinin dinsiz olan kişinin inancını ‘rencide edebileceğini ve aşağılayabileceğini’ hiç düşünmeksizin, sürekli ve sadece dinsiz olan kişinin dindar olan kişiyi ‘rencide ettiğine ve aşağıladığına’ dogmatik bir biçiminde inanmış ve saplanmış durumdadırlar. Bu nasıl despotik ve dogmatik bir ‘rencide olmak ve aşağılanmak’ sürecidir ki, ‘rencide olan ve aşağılanan’ hep dinci kesim olarak karşımıza çıkmaktadır; tahammülsüz olan hep dinci kesim olarak karşımıza çıkmaktadır! Din hariç her şeye dokunulabilir, ancak din mutlak bir dokunulmazlığa sahiptir! Anlayış bu! Din sorgulanamaz olan mutlak bir ‘gerçektir’, daha doğrusu mutlak bir tabudur! Böylesine ilkel bir bakış açısı hâkim Türkiye’de. En kötümser bakış açısıyla, ortaçağda Avrupa’da ne yaşanıyorsa, Türkiye’de bugün de o yaşanıyor! En iyimser bakış açısıyla, ‘Rönesans’ ve ‘Aydınlanma’ hareketiyle başlayan devrim sürecinde Avrupa’da ne yaşanıyorsa, bugün de Türkiye’de o yaşanıyor!” l Ulus yaratan etkenler Modernleşmenin, sekülerleşmenin ve uluslaşmanın en temel etkeni, bilimin gelişmesidir. Bilim devrimi olmadan, bilimsel düşünce ve bilimsel eğitim yaygınlaşmadan, bu üç sürecin hiçbiri gerçekleşemezdi. Ulus öncesi topluluklar, dini topluluklardır. Din de hiç şüphesiz ulusun bileşenlerinden biridir. Ama aynı zamanda uluslar, yaşayan dinlerle birlikte, fakat artık dinin kamusal yaşamdaki etkilerinden veya belirleyiciliğinden sıyrıldıkları için (veya sıyrıldıkları ölçüde) uluslar haline gelmişlerdir. Bu nedenle sekülerleşme, uluslaşmanın en temel etkenlerinden biridir. Ulusların bileşiminde ve oluşumunda rolü olan en büyük etkenlerden biri ortak dildir. (Farklı diller, çeşitli insan topluluklarının birbirlerinden çok uzun sürelerle ayrık durumda yaşadıkları dönemlerde oluşmuşlardı. Günümüzde yeni bir dil oluşmuyor ve birçok dil de, artık kullanılmaması ve bilenlerin de ölmesi nedeniyle giderek yok oluyor veya yok olmaya yüz tutuyor.) Dil, büyük bir birleştiricidir. Fakat farklı bir dil de insanları ayrık tutan bir etkendir. Batı Avrupa’da uluslar tarih sahnesine çıkmadan önce, bilim ve edebiyat dili esas olarak Latinceydi. Halkın konuştuğu dilde okumaya ve yazmaya başlaması, uluslaşma sürecini başlatmış ve hızlandırmıştır. Latincenin yerini ulusal dillerin almasıyla, bilimin gelişmesi ve bilimsel düşüncenin halk içinde yayılmaya başlaması süreci birlikte gitmiştir. Öte yandan ulusların oluşmasında teknolojinin rolünü de göz ardı edemeyiz. Geniş çapta pazar ekonomisinin gelişmesi nasıl insanların daha geniş çapta sosyal ilişkiler kurmasını sağlamışsa, bu ekonominin gelişmesini mümkün kılan teknolojinin de yeni ilişkilerin doğmasında o ölçüde önemli rolü olmuştur. Özellikle matbaa teknolojisi başta olmak üzere, üretim, ulaşım ve iletişim teknolojisinin gelişmesi, ulusları ulus yapan önemli etkenler arasındadır. Elyazması kitaplar, el aletleriyle yapılan üretim, at arabasıyla ulaşım ve mektupla iletişim ile ulus olunmaz. Günlük gazetenin, bilimseledebi eserlerin ve modern müziğin uluslaşmadaki rolü tartışmasızdır. Ulusu yaratan ve onun gelişimini, olgunlaşmasını sağlayan birçok etken vardır. Dil birliği, tarih birliği, toprak birliği, ekonomi birliği, eğitim birliği, ruhsal yaşam birliği, bilimsel düşüncenin ve demokrasi düşüncesinin gelişmesi, uluslaşma sürecinin temel bileşenleri arasındadır. Uluslaşma süreci uzun bir süreçtir ve günümüzde de devam etmektedir. Hiçbir ulusun gelişim düzeyi bir başka ulusunkine eşit olmadığı gibi, her toplumun olarak toplumun böyle bir zihniyetle davranması durumunda, insanlar kendilerini huzur, güven, bilgi ve refah içinde buldukları bir ulusa ait olduklarını hissetmekten mutlu olacaklardır. Ulus, öyle dinamik bir toplumsal ve tarihsel varlıktır ki, onun en önemli bileşeni olarak gördüğümüz dil bile, en önemli birleştirici öğe olmaktan çıkabilir ve yukarıda saydığımız, ama gerçekte daha yüzlercesini ekleyebileceğimiz birleştirici sosyal öğeler karşısında geri plana düşebilir. Böylece örneğin neredeyse iki dilli tek ulustan bile söz edebilmemiz mümkün hale gelebilir. Avrupa’nın bazı ülkelerinde bu tanıma çok yakın duran “çok dilli ulusların” varlığını biliyoruz. l En güçlü birleştirici nedir? Ulusal topluluğun geçmişteki birleştirici öğelerinin ötesinde öyle statülere sahipse, çocuğunu okutmak isteyen her aile bunu rahatça yapabiliyorsa, insanlar birbirlerine güvensizlikle ve korkuyla değil de saygıyla ve güvenle yaklaşıyorsa, bilimde, sporda ve kültürel faaliyetlerde uluslararası başarılara imza atılıyorsa ve bu başarılar ortak bir sevinç ve gurur yaratıyorsa, çalışanlar, işsizler, engelliler ve emekliler yeterli bir sosyal güvenceye sahipse, ülke yönetimi, trafik kazaları denilen fakat gerçekte büyük bir sosyal cinayet halini almış bulunan afete seyirci kalmak yerine sorunu bilimsel yollardan çözümlemeye çalışıyorsa, gelir dağılımındaki ve bölgesel eşitsizliklerdeki uçurum kapatılıyorsa, her inançtan insanlar kendi inançlarının gereklerini hiçbir baskıyla karşılaşmadan tam bir özgürlük içinde yerine getirebiliyorsa, insanların kafasında hurafeler yerine bilimsel düşünceler gelişiyorsa ve dolaşıyorsa, ulusun tümünü ilgilendiren sorunlarda bazı çıkar gruplarının değil de ulusun tümünün özgür iradesi geçerli oluyorsa, böyle bir ülkede iki değil de beş dil konuşuluyor olsa bile insanlar hiç kuşku yok ki kendilerini aynı ulusal topluluğa ait hissedeceklerdir. l Uluslaşmamızın ulaştığı düzey Bu genel değerlendirmelerden sonra artık şu soruyu sorabiliriz: Biz ne kadar ulus olabildik? Cumhuriyetin ilk yıllarında, tarih sahnesine yeni çıkmış bir ulus olarak olgunlaşma yönünde büyük adımlar atıldı. Fakat ondan önce de özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında ve II. Meşrutiyet döneminde yoğunluk düzeyi çok yüksek olmamakla birlikte önemli bir uluslaşma süreci yaşadık. Ulusal dilin ve edebiyatın gelişmesinde büyük hizmetleri geçmiş bulunan öncü Osmanlı entelektüellerinin değerli çabalarını unutamayız. Ulusal varlığımızın köklerini Osmanlı döneminde yaratan başka birçok değerli öncülerimiz de oldu. Ama bugün yaşadığımız noktada ulusal varlığımız, gelişmek ve olgunlaşmak bir yana, büyük bir yaşamsal tehdit karşısında bulunmaktadır. (Ulusal varlığımızın zayıflatılmasına yönelik girişimlerle ilgili olarak Orhan Bursalı’nın Ulus Yıkıcılığı Zamanları adlı kitabında aydınlatıcı bir bakış ve bilgiler vardır.) Ulus gerçeğinin ne olduğunu anladığımızda, ancak o zaman, bizim ne kadar ulus olabildiğimiz sorusuna da doğru yanıt verebiliriz. uluslaşması da düzgün bir şekilde ilerlememektedir. l İki dilli ulus olur mu? Bu genel tanımlamaları yaptıktan sonra şimdi ulus gerçeğine biraz daha yakından bakabiliriz. Ulus olgusunu daha iyi kavrayabilmemiz için çok uç noktadan sorulmuş bir sorunun bize yardımı olabilir. İki dilli bir ulus olabilir mi? Ulusal varlık, daima gelişen bir varlıktır. Bu nedenle “iki dilli bir ulus olabilir mi” sorusu, farklı dillerle bile bir ulus olunabileceği ufkunu bizim önümüze açan bir soru olarak önemlidir. Farklı diller her koşulda ayrık tutucu veya ayrıştırıcı olmayabilir. Önemli olan insan haklarının sınırlarının ve insani değerlerin, bilimsel düşüncenin ve demokrasinin son aşamalarına kadar yükseltilmesidir. Bir bütün bir (veya birkaç) birleştirici öğe olmalı ki, tüm ayrıştırıcı etkenleri dizginlemekle kalmasın, topluluğu modern bir temelde yeni kuvvetlerle birbirine daha bağlı hale getirsin. Tüm farklılıklarına rağmen her bireyin kendisini ait hissettiği bir ortak topluluğun ve kimliğin oluşmasına hizmet etsin. Bu büyük birleştirici ana etkenler, modern bilim, kültür, hukuk ve demokrasi ve asla çiğnenemez temel insan haklarının varlığı düşüncesidir. Bütün bu ana etkenlerin işleyeceği zemin ise elbette sekülerleşmiş kamusal yaşam zeminidir. Bir ülkedeki hukuk sistemi herkese eşit olarak adalet dağıtıyorsa, kimse suçsuz olarak bir gün bile cezaevinde kalmıyorsa, ülkede kendi vatandaşlarına işkence yapan merkezler bulunmuyorsa, ülkenin yetişmiş değerleri faili bilinmeyen cinayetlere kurban gitmiyorsa, kadınlar erkeklerle her bakımdan eşit haklara ve Ailenin cesedi 5 gün sonra bulunabildi n AYDIN (AA) Söke ilçesinde Menderes Nehri’ne düşen otomobil 5 gündür süren arama sonucunda bulunabildi, sudan çıkan araçta Arslan ailesinden 4 kişinin cesedine ulaşıldı. Söke’de toptan gıda pazarlama işi yapan Mehmet Arslan, eşi Necla Arslan ile çocukları İrem Arslan ve Eyüp Arslan’dan haber alamayan yakınları polise başvurmuş, MOBESE kameralarının incelemesi neticesinde, Söke’ye bağlı Tuzburgazı ile Didim’e bağlı Balat köyleri arasında Menderes Nehri üzerindeki köprüden bir otomobilin düştüğünün tespit edilmesi üzerine nehirde arama çalışması başlatılmıştı.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear