23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Atatürk’ün sofrasõna habersiz gelinmezdi. Habersiz gelenler, bu saydõğõmõz dört kişi ile Başvekil İsmet Paşa, İçişleri Bakanõ Şükrü Kaya ve Dõşişleri Bakanõ Tevfik Rüştü Aras ile Ce- lal Bayar’dõr. Bunlarõn dõşõndakiler, Atatürk’e gel- mek istiyorlarsa, yaverliğe telefon ederler, Atatürk bunlarõ davet eder. Ya da Atatürk, sabahleyin yavere kimlerin o akşam yemeğe çağrõlacağõnõ yazdõrõr. Olağanüstü hallerde, sofra sürerken de bazõ kimseler yaverliğe başvurarak dileklerini Atatürk’e ulaştõrabi- lirler. Sofrada genellikle devlet işleri konuşulur, yo- rumlar yapõlõr. Atatürk, düşüncelerini sofradakilere açarak onlarõn düşüncelerini öğrenir, tartõşõr. Kararõ kendisi verir ama çevreyi de hazõrlar. Bunun için kullandõğõ araç, “sofra”dõr. Bazõ akşamlar, Anka- ra’ya gelen ünlü solistler, saz ve caz gruplarõ Çanka- ya’ya çağrõlõrlar. Onlara da salonun bir köşesinde uygun bir masa kurulur ve istendiği zaman icralarõnõ yaparlar. Münir Nurettin, Safîye Ayla, Eftalya, Müzeyyen Senar ve diğerleri Atatürk’ün sofrasõnda şarkõ söylemişlerdir. Atatürk, Batõ müziğinin yayõl- masõndan yana olduğu halde, Türk müziğini ve halk türkülerini sever. Zaman zaman onlarõ söyler. Ken- disinin duygulu, güzelce bir sesi vardõr... 14 MAYIS 2010 CUMA CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 S ofranõn hemen karşõsõnda daima bir kara- tahta bulunurdu. Zaman zaman sofradaki- ler bu karatahtanõn başõna geçerler ve dü- şüncelerini orada yazõ ya da rakamla açõklarlardõ. Sofradan eksik olmayan tek adam, Nuri Con- ker’di. Diğerleri izin alõp ayrõlsalar da o mutlaka yanõnda bulunurdu. Atatürk’le şakalaşmak hakkõ yalnõz ona aitti. Atatürk, sofra ne kadar kalabalõk olursa olsun, bütün konuklar ile tek tek ilgilenir, onlarõn eksiklerini görür, isteklerini hemen fark ederdi. İçki içerken, mezelere el sürmez, sadece leblebi yemekle yetinirdi. Leblebiyi, derin bir ça- naktan sağ elinin üç parmağõ ile alõr, teker teker ağzõna atar, sofrada yabancõ yoksa leblebiyi hava- ya atarak dudaklarõ ile yakalardõ. Güzel bir fikir söyleyen ya da güzel bir espri yapan oldu mu, elindeki birkaç leblebinin bir ya da ikisini bu ar- kadaşõnõn avucuna koyarak beğenisini açõklardõ. Sevdiği yemekler: Etsiz kuru fasulye (Atatürk buna “yağlı fasulye” derdi), pilav, omlet, karnõ- yarõk ve enginardõ. Karnõyarõkla pilavõ karõştõra- rak yemekten hoşlanõrdõ. İçki ne kadar uzarsa uzasõn yemek yemez, içki bittikten sonra yemeğe otururdu. İşte Atatürk’ün günlük hayatõnda önem- li bir yer tutan sofrasõnõn belli başlõ renkleri... (İs- met Bozdağ’õn ‘Atatürk’ün Sofrası’ kitabõndan) Sofra sofra dedikleri Bir tanõğa, güçlü bir yazõn adamõna soru: “Atatürk’ün sofrasında sık sık bulundunuz. Nedir bu sofra, neyin nesidir. Sürekli dediko- dusu yapıldı. Bir içki, eğlence âlemi, sarhoş masası mıdır?” İlk gençliğinden son günlerine kadar kendisini tanõyanlarõn hepsi için Atatürk adõ, sofra sohbet- lerini hatõra getirir. Dostlarõ ile akşamlarõ sofra başõnda buluşmak ve geç vakitlere kadar konuş- mak âdeti idi. Pek azõ zevk ve eğlence meclisi ol- muştur. Bunlar da hani okullarda tatil saatleri var- dõr, öyle bir şeydi. Saatlerce pek ciddi şeyler okur, yahut yazardõk. Beyninin hiç yorulduğunu bilmiyorum. Hastalandõğõ yõllara kadar da şaşõrtõ- cõ bir hafõzasõ vardõ. Orduda iken askerlik meseleleri, sivilde iken devlet ve devrim meseleleri, hepsi, bazen sabah- lara kadar sofrada görüşülmüştür. Söyler ve din- lerdi. Yalnõz kendi düşündüklerini herkese anlat- mak değil, herkesin düşündüğünü de kendi anla- mak, türlü memleket seslerini duymak meraklõsõ idi. Sentezci bir dehasõ vardõ. Birkaç saatlik dağõ- nõk ve sõçramalõ sohbetlerden sonra, derleme ve toparlama yapar, mantõklõ, açõk ve iyice çerçeveli bir tefekkür eseri verirdi. Bilmediklerini, sofralarõnda bilenlerden öğrenir- di. Davetlileri daima pek çeşitli olmuştur. Ateşli ve gururlu bir milliyetçilik, eğilip bükülmez bir irade ve kendine güven duygusu şahsiyetine hâ- kimdi. Sevdiklerinin ve birlikte bir şeye inandõkla- rõnõn tenkitlerine, itirazlarõna, tartõşmalarõna ina- nõlmaz bir katlanõşõ ve hoşgörürlüğü vardõ. Türk dili ve Türk tarihi meselelerinin, onun sofrasõnda tam bir fakültelik zaman tutmuş oldu- ğunu tahmin ediyorum. Tebeşirli karatahta karşõ- sõnda idi. Bakanlar, profesörler, milletvekilleri hep o tahtaya kalkmõşõzdõr. Ondan başka hepimiz yorulur ve doğrusu biraz da usanõrdõk. Savaş ve devrim günlerinde, meseleler konu- şulduğu sõrada hiç içmez veya pek az içerdi. Ne askerliğinde, ne de sivil hayatõnda geç kalmak, hatta sabaha kadar kalmak onu vazifesinden alõ- koymuştur. Kendisinde bir zaaf ve “laubalilik” sezilmesi ihtimaline karşõ pek titizdi. Pek efendi bir ev sahibi ve eski Osmanlõ deyişi ile pek de “edepli” idi. Rahmetli Reşit Galip’in çok defa yanlõş yazõl- mõş bir vakasõ vardõr. Atatürk’ün bir yabancõ lo- kantacõya vermiş olduğu bahşiş meselesini, biraz içkili olduğu için, mübalağa ile tartõşõyordu. Ata- türk, “Galiba rahatsızsınız, biraz dinlenseniz” dedi. “Burası milletin sofrasıdır. Ben milletin sof- rasında oturuyorum” cevabõnõ verdi. Atatürk hiç bozmayarak: “Beyefendinin hakkı yar. O halde biz sofrayı terk edelim” dedi. Her- kes ayağa kalkõp çekildiler. Birkaç gün sonra idi. Reşit Galip yine davetliler arasõnda bulunuyordu. Bir hayli zaman geçtikten sonra Atatürk: “Bana iki nefer çağırı- nız” dedi. İki nöbetçi içeri girdi. Reşit Galip’i işaret ederek: “Beyefendiyi dı- şarıya götürünüz” dedi. Kucakladõklarõ gibi çõ- kardõlar. Reşit Galip bil- meyerek yaptõğõ eski ha- tasõndan utanõyordu. Sõkõ- larak tekrar sofraya geldi. Atatürk’ün neyi anlatmak istediği belli idi. O saatten sonra Atatürk en çok yine onunla keyifli keyifli ko- nuştu. Nasıl bir insan? Atatürk gösterişçi, ala- yişçi ve “zevahir” düşkü- nü değildi. Arnavut Kralõ Zogo’yu Tirana’da bir Osmanlõ generalinin konak bile denmeyecek evinde görmüştüm. Hava, bir saray havasõ idi. Atatürk İstanbul’a geldikçe Osmanlõ padişahlarõ- nõn sarayõnda kalmõştõr. O oturduğu sürece Dol- mabahçe Sarayõ’nõn havasõ, bir ev havasõ idi. Bir general olmasõ gereken başyaverlerini daima kü- çük rütbeli subaylar arasõndan seçmiştir. Atatürk görev başõnda hiçbir laubaliliğe yer vermeyecek kadar ciddi, hususi yaşayõşõnda ise dostlarõnõn her türlü nazõnõ çekecek kadar samimi idi. Protokol, boğazõnõ sõkan dar ve katõ bir yaka gibi kendisini her vakit rahatsõz etmiştir ve onu hususi yaşayõşõ içine hiç sokmamõştõr. Sofrasõnda kimsenin yeri belli değildi. Yalnõz rahmetli Fevzi Çakmak’a, İsmet İnönü’ye, ara sõra evine gelen ordu ve hükümet şahsiyetlerine yanõnda yer gös- terirdi. Bununla beraber “dış görünüm”ün ve “de- kor”un içtimaî münasebetlerde büyük önemi ol- duğunu bilirdi. Onun için giyinişine ve ev içi dü- zenine pek meraklõydõ. On beş yõl yanõnda bulun- dum, hususi odalarõna girdim, günün çeşitli saat- lerinde evine gittim: Kendisini bir defa bile tõraş- sõz -rahatsõz olduğu vakit velev pijamalõ da olsa, üstüne başõna titizdi- itinasõz görmedim. İstanbul’daki evleri, Çankaya’daki evi ve son köşkü hep kendi hususi dikkati altõnda idi. Hafife alõnmak, aşağõda ve altta görünmek, kolayca ten- kit edilecek kusurlarõ ve eksikleri bulunmak, hele gülünç olmak pek korktuğu şeylerdendi. M. Senar. Eftalya. M. Nurettin. Safiye Ayla. İ ş başõndan artan ömrü, sofrada geçmiştir. Bu bir içki ve cümbüş sofrasõ değildi. Dostlarõ ile hatta düşmanlarõ ile sohbet ve tartõşma mecli- si idi. Atatürk hayallerini, tasarõlarõnõ, õstõraplarõnõ, hatõralarõnõ, taa genç subay- lõğõndan son zamanlarõna kadar sofra- sõnda anlatmõştõr. Selanik’te askerî de- hasõnõ tanõtan “tatbikat” oyunlarõna sofrasõndan kalkarak gittiği gibi, her devrim gününün başlangõcõ da bir sofra sabahõ idi. Eğlence âlemi, aşõp taştõğõ yer de yine sofra meclisi olmuştur. Bu ne zaman bir zevk ve eğlence, ne zaman büyük taar- ruzu hazõrlayan bir kumanda heyeti ve ne zaman en çetin devlet işlerini kara- ra bağlamak toplu- luğu idi, tahmin edemezdik. Fakat misafirlerinin çeşi- dine göre az çok hangisine hazõrla- nacağõmõzõ bilirdik. Bazen, bir meseleyi daha fazla deşmeğe misafir çeşidi elve- rişli olmadõğõ za- man, “Galiba yo- rulduk” der, mec- lise son verir, veda- laşmak üzere elini sõkanlardan birtakõ- mõna; “Teşekkür ederim”, bir takõ- mõna usulca, “Siz biraz daha kalı- nız!” derdi. Nice sõrlarõnõ yõllarca vicda- nõ içinde tutan Atatürk’ün, ağzõndan ka- çõrmõşa benzeyen “gevezeliklerin” yüz- de doksanõ hesaplõ ve tertipli idi. Sõrlarõnõ “ağızdan kaçıran” Atatürk, bazõ olaylarõ hiçbir zaman anlatmamõş- tõr. Yahut pek mahremlerine söylemiştir de ben bilmiyorum. On beş yõl hususi meclislerinde bulunan benim duymayõ- şõm dahi, vaktiyle hatõralarõnõ bana an- latmõş olduğu düşünülecek olursa, dik- katte tutulmaya değer. Atatürk cömert değildi. Elinin dar ol- duğu bile söylenebilir. Kendisine gelen hediye kravatlardan birer tanesini alabil- mek için neler çektiğimizi hatõrlõyorum. Buna rağmen pek “misafirperver” ve ikramcõ idi. “Hal bilir”di. Bir akşam sofrasõna bir genç arkadaşla birlikte git- miştik. Bu genç, Atatürk’ü ilk defa din- liyordu. Coştu, içti ve hastalandõ. Kalka- madõ ve hastalõğõ kötü tesirini sofra ba- şõnda gösterdi. Bu gencin gönlünde hiç- bir utanç azabõ kalmamasõ için, Atatürk kendisini iki üç gece daha arka arkaya sofrasõna davet etmişti. Atatürk’ün devlet ve hükümet hizme- tinde kullandõklarõ arasõnda güzeli çirki- ni, sevimlisi sevimsizi vardõ. Fakat soh- bet meclislerinde bulunabilmek için şu veya bu türlü bir “sevimlilik” şarttõ; “Karşımda çirkine tahammül edemi- yorum” derdi. Kendisiyle anlaştõklarõna inandõklarõ için, hastalõğõ yüzünden asabî muvaze- nesinin bozulduğu son yõllara kadar, pek müsamahalõ idi. Meclisinde diledikleri- nizi söylememek için, pek hesaplõ bir dalkavuk olmaktan başka, hiçbir sebep yoktu. Onun için Atatürk’ün meclisle- rinde ileri geri konuşmalarõn bir cesaret misali olarak anõlmasõ gülünçtür. Ara sõ- ra bu konuşmalar aykõrõlõğa kadar gider, sabahleyin bir iç sõkõntõsõ ve bir şüphe duyulurdu, ilk fõrsatta kusurlarõnõ affet- tirmek isteyenlere, hafõzasõ en kuvvetli melekesi olan Atatürk: “Bir şey mi ol- du? Ben hatırlamıyorum ki...” derdi. ‘...Bir imtihan meclisi idi’ Sofra bir imtihan meclisi idi de! Hiç söylemeksizin, hissettirmeksizin, bir vazifede kullanacağõ adamlarõ, içki âleminin pek elverişli olduğu türlü yönlerden yoklardõ. Hükmünü kolay verir, çok defa aldanmazdõ. Omiros’un kahramanlarõndan biri idi. Bu tabiinin üstünde ve dõşõnda bir mizaçtõr. Normal münasebet ölçüleri içine hapsolamaz. Bu mizaç, ancak aşõrõ şevk kaynayõşlarõ içinde hayati- yetini koruyabilir. Vatan kurtuluşu da- vasõnõn başlangõcõ, Samsun iskelesin- de “tek başına Mustafa Kemal”dir. Ve gerçekten tek başõnadõr. Bu bir kahramanca hayat kaderidir. Kilomet- relerce etrafõnõ õşõğa ve enerjiye boğan coşkun çağlayanda durgun sudaki sal- kõm söğüt aksini arayabilir miyiz? Amiyane olsa da eski yaveri Salih Bozok’un şu hikâyesi Atatürk tenkit- çilerine iyi bir cevap olabilir. Bir gün Salih Bozok’a bazõ tanõdõklarõ: “Tarih sizi mesul edecek. Çünkü Atatürk’e içiriyorsunuz. Geceleri uykusuz geçiyor. Sefahat yaptırı- yorsunuz ve ömrünü kısaltıyorsu- nuz” derler. Salih der ki: “Tarih ne diye bizi mesul tutacak- mış? Mademki iş dediğiniz gibidir. Bizim heykellerimizi dikecek. Ata- türk’ü biz idare ediyorsak, yalnız içi- rip sefahat ettirmiyoruz ya, İzmir’i de biz aldırıverdik” cevabõnõ verir. Atatürk sofrasõnõn yõllar süren şevki ve neş’esi, Cumhuriyetin 10’uncu yõl- dönümünden bir müddet sonra yavaş yavaş kaçtõ. Hekimlerin üstüne kon- durmadõklarõ yõkõcõ illet, karaciğerini yiyor ve sinirlerini yõpratõyordu. Eşsiz hafõzasõ sönüyor, sağduyusu kararõ- yordu. Atatürk’ün tahammülü ve mü- samahasõ azalõyor, irade, zekâ ve kud- retinden şüphe edildiğini sanmak kompleksi, sõk sõk asabiyet nöbetleri- ne sebep oluyordu. (Falih Rõfkõ Atay’õn Çankaya kitabõndan) Karatahtalı sofra Bu dizinin yazarı 11 Cumhur- başkanı gördü. 1928’de doğdu. Atatürk’ün öldüğü yıl on yaşındaydı. Atatürk’ün düşüncelerini, devrimle- ri kitaplardan, yakın arkadaşlarının yazdıklarından öğrendi. Bu dizinin yazarı İkinci Cumhur- başkanı İsmet İnönü’yü ancak 14 Ma- yıs 1950’de iktidarı yitirdikten ve CHP Genel Başkanı, ana muhalefet lideri olduktan sonra yakından izledi. İnönü’nün 1938-1950 arasında cumhurbaşkanlığı dönemiyle ilgili bil- gileri de doğrudan öğrenmek olanağı- nı bulamadı. 1947’de gazeteciliğe başlamasına karşın İsmet İnönü’nün İkinci Dünya Savaşı’ndaki yadsınamaz çabalarını ve 1946’dan sonra ülkeyi demokrasiye hazırlayan günlerdeki uğraşlarını, o dönemde Atatürk devrimlerinden ödün verildiği günleri, o kitaplardan, açıklamalardan, yazılardan öğrendi. Daha sonraki dokuz cumhurbaşka- nının Çankaya’ya çıkışlarına, Çanka- ya’da yaşadıkları olaylara, yaşamları- na tanıklık etti. Dokuz cumhurbaşka- nıyla ya Çankaya’ya çıkmalarından önce, ya Çankaya’da, ya da Çanka- ya’dan ayrıldıktan sonra konuştu. Ya- şadıkları olayları günü gününe izledi ve yazdı. Bir not Atatürk, sofra ne kadar kalabalık olursa olsun, bütün konuklar ile tek tek ilgilenir. “Orduda iken askerlik meseleleri, sivilde iken devlet ve devrim meseleleri, hepsi, bazen sabahlara kadar sofrada görüşülmüştür. Söyler ve dinlerdi. Yalnõz kendi düşündüklerini herkese anlatmak değil, herkesin düşündüğünü de kendi anlamak, türlü memleket seslerini duymak meraklõsõ idi. Sentezci bir dehasõ vardõ. Birkaç saatlik dağõnõk ve sõçramalõ sohbetlerden sonra, derleme ve toparlama yapar, mantõklõ, açõk ve iyice çerçeveli bir tefekkür eseri verirdi.” S Ü R E C E K Sofra meclisi, kimi zaman eğlence, kimi zaman da en çetin devlet işlerini karara bağlayan heyet olurdu Atatürk için bir araç TartışmaTartışma meclisimeclisi CMYB C M Y B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear