28 Eylül 2024 Cumartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 10 HAZİRAN 2012 PAZAR 12 PAZAR YAZILARI İnatçı ve 1 tutarlı bir avukat 975 yılında başlayan ve savaş sonrası Almanyası’nın en önemli davası olarak tarihe geçen Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) davasında örgütün en önemli kişileri sayılan Andreas Baader, Ulrike Meinhof ve Gudrun Ensslin yargılanır. StuttgartStammheim Hapishanesi’nin özel salonunda başlayan ve iki yıl süren davaya savunma avukatı olarak tayin edilenlerden biri de Manfred Künzel’dir. Kısa süre önce 80 yaşına basmasına karşın mesleğinden elini çekmemiş olan Künzel ile Stuttgart’ın kasabalarından Waiblingen’deki bürosunda sohbet ediyoruz. Kendini “şehir gerillası” olarak tanıtan, hükümetlerin gözünde ise bir terörist örgüt olmakla suçlanan Kızıl Ordu Fraksiyonu 1968 gençlik hareketlerinin ardından kurulmuştu. 1970’li yıllarda antikapitalist mücadele uğruna öldürdükleri arasında ülkenin ünlü işadamları, bankerleri, diplomatları, yargıçları da vardı! Öldürme ve bombalama girişimlerini Almanya dışında da gerçekleştirmekten kaçınmadılar. Avukat Manfred Künzel, 1975’te Stuttgart’ta başlayan ve 20. yüzyıl Almanyası’nın en gergin ve çekişmeli ceza davası olarak kabul edilen RAF davasının başyargıcı Theodor Prinzing’e bir süre sonra davadan el çektirilmesinde çok önemli bir rol oynar. Davalar sürerken Prinzing’in hatası, temyiz için yetkili federal yargıç ile bir ön görüşme yapmış olmasıydı. Bu gizli görüşmeyi öğrenen Künzel yargıcın bağımsız olmadığını öne sürer ve davadan çektirilmesini talep eder. Bir süre önce avukatlık stajını Prinzing’in yazıhanesinde yapmış olan Künzel için bu hiç de kolay bir girişim olmamıştır. Ancak bu yürekli girişimi onu Almanya çapında üne kavuşturur. “Bu olaya kadar beni ve diğer avukat arkadaşları kabullenmeyen, bizlerle görüşmeye bile karşı çıkan ‘Sizler domuzsunuz, faşizmin aletlerisiniz’ diyen Baader, Meinhof ve Ensslin, yargıç Prinzing’e davadan el çektirilmesinin ardından bizlere güven duymaya başlamıştı.” Mesleğinde inatçı ve de tutarlı bir avukat STUTTGART olarak tanınan Künzel son elli yılda kaç davaya girip çıkmış olduğunu tabii elli yıl sonra anımsamıyor. “Fakat anımsadığım AHMET ARPAD kimi dava vardı ki, acaba karşı taraf kötülüğe mutlaka kötülükle karşılık vermek, suçu işlemiş olandan hınç almak mı istiyor, diye düşünmeden edememiştim.” Ona göre günümüz Almanyası’nda hukuk ve yasalar bundan 4050 yıl öncesine göre daha liberal. “1960’lı yıllarda yükseköğrenim yaptığım Tübingen ve Münih üniversitelerinde görevli eski Nazi doçentler vardı!” Meslektaşları arasında “çok yontulmuş bir avukat” olarak kabul edilen Künzel dava sırasındaki savunma taktiği ve sağlam kanıtlarla dolu konuşmalarıyla ün yapmıştır. Bir davada yaptığı savunmanın ardından yargıç kadın: “Konuşmanız güzeldi, ancak vekili olduğunuz kişiyi yine de mahkum edeceğim” demiş. Mesleği boyunca öyle davalara girmiş ki, kimi dosya önüne geldiğinde yargıcın düşmüş olduğu notları görünce davanın nasıl sonuçlanacağını önceden tahmin etmesi pek zor olmamış. Ona göre bir avukatın üstlendiği davada vekilinin haklarını inançla koruması çok önemlidir. Dava konusunun otomobil kazası veya cinayet olması ikinci planda kalır. Sohbetimizin sonunda büyük yazıhanenin girişini ve uzun koridorlarını süsleyen tablolar ilgimi çekiyor. “Dostum Gerhard Hezel’in,” diyor yaşlı adam. “Yaşadığı döneme eleştirisel bakan bir sanatçı, gerçeküstü bir ressam.” Duvarlardaki büyük boy tablolar kimi mesaj içeriyor, bakan kişiyi düşündürüyor. Toplumsal eleştiri ve kara mizah içeren çoğu eserin karşısında insan uzun uzun duruyor. 2011 Van depreminin ardından Waiblingen’deki tanışı Türklerle beraber çabucak “Dostlar Dostlara Yardım Ediyor” adlı derneği kuran avukat Künzel toplanan yardımların depremzedelere doğrudan ulaştırılmasını sağlamış. http://www.ahmetarpad.blogspot.de/ Galata’nın ilham perisi düzenlenmiş. Liman çevresinde yürürken Avrupa’nın talyan Riveria’sının incisi, Akdeniz’in ılık CENOVA en büyük akvaryumu Acquario di Genova karşınıza esintisiyle Alpler’den gelen rüzgârların buluştuğu çıkacak. Zamanınız varsa uğrayın. Paris’teki ünlü bir liman kenti Cenova. Bir zamanlar dünyayı Pompidou’yu inşa eden mimar tarafından yapılan keşfetmek için bir avuç denizciyle uzak ufuklara binada 71 tankta 500’ün üzerinde deniz türü yelken açan kâşiflerin şehri. Yolunuz buraya düşerse bulunuyor. İtalya bir çizmeyse, Liguria bölgesinin Porto Antico’nun martılarını dinleyin. Garibaldi en eski şehirlerinden Cenova çizmenin diz kapağı Sokağı’nın kaldırım taşlarında yürüyün. Palazzo San REMZİ olarak tanınır. Akdeniz’deki pek çok kente ilham Giorgio’nun karanlık mahzenlerine girin ve GÖKDAĞ kaynağı olan kent, İstanbul’daki Galata’nın da gözlerinizi kapayın. Derin bir nefes çekin. Tarihi mimarisine damgasını vurmuş. Yüzyıllar boyu soluyacaksınız. Ardından cevabı olmayan soruların Akdeniz’deki ticaretin merkezi olduktan sonra bugünlerde eski peşine takılacaksınız. Kâşiflerin merakına ortak olacaksınız. heybetini gizleyen mütevazı bir görüntüye bürünmüş. Sıra dışı Limanda yükselen deniz fenerinin bazen limanın dar sokaklarını ve gizemli bir mütevazılık bu. Siz bakmayın kentin bu sakin aydınlattığını göreceksiniz. Bazen de Akdeniz’in dalgalarında haline. Dar sokaklarında, yokuşlu mahallelerinde ya da boğuşan denizcilerin gözbebeği olduğunu anlayacaksınız. limanında yüzyılların sırlarını saklamaya devam ediyor. İstikamet önemli değil. Limana yaklaşan ya da uzaklaşan her denizci bu fenere yüzyıllar boyu selam durdu. Kimi sevdalarını, yaşamlarını geride bırakıp hayallere yelken açtı. Kimi geçmişini [email protected] uzak iklimlerde unutup yola çıktığı noktaya dönmenin keyfini yine bu fenerin gölgesinde yaşadı. Kimler yoktu ki bu yolcular arasında. Kristof Kolomb doğduğu bu kentten batıya yelken açarken, doğudan gelen Marko Polo yine bu kentin zindanlarında tutuklu kaldı. Dar sokakların güneş girmeyen kaldırımları Charles Dickens’a, Çehov’a malzeme oldu. Kentin en ünlü mekânı kuşkusuz liman bölgesi. Hayal gücünüzü biraz zorlarsanız limanda hazırlıklarını tamamlayıp uzak ufuklara yelken açan gemileri görebilirsiniz. Kentin dar sokaklarına girerseniz, hele bir de yolunuz Garibaldi Caddesi’ne düşerse bu eski kentin neden UNESCO Dünya Mirası listesinde yer aldığını anlarsınız. Bu sokaklarda haritaya ihtiyacınız olmayacak. Hiçbir harita bu karmaşık sokaklarda izinizi sürdürmeye yetmeyecek. Yolunuzu bulmakta zorlanabilirsiniz. Zaten kentin yabancılara sunduğu en güzel armağanı bu kaybolmuşluk duygusu. Güneşin girmeye zorlandığı sokaklarda kendinizi zaman tünelinde hissedeceksiniz. Bilmediğiniz bir kentte kaybolmanın heyecanını burada sonuna kadar yaşayabilirsiniz. Kenti ilk görenler burada alışıldık şehir planı anlayışına aykırı bir şeyler olduğunu hissedebilir. Diğer kentlerdeki şehir merkezi Cenova’da yok ama sizi büyüleyebilecek birden fazla ilgi odağı var. Liman ve yamaçlardaki mahalleler kadar kentin tarihi bölgesi de Cenova’nın mistik geçmişini bugünün sahnesinde sergiliyor. Kentin birkaç meydanından en ünlüsü Piazza de Ferrari. Havuzuyla ünlü bir alan burası. Havuza yaklaşıp etrafınızdaki yapıları uzaktan izleme imkânınız olacak. Meydanın limana inen sokaklarından birine girerseniz bu yol sizi Cattedrale di San Lorenzo’ya çıkarır. Siyah beyaz mermerlerin karışımıyla yükselen 1500 yıllık yapı, cephesindeki ayrıntılar ve girişteki aslanlarıyla ünlü. Katedralin girişindeki bombayı da unutmamak lazım. 2. Dünya Savaşı’nın anısı olan bu bomba katedralin üstüne düşmüş ancak patlamamış. O günden bu yana bu tarihi yapının en ilginç eserlerinden biri olarak sergileniyor. Cenova hâlâ gelişen bir liman kenti. Uzun süren restorasyondan sonra Porto Antico, Cenovalıların sıkça ziyaret ettiği bir yer. Limandaki eski depolar, alışveriş ve eğlence merkezi olarak yeniden İ Viyana’daki dikili ağaçlarımız aliteli ceviz bulduğunda hep cebine koyardı. Kırmızı içli cevizden ısmarlıyordu bir defasında bir tanıdığına. “Cevizleri ne yapacaksın” diye sorduğumda aldığım cevap beni şaşırtmıştı; “Viyana’ya ceviz dikeceğim”. Toprağının olmadığını biliyorum. Sezonluğuna ortak kiraladığımız 150 metrekarelik bostana ise değil ağaç dikmek, sebzeyi bile kendileri dikiyor, biz ise arkadaşım ile sadece topluyoruz. Beraber gezmeye çıkmıştık. Büyük bir parkın sınırına gelmiştik ki arkadaşım devasa bir ceviz ağacı gösterdi. “İşte yetiştirdiğim ceviz ağaçlarından birisi de bu” dedi. Görkemli bir ceviz ağacıydı. Anlatmaya başladı. Kaportacılık yaptığı işletmede yanına aldığı cevizleri tenekelerin içinde ekmiş, fide olduktan sonra onları alıp yakınında bulunan parklarda boş bulduğu ve uygun gördüğü yere götürüp dikmiş. İkamet ettiği mahalle kentin en büyük mahallesi ve yakınlarında çok büyük üç park var. Bu üç büyük parka da ceviz ağaçları dikmiş ve oralarda cevizleri koca koca ağaçlar olmuş. Arkadaşımı cevize duyduğu ilgiden dolayı iyi tanıyordum, ancak bu kadarını da bilmiyordum. Viyana’daki parklardan sonra şimdi köyüne de her izne gidişinde ceviz ağacı yetiştirmek için bavulunun bir köşesine ceviz yerleştirmekte. “Aslanım benim Viyana’da kaç ceviz ağacımın olduğunun sayısını unuttum, şimdi köyüme geldi sıra, senin kaç dikili ağacın var şu dünyada” diyerek beni küçümsemeye bile başladı. Ceviz sevdasının yanında bu ara bir de kuş sevdasına tutuldu. Yanından geçen birisi ağzındaki sakızı yere atmıştı da, sakızı atana etmediğini koymamıştı. “Sakızı yiyecek sanan kuş, gagalayıp, yemeye çalışırken, boğazına takılıp ölmesine sebep oluyor” diye anlatmıştı daha sonra. Sakızı yere atan kendisine neden kızıldığını pek anlamamıştı, kafasını sallayarak uzaklaşmıştı yanımızdan. O uzaklaşırken de “Şu dünyada ne insanlar var” sözcükleri uzaklardan kulaklarımıza VİYANA kadar süzülerek geldi. Ne de olsa farklı dil konuşuyorlar ve farklı hissediyorlardı. Bir gün bana “Gel sana kargamı göstereyim” dedi. Yine nelerle uğraşıyor KADİM ÜLKER merakıyla kendisine eşlik ettim. Kapılarının önünde bulunan küçük parka gittik. Bir ağacın altına gitti ve kargaya seslenmeye başladı. Arkadaşım ağacın altına çöktü, kargayı bekliyordu. Bir müddet sonra tek kanadı düşük pek de sağlıklı görünmeyen kara bir karga aksayarak geldi. Kuş, arkadaşıma 2 3 metre kadar yaklaştı ve orada durdu. Arkadaşım cebinden yumurta, ekmek ve kaşık çıkardı. “Herhalde kaşığı kuşa verip, rafadan yumurta ye diyeceksin” diye kendimce dalga geçmek istedim. Bana cevabı “Uzak dur ve kıpırdama, senden dolayı kargam yanıma yaklaşmıyor” oldu. Yumurtayı kırdı, onu iyice karıştırdı, cebinden çıkardığı siyah ekmeğin üzerine döktü. Kargayı çağırmaya devam etti. Kuş, arkadaşın yalnız olmadığını fark etmiş olacak ki kendisine yaklaşmak istemedi. Daha sonra ise yavaş yavaş ekmeğe ve yumurtaya kadar geldi. Arkadaşım oradan usuldan uzaklaşıp, yanıma oturdu. Karga ekmeğe geldi ve gagalamaya başladı. Yemek yiyen bebeğini seyreder gibi seyretti bir müddet. Mutluydu. “İşten geldiğimde her gün kargama gidiyor, karnını doyuruyorum” diye anlatıyordu. “Kışın ne yapar acaba” diye endişesini de dile getirmeyi de ihmal etmiyordu. Ceviz, kuş ilgisinin yanında bir de kedisi vardı. Bir de altıncı kata kadar önce tek başına gelip, cevizini alıp kaçan, sonra da yanında üç arkadaşını daha getiren sincabı var bugünlerde. Yalnız kedisi Boncuk öldükten sonra kendisine başsağlığına gitmediğim için uzun bir süre bana küsmüş olduğunu nice sonra öğrendim. Bu yıl Viyana’da kış çok çetin geçti. Kışın başlamasıyla bir daha kargasını görememiş. Komşularından sormaya başlamış. Kuşu, kendisi gibi takip eden ve ilgilenen yaşlı bir hanımı tanımış. O hanımı bulmuş, kuşa ne olduğunu sormuş. Yaşlı hanım da arkadaşıma karga için cankurtaran çağırdığını, cankurtaran ile gelenlerin uzun bir kovalamaca sonucunda kuşu yakalayıp götürdüklerini, emin ellerde olduğunu, üzülmemesini söylemiş. Kuşu yakalamak için tam iki saat uğraşmışlar. Hanımın arkadaşıma anlattığına göre, karakarga, bir hayvan bakımevine götürülmüş. “Hangi hayvan bakımevine götürüldüğünü bilsem, ziyaretine gideceğim” diyordu. “Bugüne kadar kestiğini hiç görmediğim şu Nietzsche bıyıklarını da keser, bir kilo baklava alır, bir buket de çiçek yaptırır, öyle gidersin” sözlerimi ciddiye bile almadan sadece gülümsemekle yetindi. “Kuşuma bakılıyormuş, ölene kadar orada kalır” derken, bir yakınını bakımevine yerleştirmiş olmanın rahatlığını duyuyordu. Ne zaman ağzıma bir parça ceviz alsam veya yolun ortasına atılmış bir sakız görsem, yüreği doğa sevgisi ile dolu olan bu dostumu hatırlar, yüzüme gülücükler yayılır, gözlerim parlar ve arkadaşımla gurur duyduğumu hissederim. [email protected] K 5 Mayıs akşam üzeri Cannes’a vardığımızda tepemizde kötümserlerin hani iştahını kabartacak oranda kara bulutlar peydahlanmıştı. 27 Mayıs sabahı dönüşe geçtiğimizde hava az biraz grileşmiş, sıcaklık 20 derecenin üstüne çıkmaya bile cesaret edememişti. 2025 yıldır Cannes soluyanlar böyle hava koşulları nais’nin her daim yeniden canlanan metin görmemişti. Festival Sarayı’nın önünde ve insanları, Audiard’ın cömertçe seven kuyruk yaparken (fırtınadan) iki şemsiye kahramanları, Mungiu’nun tinsel olduğu kırmış, (sağanaktan) iki kez iliklerimize kadar tensel dostlukları, Loach’un güzel kadar ıslanmıştık. Yerden biten Afrikalı kusurlu gençlikleri, Zeitlin’in cesur ve satıcıların entipüften şemsiyelerini 15 bağımsız bebe ve babaları, Bertolucci’nin Avro’dan başlayıp 5 Avro’ya kadar duyarlı kardeşleri, Yeşilbaş’ın yalnız ve okuttukları serbest pazar iyi bir ciro yaptı sessiz kadınları, Anderson’un isyankâr bu arada. Bu çilenin üstüne bir de filmler yavru kurtları, Loznitsa’nın erdemli ödlek kötü olaydı var ya, diyecektim ve yiğitleri, Carax’ın, Cronenberg’in, vazgeçtim... Sonuçta derdimize birkaç Sangsoo’ların güne ayna tutan ekranları, tane daha mum yakıp, hasta olmadığımıza hepsi adeta bir ağızdan haykırıyorlardı: şükredip unutacaktık tabii ki! Unutulmaz “Durup bir düşünün! Ezberinizden filmlerin, günlerin, anların yanında farklı, burnunuzun ötesinde, gözünühavanın lafı mı olur! zün kestirebileceği Çirkin hava, çirkin tüketim ve medya uzaklıkta başka bir PARİS dünyası, çirkin kent, çirkin saray biufuk mevcut...” Güzel nası..! Amma velakin içine girdin mi filmler görmüştük. Gör40.000 haraminin at koşturduğu, sidüklerimiz yakında daha nema magmasının kaynadığı, her güzellerini göreceğimizi Cannes sakininin (içeri girme ayrıcamuştuluyordu. Sinema lığına sahip) birer Ali Baba kesildiği Hollywood, Bollywood, bir hazine, bir rüya diyarı... Gücün, UĞUR HÜKÜM Greenwood’un (Yeşilvaktin, sabrın yettiğince yararlan! Biçam!) ticari yapaylık, sazim için yararlamanın iki koşulu varnallık, komiklik unsurladı. Bir: Gösterilen filmlerden aldığımız rına karşın gün geçtikçe artan bir içtenlikortalama hazzın yüksek olması. İki: Türle çağının, insanlığın tanıklığına soyunukiye’nin varlığı. 2012 şenliği, 65. buluşma yordu. 1627 Mayıs tarihleri arasında dübu iki koşul açısından da bizce bir hayli zenlenen 65. Cannes Film Festivali’nde tatminkârdı. Cannes’daki sinemanın ufbu yıl bizim için perde Nuri Bilge Ceylan kunda kuvvetli bir ışık egemendi. Dışarile açılmış, L. Rezan Yeşilbaş ile kapandaki çirkinlikler korkutucu olsa da filmmıştı. Arada başarı ve katkılarını (nazar lerde belli bir iyimserlik havası esiyordu. değdirmezlerse) gelecek yılların daha da Sanatçı öncü, haberciydi. Dünya daha güiyi kanıtlayacağı Cannes’ın sıcak yuvası, zel ya da daha iyiye gidiyor diye değil! dost buluşma noktası Ankara Sinema DerHâşâ! 70 yaşında en insancıl ve romantik neği’nin yaşattığı Türk standı var. Arada filmini imzalayan Haneke’nin 5060 yılTürkiye kadar Almanya’nın sahiplendiği lık ölümüne âşıkları, 90’lık delikanlı ResFatih Akın ve Cennette Çöplük ile tarihin 1 Cannes, Ceylan, Rezan [email protected] C MY B C MY B ilk FransızPakistan yapımı, tamamen ayrı bir yazı konusu olan Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti filmi Noor/Nur var. Türk basını festival başında “Bu sene Cannes’da yokuz” deyip burun kıvırdı. Halbuki Cannes 2012 Türkiye için “Altın” bir yıl olmağa adaydı, oldu da! Ceylan ile bir kez daha gurur duyduk. Sanatçıyı “Altın Saltanat Arabası”yla zirveye taşıyan Fransız Film Yönetmenleri Kuruluşu aynı arabayla daha önce Clint Eastwood, Nanni Moretti, David Cronenberg, Alain Cavalier, Jim Jarmusch, Agnès Varda gibi isimleri de onurlandırmıştı. Ceylan vesileyle her zamanki derin bakışı ve yalın duruşuyla bir de sinema dersi vererek başarısının rastlantı olmadığını kanıtladı. 2012’nin en sevindirici olayı genç yönetmen Rezan Yeşilbaş’ın kısa metrajlı Sessiz/Bedeng filmiyle Şerif Gören ve Yılmaz Güney’den tam 30 yıl sonra Türkiye’ye bir Altın Palmiye kazandırmasıydı. Sanatçının Kürt kökenli olduğu için bu ödülü aldığını düşünen veya söyleme cesaretini gösterenlere bir çift sözümüz var: “Önce filmi görün. Sonra öteki 9 filmi seyredin. Sonra tekrar Sessiz’i izleyin. Bu yılki jüri ve geçmişteki uygulamalar hakkında bilgi edinin. Gurur duyacağınız bir olay için kimbilir belki bir nebzecik de utanç duyarsınız...” 81’lik dev oyuncu, Altın Palmiyeli Haneke filmi, “Aşk”ın başkahramanı JeanLouis Trintignant sahnedeki teşekkürünü, günümüz Fransızcasının büyük şairi Jacques Prévert’den (19001977) şu dizelerle noktaladı. “Azıcık örnek olabilmek için, birazcık mutlu olmayı denesek mi acaba?” Onlardan esinlenerek haddimiz olmayarak şöyle bitirmek isteriz: “Azıcık umut verebilmek için birazcık iyimser olmayı denesek mi acaba!”
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear