26 Haziran 2024 Çarşamba Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 13 MAYIS 2012 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI ürih Garı alışıldık telaşını yaşıyordu. Birkaç dakika sonra Basel’e hareket edecek trende yolcular yerini almıştı. Karşımdaki boş koltuğa otururken selamlaştığımız orta yaşlı adam gazetesini okumaya başladı. Yanında oturan genç kız, cep telefonuna yüklediği müzikleri sessizce dinliyordu. İkisi de bu âlemle ilişkisini çoktan kesmiş gibiydi. Çaprazımdaki sırada dört Japon turist oturuyordu. İsviçre’deki herhangi bir sıradan yolcu treninde olması gereken her şey olağan ritminde devam ediyordu. Kapılar kapandı ve tren hareket etmeye başladı. Son anda yetişen birkaç yolcu buldukları boş koltuklara oturdu. Tren ilerlerken yanımızdan üç üniformalı asker geçti. Her birinin omuzunda SIG550 otomatik tüfekleri asılıydı. Askerlerden ikisi boş koltuk ararken bir yandan da biralarından yudumluyor, diğeri çikolatalı çöreğini yiyordu. Koridorda Bastille’de Z kutlama afiften çakırkeyifti. 78 kişilik bir grup olarak metroya bindiklerinde bir tek onun taşkın hali vardı. Azgın bir taşkınlık değil; ölçülü, sevecen bir edayla sağa sola konuşuyor, belli ki mutluluğunun coşkusunu başka türlü dile getiremiyordu. Uyduruğa çalsa da, zaman zaman fırlayan bir tonla aralıksız ritmik ve melodik bir şarkı çığırıyordu. Dilini başta yakalayamadım. Sanki Fransızca sesler serpiştirilmişti içine. Arada bir, çığlığı andırır bir bağırtıyla “Hulu Prezyui” diye başlayan, ya da kulağıma öyle çalınan bir nakarat patlatıyordu. Güldükçe kabaran iri elmacık kemikli yanakları, siyah sarı yüzünde parlayan ela gözleri onu pek sevimli kılıyordu. 5055 yaşlarında gösteriyordu, daracık mekânda kendi şarkısının temposunda kıpır kıpır dans ediyordu. Aniden cep telefonu çaldı. Bir kahkahanın ardından, o enfes Kreol aksanıyla herkese dönüp, “Sarko arıyor...” dedi. “Çok geç Sarko! Ben Holu’yu seçtim...” diyerek telefonu kapatıp ritmik bir tonla “Sarkozy, c’est fini/Sarkozy bitti!”, diye haykırınca jeton düştü. Karayipli Fransızlardı bunlar. Meğerse nakaratında Kreolce kısaltmasıyla “Hollande Président/ Hollande Başkan” deyip dururmuş. Bütün vagondan bir alkış dalgası, sevinç nidaları yükseliverdi. Kadının pozitif enerjisi toplu bir hareketlenmeye dönüşüvermişti. Vagonda en azından yüz kişi vardık. Saat geceyarısına yaklaşıyordu. Hep birlikte Bastille’e gidiyorduk. Daha akşam 8 haberlerinden, yani Fransa’nın yeni başkanının ekrana yansıyacağı saatten birkaç dakika önce kameralar Bastille (1789 Fransız devrimcilerin simgesi) meydanındaki anıtın üstünü, çevresini ellerinde kızıl bayraklar kadar, Fransız, Yunan ve Filistin bayrakları; sol ve sosyalist partilerin flama ve bandrollarıyla dolduran on binlerce kişiyi gösteriyordu. Halbuki Concorde (kraliyetçilerin ve muhafazakârların simgesi, askeri resmi geçitlerin yapıldığı alan) meydanı ıpıssızdı. Sonuca göre taraftarların oralarda bir araya gelmeleri öngörülmüştü. Seçimlerin galibi belliydi. En hayati siyasi yarışma için televizyon kanalları olağanüstü seferberdi. Taraftarların toplanacağı yerlere muhabirler, kameralar yerleştirmişlerdi. Sarkozy’nin bir avuç yandaşı mavibeyazkırmızı Fransız bayraklarıyla Mutualité salonuna çekilmişler, Hollande’ın yoldaşları da partinin Paris’teki genel merkezinin bulunduğu Solferino Sokağı’nı ve Saint Germain Bulvarı’nı çoktan kapatmışlardı. Sarkozy Cumhurbaşkanlığı PARİS makamı Elysée Sarayı’nda, Hollande ise belediye başkanı olduğu Corrèze ilinin 15 bin nüfuslu Tulle UĞUR HÜKÜM (Tül okunur ve Türkçeye de yerleşmiş dantel, tülün memleketidir) kentindeki bürosunda resmi sonuçları bekliyordu... Bizim Karayipli Bastille’e 34 durak kala, biraz da ayakta durmakta zorlandığı için bir koltuk boşalınca oturuverdi. Karşısında ellerinde biralı gençler doluydu. Birinden elindeki açılmamış kutu birayı istedi. Çocuk tereddütsüz uzatıp verdi. Patlatıp açtı, milletin üstüne sıçradı. Karayipli bütün keyfine rağmen içten bir sesle özür diledi. Ötekiler, “Hiç önemi yok, afiyet olsun!” dediler. Karayipli kadın coşkuyla, “İşte benim Fransam bu! Paylaşan, cömert, seven, hoşgören... Sarko duyuyor musun?” diye bir başladı. “Ben bu ülkeye üç çocuk verdim. Sen beni Fransızdan saymıyordun. Yedin mi Fransızın tekmesini! Küstah adam, sen duyma beni, Hollande duydu. Çünkü o insan! Senin gibi milyarder dostlarıyla kutlamıyor sevincini. O biraz sonra gelecek benimle paylaşacak zaferini. O, insan gibi insan!” Hollande sevincini önce 1988’den beri onu bağrına basan, onu bu noktaya taşıyan Tulle sakinleriyle paylaştı. Paris’e gelmek üzere havaalanına doğru yola çıktığında saatler 22’yi geçiyordu. Paris’e, Bastille’e gelmesi en azından 1.52 saat alacaktı. Karayipli kadın ve yakınlarını bırakıp bir durak önce indiğimde geceyarısı yaklaşıyordu. Muazzam, yüz binlerle ölçülen, kimilerine göre 1 milyon, kimilerine göre 23 yüz bin kişi tek vücut, kütle halinde Bastille ve çevresini hınca hınç doldurmuştu. Hollande konuşmaya başladığında 1’e çeyrek vardı. Uzatmadı! 6 dakikada Fransa’ya teşekkür etti. “Bilmiyorum siz beni duyuyor musunuz ama ben sizi duydum” dedi. Konuşmasını, “Ben gençliğin ve adaletin başkanı olmak istiyorum... Fransa’nın ötesinde Avrupalı hatta dünya halkları bizi izliyor... Değişim arzumuzu, değerlerimizi onlara da kanıtlayabilmeyiz. Mutlu olun, gurur duyun, cömert ve saygılı olun. Gerçek birer Fransız yurttaşı olun! Hepinize mersi!” sözleriyle tamamladı. Hollande’ın en yüksek oy oranını Guadalupe (yüzde 71.9) ve Martinik (yüzde 68.4) adalarında tutturması bir rastlantı değildi. Fransa’yı artık insan gibi bir insan yönetecekti. Gerisi? Birlikte yaşayacağız. [email protected] Düşmanı olmayan ordunun askerleri oturan yolcuların göz hizasında sallanıyordu. Askeri disiplinden uzak, daha çok konsere gider gibi bir havaları vardı. Turistler şaşkındı. Askerleri pasaport görevlileri sanarak ZÜRİH kimliklerini hazırlamaya çalışıyorlardı. Avrupa’nın göbeğinde böyle bir manzarayla ilk kez karşılaşıyor gibiydiler. REMZİ Bakışlarını namlulardan GÖKDAĞ ayırıp askerlerin bira kutularına çevirdiklerinde yüz ifadeleri görülmeye değerdi. Bir süre sonra üç asker vagonun ortasındaki boş koltukların yanında durdu. Çantalarını raflara yerleştirirken tüfekleri hâlâ sağa sola savruluyordu. Oturduklarında silahlarını dizlerinin ucuna gelişigüzel dayadılar. Onlar da bizim gibi bu trenin yolcularıydı. Turistler kendi aralarında alçak sesle konuşmaya başladı. Gördükleri manzarayı yorumlamaya çalışıyorlardı. Trende, turistler dışında bu görüntüye şaşıran kimse yoktu. Ulaşım araçlarında silahlarıyla seyahat eden genç askerler bu ülkenin sıradan insan manzaralarından. Toplu taşıma araçlarıyla seyahat ediyorsanız yanınıza bu tür yolcuların oturma ihtimali yüksek. Yanlarında taşıdıkları tüfekleriyle halkın içine karışan, içki içip yüksek sesle şakalaşan bu gençler, silah sevdalısı İsviçre’nin milis gücünü oluşturuyor. İsviçre’de 2030 yaş arasındaki erkekler 3 aylık askerlik görevini yapmak zorunda. Bu süre dolduktan sonra her yıl en az dört hafta, silahlarını kuşanıp atış eğitimine gitmeleri gerekiyor. 34 yaşına gelene kadar toplam 260 günü tamamlamak zorundalar. Askerliğini yapan her genç silahını evine götürebiliyor. Terhis olduklarında silah ve mermilerin de sahibi oluyor. Evlerde saklanan silahların sayısı H ilerlerken tüfeklerinin namluları bilinmese de her iki kişiden birinde silah olduğu tahmin ediliyor. Babadan oğluna kalan silah ve cephanenin gerçek sayısını bilmek ise imkânsız. Her fırsatta doğasını, çikolatasını pazarlamaya bayılan İsviçreliler, aslında büyük bir cephaneliğin üstünde oturuyor. Ancak bu konu dost meclislerinde pek konuşulmuyor. Halkın silah sevdasından bahsetmek yerine “swiss army” çakılarının işlevlerini anlatmayı seviyorlar. Oysa kişi başına düşen silah sayısında İsviçre’yi geçen tek ülke ABD. Silah kültürü İsviçre’nin tarihi kadar eski. İlkbaharda 200 bin kişinin katıldığı silah festivalleri düzenleniyor, 12 yaşında çocuklar atış talimi yapabiliyor. Silah sahibi olmak mutfakta tencere tabak bulundurmak kadar doğal. Ancak ülkede silahla işlenen suç sayısının çok az olması da bir başka araştırma konusu. Aslında bu kadar silahlanmalarının gerçek nedeni eski bir korkudan kaynaklanıyor. Bu korkunun adı “düşman” işgali. Yüzlerce yıldır savaşmadan özgür kalabilmiş bu ülkenin insanları bir gün gerçekleşecek olası bir düşman işgaline hazırlıklı. Dünyanın şartları, Avrupa’nın siyasi iklimi ne olursa olsun onlar bu hazırlıklarına kesintisiz devam ediyor. Avrupa’nın göbeğinde tarafsızlığıyla bilinen dünyanın en sakin ülkesinde her ev karargâh, her vatandaş bir asker. [email protected] Hakem görme engelli değil! ahanın kenarında duran antrenör bağırıyor: “Vedat sağa iki metre! Top şimdi senin!” Vedat adamın dediğini yapıyor. İçinde ziller olan top ayaklarına dokunuyor. İlerliyor, birkaç adım, karşısına çıkan rakip oyuncuyla çarpışıyor, fakat yoluna devam ediyor. Kalenin arkasında duran kadın da bir şeyler sesleniyor. Vedat bu kez başka bir oyuncuyla çarpışıyor. Fakat o kendi takımından. Antrenör: “Yürü, devam, üç metre!” diye bağırıyor. “Şuuut!” Vedat topa bütün gücüyle vuruyor. Top direkte patlıyor. Gol olmuyor. Vedat saçını başını yoluyor... Seyirciler coşkuyla alkışlıyor. Vedat Sarıkaya Almanya Görme Engelliler Futbol Takımı’nın en golcü oyuncusu. Stuttgart MTV spor kulübünde oynuyor. Gelsenkirchen takımıyla yaptıkları lig maçını 40 kazandılar, iki gol Vedat’tan geldi. Antrenörü Ulrich Pfisterer aynı zamanda milli takım antrenörü de. Birkaç kez Türkiye’ye antrenör yetiştirme seminerleri nedeniyle gitmiş olduğunu anlatıyor. “Ülkenizde görme engelliler futboluna Almanya’dan daha çok ilgi gösteriliyor. Daha çok oyuncu, daha çok takımda oynuyor. Türkiye’de bizdeki kadar para sorunu yok...” MTV kulübünün orman içindeki küçük sahasının çevresinde 300 izleyici toplanmış. Herkes sessiz, bağırıp çağırmak yok, çünkü oyuncular topun ve birbirlerinin sesini duymak zorunda! Bu sporda top kontrölü, kısa paslar, sert şut başarılı olmak için önemli faktörler. Birbirini göremeyen sporcular sık sık çarpıştıkları için de sağlam bir vücut yapısına sahip olmaları kaçınılmaz. İki hakemle, iki kaleci tabii görme engelli değil. Gazetecilerin yanı sıra yerel bir TV kanalı da bu maça ilgi gösteriyor. Engelli insanların spor aracılığı ile özgüvenlerini kazanması ve dışlanmadan toplum ortak yaşamında yer alması, üretken olması çok önemli. “O bana STUTTGART özgürlüğümü veriyor, çünkü Bruno benim en iyi dostum!” Bu sözler otuzuna yaklaşmış görme engelli bir kadının. Tanıyorum onu. Bizden bir cadde aşağıda AHMET ARPAD oturuyor. Bruno labrador cinsi bir köpek ve bu kadına yanılmıyorsam on yıldır sürekli eşlik ediyor. Bruno ile karşıdaki ormana gezmeye giderken rastlıyorum, arada sırada da otobüste. Bugün de görme engellilerin maçlarına gelmişler. Kadın Bruno ile bir kenarda oturuyor, görme engelli olmayan kocası da ilgiyle top koşturanları izliyor. Onunla kimi zaman sokakta yolda karşılaşıyoruz, fakat hiç konuşmuş değiliz. Selam verip yanına gidiyorum. Amacım Bruno ile ilgili bazı şeyler sormak. Top oynayanları seyrederken sohbetimiz çabucak koyulaşıyor. Bütün gün evde oturmak istemeyen genç görme engelli eşine bir köpek almaya karar verdiklerinde Bavreya’daki bir özel okulda rastladıkları Bruno’da karar kılmaları hiç de zor olmamış. O günlerde bir yaşında olan köpekle eşinin birbirleriyle kolay anlaşması, ailenin üye olduğu sağlık sigortasının yirmi bin Avro’yu ödemeyi üstlenmesinde önemli bir rol oynamış. Bruno ile yedi aylık ortak eğitimin sonunda labrabor cinsi köpek kendine söylenen tam kırk komutu kavrayıp öğrenmiş. “O uysal, zeki, soğukkanlı, kendine güvenen, kolay öğrenen bir köpek” diye görme engelli kadın konuşuyor ve ayaklarının dibine uzanmış Bruno’yu okşuyor. Kocası da gülümsüyor: “O sokağa çıktıkları andan itibaren eşime yardımcı olması gerektiğinin bilincinde” diyor. Görme engelliler için ilk köpekler 1915 yılında Almanya’nın Potsdam kentinde kurulan bir okulda yetiştirilmiş. Bu okuldan “mezun” olan köpekler dünya savaşında gözlerini yitiren askerlere günlük yaşamlarını kolaylaştırmış. Eğitilmiş köpekler görme engellilerin yaşamlarında belki de en önemli yardımcıları. Çünkü onlar görmeyenin gözü! Vedat’a oyundan sonra soruyorum: “Daha ne kadar oynamak istiyorsun?” Gülerek: “Elli yaşına kadar!” diyor. Yanında durmakta olan antrenörü Ulrich Pfisterer de: “Niçin olmasın...” diye ona destek veriyor. www.ahmetarpad.de S uri Dayım, “Hazırlan, seni yarın Sarız’a, ‘Cumhuriyet Şenliği’ne götüreceğim” dedi. İlkokul dördüncü sınıfa gidiyordum. Köyde, öğretmenimizin eve gidiyoruz, karnınız acıkmıştır” önderliğinde 23 Nisan ve Cumhuriyet dedi. Fazla nazlanmadan evin yolunu bayramlarını kendi çapımızda tuttuk. Büyük caddede biraz kutluyorduk, ancak kasabada, büyük ilerledikten sonra dar bir sokağa kentlerde bayram nasıl kutlanır, saptık. Bahçe içinde, tek katlı, üzeri bilmiyordum. Akşamdan defterimi, toprakla örtülü bir evde oturuyorlardı. kalemimi hazırladım, Sarız’da, Hüseyin’in babası Hıdır ve amcası Cumhuriyet Şenliği’nde gördüklerimi Kamil İnan’ın, Sarız’da hazır giyim defterime bir bir yazacak, döndükten mağazaları vardı. Kan davasından sonra da okulda ballandıra ballandıra öldürülen Ziya Amcamın eşi Zülfü, anlatacaktım. Sarız’da çarşı Kamil İnan’la evlenmiş, eski bayraklarla donatılmış, tören alanının akrabalıklarımıza yeni bir çentik orta yerine yüksekçe bir kürsü atmıştık. Hıdır ve Kamil amcalar da o kurulmuştu. Önce kaymakam ve gün dükkânlarını erken kapatarak eve belediye başkanı, ardından jandarma gelmişlerdi. Nuri Dayım, Hüseyin’in komutanı konuştu. Güleç bir kız şiir Cumhuriyet Şenliği’ndeki okudu. Sonra, Kayseri Lisesi’nde konuşmasından övgü ile söz etti. öğrenci olduğu bildirilen bir gencin Kamil Amca, “Boş laf karın adı anons edildi. Genç, kürsüye doğru ilerlerken dayım, kulağıma eğildi, “Bu doyurmaz” diyerek geçiştirdi. Hıdır Amca, Hüseyin’den bizim Hüseyin, Kayseri yakındı: “Nuri Efendi, bu MALMÖ Lisesi’nde her yıl iftiharla çocuk batıracak beni. geçiyor!” dedi. Esmer, zayıf Dükkânı beş dakika yüzlü, elmacık kemikleri emanet edip bir yere hafif çıkık bir gençti. Elini gidemiyorum. Alışverişe kolunu sallayarak ateşli gelen Dallıkavak’ın, ateşli konuşmaya başladı. ALİ HAYDAR Tavla’nın, Çağşak’ın, “Mustafa Kemal” diyordu; NERGİS Ördekli’nin çulsuz “Ulusal Kurtuluş Savaşı” köylülerine parasız mal diyordu. “Mavi gözlü bir vermesi yetmiyormuş gibi, bir de dev!”den söz ediyordu. Hüseyin doktor, ilaç masraflarını kasadan konuştukça, onu tanıyan çevre karşılıyor.” Hüseyin, dayımın köylerin yoksul köylüleri, şapkalarını yanında tartışmaya girmek istemedi. sallayarak sevinç gösterisinde Yemekten sonra odasına çekilirken bulunuyordu. Hüseyin, konuşmasını beni de çağırdı. Henüz lisede bitirdikten sonra kürsüden indi, okumasına karşın, odası yerden tavana yanımıza geldi, Nuri Dayı’mın eline dek kitaplarla kaplıydı. İçeriklerini eğildi; dayım öpmesine izin vermedi. bilmesem de raflardaki, masanın Sonra, beni gördü, ilgilendi; adımı üzerindeki kitaplara dokundum, sordu, saçlarımı okşadı. Nuri Dayım, şaşkınlıkla,“Bunların hepsini “Benim yeğenimin de sesi güzeldir okudun mu” diye sordum; yine Hüseyin abisi, zamanın olsa da bir gülümsedi... Resimli kitaplardan birine dinlesen, radyodaki bütün türküleri ezbere bilir, çok dokunaklı ‘Erzurum dalmışken dayım, “Kalk, gidiyoruz!” dedi. Zülfü Teyze, o gece evlerinde Dağları’ söyler” dedi. Hüseyin, “Öyle konuk kalmamız için zorladı. Gitme mi?” diyerek gülümsedi. Ağzındaki zamanıydı. Akşam oluyordu. Veyve dişleri bembeyaz, inci gibi sıralıydı... Ninem, davarla, malla başa çıkamazdı. Hüseyin’in yüz anlatımlarını, Köyün yolunu tuttuk. Yol boyunca davranışlarını dikkatle izliyordum. O Hüseyin’in odasını düşündüm, ben de anda karar vermiştim; büyüyünce ben onun gibi odamı kitaplarla dolduracak, de Hüseyin gibi olacaktım. çok çok okuyacaktım... Ertesi gün, Söylediklerini tam anlayamasam da derste Cumhuriyet Şenliği’ni böyle bir akrabamız olduğu için onur anlatırken, tıpkı Hüseyin gibi, sesimi duyuyordum. Tören bitti, kalabalık yükseltiyor, elimi, kolumu sallayarak dağılmaya başladı. Hüseyin, “Haydi, N Hüseyin İnan... konuşuyordum: “Şimdicik, bizim orada bir de akrabamız vardı, adı da Hüseyin İnan... O da konuştu orada... Yani, bu Hüseyin İnan, bizim akrabamız olur, biliyonuz mu?” Anlatırken yan gözle beni kıskanan okul arkadaşlarıma bakıyordum. Her yılın mayıs, haziran ayları, Tufanbeyli, Sarız, Göksun yöresinde “mezar ayları”dır. Geleneklere göre, sonbaharda ve kışın ölenlerin gömütlerine bu aylarda mezar taşı dikilir. Gömüt törenlerine bütün akrabalar davet edilir. Baba tarafımdan dedem Haççe Ali o kış ölmüş, haziran ayındaki gömüt törenine Zülfü Teyze de çağrılmıştı. Hüseyin’le birlikte geldi. Elimde bir kuş sapanıyla yanlarına gittim; Hüseyin, “Kuşları vurma, yavrulama mevsimidir şimdi, analarını vurursan, yavruları yuvada acından ölür” dedi. O gittikten sonra sapanı kırıp attım, bir daha hiç elime almadım. Hüseyin’le son görüşmemizdi o, bir daha hiç karşılaşmadık. 12 Mart darbesinden sonra, Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan’la birlikte idam edildikleri yıl, Ankara Atatürk Lisesi’nin ikinci sınıfına gidiyordum. Onu, lisede okurken tanımıştım, ben lisedeyken o idam edildi. Türkiye Cumhuriyeti, 50. yılını kutlamaya hazırlanırken 7 8 yıl önceki törenlerde kendisine övgüler düzen, okullarında iftihar listelerine giren Hüseyin İnan ve iki arkadaşının boynuna yağlı ipi geçirivermişti! İdam edildiklerinde Hüseyin 23, Deniz ve Yusuf 25 yaşındaydı. 6 Mayıs 1972 günü, idam haberini sabah erkenden radyodan öğrendim. Hava kapalı, kurşun gibi ağırdı. O gün okula gitmedim. Sıhhiye’de, Orduevi’nin yanındaki küçük parkta oturdum, için için ağladım. Sınıf arkadaşım Mürsel de yanımdaydı, elini omzuma koyarak beni sakinleştirmeye çalıştı. Baktı olmuyor, az ilerideki Orduevi’ni göstererek kızdı: “Ağlayacak başka bir yer bulamadın mı? Ağlama! Ağlayacaksan da git, başka yerde ağla!” dedi... [email protected] C MY B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear