23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
2 KASIM 2010 SALI CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 Birimiz kürsüden, birimiz gazete sütunundan buraya düştü HAYAL ve GERÇEK KÜRŞAT BAŞAR Silivri dolum tesisleri B: Kardeş sen buraya nasıl düştün? Ö: Dünyadan, memleketimden, insandan/umudum kesik değil diye/ipe çekilmeyip de/atılırsan içeriye/yatarsan 25 ay/daha da yatıracaklarından başka/sallansaydım ipin ucunda bir bayrak gibi keşke/demeyeceksin... Vatan, namus, ahde vefa diye kavgaya devam edeceksin... Benim gönlümde Mustafa Kemal’in sancağı açılı, o sancak nedeniyle buradayım. Bilmiyorlar ki, o sancak nedeniyle ölmeyi bile göze aldım. Sen neden burdasın kardeş? B: Şükür buluşturana... Al benden de o kadar... Sen bu düşüncelerini miting kürsülerinde haykırdın, ben de gazete sütununda haykırdım... Görüyorum ki; sen kürsüden ben sütundan düşmüşüz... Yeri geldikçe vurgulamaktan övünç duyuyorum; adını Atatürk’ün koyduğu bir gazetede özgürce yazıyorum. Gel gör ki; bu gazete şimdi bir terör örgütünün merkez üssü, başyazarı terör örgütü yöneticisi, bu gazeteden, Cumhuriyet’ten yetişen senle ben de bu terör örgütünün üyesiyiz... Bu iddiayla esir alındık... Ö: Bu iki yıl sana ne öğretti? B: Ne öğretmedi ki... Ayrı bir kitap olur... Her şeyden önce aydınların, gazetecilerin sorgusuz, sualsiz içeri tıkıldığı dönemlerin geride kalmadığını, bu gidişle kalmayacağını yaşayarak görmüş olduk. Hapisten ya çürüyerek çıkarsın ya çelikleşerek... 2. yıla girdik, çeliğe su vermeye devam ediyoruz. Ben Silivri dolum tesisleri diyorum burası için. Doluyoruz... Ö: Ben de burada gerçeği yeniden öğrendim. Gerçek sevgiyi, dostluğu öğrendim. Geçen 70 milyon saniyede gıdım gıdım. Benim ranzamda öğrendiğim en önemli şeylerin, aşkın fotoğrafları asılı. Nazlıcan, Duygu ve çiçekler içinde bir güreye hapsedebilirler mi? B: En uzun yolculuğun insanın kendi içinde yolculuk olduğunu öğrendim. Dediğin gibi, hücre bir adıma üç adım, havalandırma 5 adıma 12 adım ama ya gökyüzü? İçimiz de gökyüzü kadar derin... Dışarıda hep vercin ağacı: Memleket... Öylesine mucizeviler ki, her gündoğumunda ve gece onları çekiyorum içime yaşamak sevinci diye. Bir de üç adım ötede 80 gözlü kör pencere var. Onun karşısında dikenli telli, kameralı duvar. Oraya bakınca anamın sözü yankılanıyor kulaklarımda; su uyur düşman uyumazmış. Kötülükte, düşmanlıkta sınır yokmuş. Ölümü de öğrendim şükür. Hep diyorum ya, burası mezarlıktan farksız. Burda gerçekten gayrısına yer yok. B: Yapma Tuncay, kalbimizin kozmik odalarını açalım diyorsun... Ö: Aç be Mustafa, gönlünün penceresini. Seni burada bir adıma üç adım hücgörevinin götürdüğü yere git demekten bir hal olmuştuk... Elbette yüreğimiz de hep yanımızdaydı... Burada sevdiğinden uzakta, daha bir sevdiğiyle hissediyor insan kendisini. Yavrularımız, ah o hasret... Süreyya Berfe’nin şu dizeleri yankılanıp duruyor içimde: “Çocuklar insanoğlunun ölüme başkaldırısıdır...” Ö: Senin oğlan Deniz, kapalı görüşte seni kucaklamak için çırpındı durdu ya o soğuk camın önünde, benim kız, başladı ağlamaya... Nazlıcan dedim, bu acı en büyük sevdaları doğurur, üzülme Deniz de Yağmur da sen de o vuslat gününde ilk kucaklaşmada bütün bunları unutursunuz. Onları bilmem de Mustafa, biz unutabilir miyiz? B: Haklısın, unutamayız Yüz Yüze Bakmadan... Geçen hafta, “Başucumda Müzik ve 50’li Yılların Türkiye’si” başlıklı bir konuşmam vardı. Dönemin kısa bir özetini yaparken bir kez daha, tarihe uzaktan bakmakla içinde yaşamanın nasıl farklı olduğunu düşündüm. Kendi kişisel hayatlarımızda da yıllar sonra dönüp baktığımızda, nasıl olup da o an o kararı vermişim, nasıl olup da o hatayı yapmışım dediğimiz ama o anda bunu fark edemediğimiz gibi... Örneğin, 1954 seçimlerinden büyük bir zaferle çıkan, tarihin en büyük oy oranıyla Meclis’e gelen Demokrat Parti hükümeti ve Başbakan Menderes’in nasıl olup da rahatlayacağı yerde daha da sertleştiğini anlamak çok zor. 50’lerdeki demokratikleşme heyecanı, çokpartili sisteme geçişe, tek parti rejiminden kurtuluşa farklı kesimlerden gelen destek, Amerikan yardımları, yatırımlar, kalkınma hamlesi her ne kadar beş yıl sonra sekteye uğramış olsa da parti, oy oranını arttırarak iktidar oluyor. Yani çok korkulan İsmet Paşa ve CHP bütün çabasına rağmen iktidarın yükselişini engelleyemiyor. Peki, o zaman iktidarın yine de muhalif gördüğü herkese, başta CHP, basın ve üniversitelere tutumunu giderek sertleştirmesini, gerilimi azaltacağı yerde arttırmasını nasıl açıklamalı? ??? Yargıçların, Yargıtay başkanının, cumhuriyet başsavcısının emekliye sevki, memurların çalışma süresine bakılmaksızın işten atılabilmesi ve son derece muğlak ifadelerle dolu basın yasası, müthiş bir çoğunlukla seçim kazanmış bir iktidarın hâlâ birilerinden korkmasına mı, yoksa geçmişin intikamına mı bağlanabilir? Üstelik Menderes, politikaya CHP’de başlamış, İnönü’nün, partinin değişmez genel başkanı olduğu kararını kurultayda en genç üye olarak kendisi okumuştur. Yani tek parti döneminin mağduru filan değildir. İktidar olduğu günden beri de muhalefetin konuşup durmak dışında kendisine tehdit oluşturacak bir icraatı olmamıştır. Ama sonunda muhalefet partisini, gizli hücreler kurarak hükümeti devirmeye çalışmakla suçlayan bir komisyon bile oluşturacaktır. ??? Hapse atılan gazeteciler, sansürlenen gazeteler, üniversite hocalarına ve yargıçlara karşı son derece sert tutumlar, gösterilere ve protestolara hep bir kumpas gözüyle bakma, muhalefetle ilişkilerin giderek gerilmesi, zamanla diyaloğun tümüyle kopması bugünden bakınca anlaşılması gerçekten zor görünen şeyler. Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında birbirleriyle konuşmayan, tokalaşmayan, yan yana dururken bir bayram günü bile birbirine gülümsemeyen liderleri görünce, bu ülkede gerçek sıkıntıyı yaratanların basın mı, iş dünyası mı, askerler mi yoksa yöneticiler mi olduğunu düşünmeden edemedim. Türkiye her zor döneme ne yazık ki siyasilerin birbirleriyle olan diyaloğunun kopmasıyla giriyor. Farklı kesimlerin temsilcisi olanların, bu kesimlerin talep ve şikâyetlerini duygusallıkların, kişisel çatışmaların ve particilik gözlüğünün ötesinde en azından belli temel çizgilerde diyalogla çözmeleri hatta bunun için toplumun değişik kesimlerinin katılımını sağlamaları demokrasinin işleyişi için geçerli tek kural. Ne yazık ki biz bu kuralı her zaman unutup geçmişin bütün derslerini kendimize göre yorumlayarak inatla aynı hatalara devam ediyoruz. kursatbasar63@gmail.com ama, asıl olan, bu yaşadıklarımızdan ne üreteceğimiz. Geçmişte hapse düşmüş aydınların hiçbiri yurt sevgisini, insan sevgisini yitirmedi, hatta bu sevgilerini yüceltip çıktı. Biz de öyle yapacağız. Hayatı tam algılama çağına giren kızımın duygularının nasıl şekilleneceği en büyük kaygımdı. Aslan payı annenin olmak üzere, geleceğe olumlu ve umutla bakmasını sağladık. Buna çok seviniyorum... Nazlıcan da okul açısından sıkıntılı bir dönem yaşadı ama, her karşılaşmada onun da gözlerinde pırıltı ve aydınlık gördüm... Ö: Annesi müthiş bir sevdayla yaralarını sardı. Minnettarım. Nazlıcan’ı beni buraya ziyarete geliyor diye Avusturya Lisesi’nde tercihe zorlamışlar; ya baban ya okul diye... Benim bütün bunlardan, Nazlıcan beni tercih edip okul tarafından devamsızlık nedeniyle tasdikname ile uzaklaştırılınca haberim oldu... B: Tabii devamsızlık, Nazlıcan’ın seni görmeye devamlılığından... Ö: Öyle bir yürek yangını ki, babanın nârına kızını yakıyorlar. Hayattaki en büyük üzüntüm bu olay oldu. Nazlıcan yeni okulunda çok mutlu ama ben bu olayın ardındaki cehaleti ve karanlığı keşfettikçe kahroluyorum. En büyük sitemim, o okulun vakfındaki aydınlık, çağdaş insanlara. Zalime acıyanın, sessiz kalanın, zulme ortak olduğunu unuttular. Nazlıcan’ımdan af dilemiş olayım bu vesileyle... Bu acıları, zulmü çekmek zorunda kaldıkları için... Bütün sevdiklerimden, dostlardan ve sevdalılarımızdan. B: Yaşama da erken atılmış oldular. Ben Yağmur’da hızlı bir büyüme görüyorum.. Nazlıcan’da da öyle... Haydi kalbimizin kozmik odalarından çıkalım... ‘Suçumuzu öğrenemeyiz’i öğrendik Ö: Senin suçun ne? Hangi cinayeti işledin? Ekmek mi çaldın, izinsiz tarlaya mı girdin? Ne yaptın? B: Bu dava bağlamında, “suçum ne?” sorusunun patenti senin. Ancak bu soru sanıkların çoğu için geçerli. İnanır mısın; saatler süren savcılık ve hâkim sorgusunda bana Ergenekon’un ‘E’sini sormadılar. Hükümeti yıkma, Meclis’i ortadan kaldırma, halkı isyana teşvikle suçlanıyorum ama, bu yönde hiç soru gelmedi. Ben iddianameyi okudum, içinde saydıkları suçların delili olabilecek bir şey yoktu. Sadece hangi cezalara çarptırılmam gerektiğine ilişkin olan son bölümde bu cezaların maddesi olan TCK 311, 312, 313, 314 yazılıydı. Tren gibi hepsini dizmişler ama, bu suçları taşıyacak lokomotif yok. Yani delili yok... Ö: Aaa, notların var ya... Darağacın notların altında duruyor... B: Senin söylediğin gibi, bana yönelttikleri suçların tümünü dijital veriler dedikleri bilgisayar çıktılarına bağlıyorlar. O notların oluşum şekline birinci bölümde değindim. Ayrıntısı Silivri Toplama Kampı Zulümhane kitabında var. Bilgisayar delilleri olgusu Türkiye’de yeni. Her şeyi bir tarafa bırakıyorum, bir kişinin bilgisayarını alırken kopyasını çıkarıp vermediyseniz, yasaya göre o bilgisayardan çıkan hiçbir şey delil değil. Mahkeme bunu bildiği halde beni el konulduğu anda kopyası alınmamış bilgisayarların içinden çıktığını iddia ettikleri notlarla suçluyorlar. Benim notlardan seçki yapıp öylesine yeni bir metin çıkarılmış ki, görüştüğüm kişilerin düşüncelerini bile bana mal edecek kadar ileri gitmişler. Diyelim ki, bir doktorun muayenehanesini bastınız, hasta raporlarına, reçete kopyalarına el koydunuz. Oradaki tüm hastalıkların doktora ait olduğunu iddia ediyorsunuz. Bu ne kadar akılcıysa, benim notlarımdan üretilen suçlar da o kadar gerçekçi... Sana geçelim... Senin suçun ne? Davanın başladığı günden beri soruyorsun, öğrenebildin mi? Suç tarihi yok, ama kanaat var Ö: Öğrenemeyeceğimi öğrendim. Yargıçlar, savcılar söylemiyor, ne yapalım dediler. 25 Eylül 2009’da, savcılığa Tuncay Özkan’a yönelik iddiaların delillerinin iddianamede hangi sayfada yazılı olduğunun bildirilmesi karar altına alındı. Onlarca başvurumdan sonra, savunma sıram geldi, 2009 20 Aralık’ta. Bana suçumu söyleyin, savunma yapacağım dedim. Mahkeme, buyrun savcı bey, dedi. Savcılık delillerin hangi sayfada yazılı olduğunu göstermek için bir kez daha mehil istedi. O günden beri bekliyorum. Bir ara Savcı Mehmet Ali Pekgüzel’i sıkıştırınca duruşmada şöyle dedi: “Sanık suçunu en iyi kendisi bilmektedir.” Buna hukuk diyorsanız, hukuk budur. İddianamede benimle ilgili 1873 tane telefon konuşması var. Toplam 10 bin konuşmayı eklere koymuşlar. İddianame ve ekleri içinde böylece bana ayrılan bölüm 5 bin sayfaya ulaşmış. 32 sayfalık bir fotokopiyi 162 yerde tekrar ediyorlar. Sonuçta da 3 sayfalık hukuki ve fiili değerlendirmede siyasi faaliyette bulunduğum, cumhuriyet mitingleri düzenlediğim, bazı üst düzey devlet görevlileriyle görüştüğüm için Ergenekon terör örgütüne üye olduğum kanaatine varıldığı söyleniyor. Suç tarihi yok. Ama kanaat var. KISA... KISA... Müslüm Gündüz’e suç duyurusu: Demokratik Kitle Örgütleri Birliği Başkanı Ali Berham Şahbudak, televizyon programında “devlete, Atatürk’e ve devrimlerine” meydan okuduğu gerekçesiyle Müslüm Gündüz programı hazırlayan Mirgün Cabas ile Ruşen Çakır hakkında, Ankara Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu. ‘Ersöz’ü susturmak istedi’: İkinci “Ergenekon” davasının tutuklu sanığı emekli Tuğgeneral Levent Ersöz’ün tedavi gördüğü hastanede ateş açtığı ileri sürülen Erhan Keskin hakkında 33 yıl 3 ay ile 62.5 yıl arasında değişen hapis cezası istemiyle iddianame hazırlandı. Savcı Zekeriya Öz’ün hazırladığı iddianamede, şüphelinin “Ergenekon terör örgütü” tarafından görevlendirildiği ve Ersöz’ü susturmak, gözdağı vermek amacıyla gönderildiği öne sürüldü. TRT’nin personel alımı sınavı: HaberSen Genel Başkanı Ali Yılbaşı, TRT’nin 30 spiker, 13 muhabir, 15 müfettiş yardımcısının da aralarında bulunduğu toplam 220 yeni personel alımı için açtığı sınavla ilgili işlemlerin yürütmesinin durdurulması ve iptali için dava açtıklarını bildirdi. Samsun’da çatışma: Alaçam ilçesi Tütmen Tepe mevkiinde devriye görevi yapan Jandarma Özel harekât timleri, önceki akşam, 3 kişilik terörist grupla çatışmaya girdi. Sisli havadan yararlanan teröristler kaçtı. Çatışmada yaralanan olmadı. Atalay’ın uçağı zorunlu iniş yaptı: THY’nin Şanghayİstanbul seferini gerçekleştiren ve yolcuları arasında İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın da bulunduğu uçak, yakıt gösterge sistemindeki arıza nedeniyle Kazakistan’ın başkenti Astana’ya teknik iniş yaptı. Yaklaşık 3 saat süren gecikmenin ardından İstanbul’a inen uçak, yolcuların tahliyesinin ardından hangarda bakıma alındı. Tabiat kanununa protesto: Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu ve 3’üncü Köprü Yerine Yaşam Platformu üyeleri, TBMM’de görüşülmeye başlanan “Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı”nı Galatasaray Lisesi önünde protesto etti. Grup adına yapılan açıklamada, “Tasarının yasalaşması halinde birinci derece sit alanı ilan edilen vadilerde şirketlerin faaliyetleri yasallaşacak” denildi. Uras, Çeçenleri ziyaret etti: BDP Milletvekili Ufuk Uras ve TürkiyeAB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Helene Flautre, Ümraniye’deki Çeçen kampını ziyaret etti. Uras, Çeçenlerin ciddi eğitim ve sağlık sorunları olduğunu söyledi. KÜÇÜK ERGENEKONCU YETİŞTİRİRKEN SUÇÜSTÜ! B: Herkese suç tarihi olarak yakalandığı gün yazılmış. Oysa Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) madde 170’e göre bir iddianamenin olmazsa olmaz iki koşulu var: Suçun işlendiği tarih ve suçdelil bağlantısı. Bu iddianamede bunlar yok. Örneğin benim suç tarihim, ilk gözaltına alındığım 1 Temmuz 2008 sabahı gösteriliyor. Polisler kapıyı çaldığında, 37 günlük olan oğlum Deniz’i Yemen Türküsü’yle uyutmaya çalışıyordum. Bu mantığa göre ben, küçük bir Ergenekoncu yetiştirmekteyken suçüstü yapıldım... Ö: İddianamede deliller nerede dedim, orada yazıyor diyorlar. Orada yazıyor dedikleri o 5 bin sayfa. Her satırını hatmettim. Yok, yok, yok... Yokların içinde olmayan suçumun olmayan dellilerinden suçsuzluğumu ispatlamaya çalışıyorum. Meclis ve hükümeti, cebir ve şiddet kullanarak yıkmaktan 2 müebbet istiyorlar. Soruyorum; cebri, şiddeti geçtik, eksik kalan suçu söyleyin diyorum, yine ses yok. Sana 313 yazmışlar, halkı isyana teşvik. Senin mitingin yok, bende miting çok, 313 yok. Niye yazmadınız diyorum, ses yok. İddia o ki, İstanbul’daki cumhuriyet mitinginde beni görünce kalabalık, “Ne şeriat ne darbe, tam bağımsız demokratik Türkiye” diye bağırmış. Sonra fikir değiştirmiş, polis raporuna göre, “Ne şeriat ne darbe, darbe isteriz darbe” diye bağırmaya başlamışlar. Yalan. Gösterdim, kasıtlı olarak, yalan rapor yazmışlar. Üstelik komik. Bunlar televizyondan canlı yayımlanan, hâlâ piyasada kasetleri satılan, izinli, demokratik kitle eylemleri... Sen mi yaptın diyorlar, ben yaptım. Suç ne? Yok... Ama sen tutuklu kalmaya devam et... Yasal haklar suç sayıldı B: O polis raporları delil olarak dosyaya konmuş. Bu davanın sakat yanlarından biri de “delil hukuku”nu hiçe sayması. TÜBİTAK mahkemeye gönderdiği yazıda bilgisayar delillerinin nasıl hukuki olabileceğini ayrıntılarıyla yazarken, mahkeme bunların hüküm aşamasında dikkate alınacağını söyledi. Hüküm ne zaman? Ben diyeyim 15, sen de 20 yıl... Ö: Benim cephaneliği unutmayalım... 3 tane el bombası var diyorlar. Bir tane ruhsatsız silah var diyorlar. Bunları iddianameye yazmışlar. İtiraz ettim. Silah benim evimde teslim ettiğim ruhsatlı silahım. Sordular, ruhsatlı ve bana ait olduğu mahkemeye emniyetçe bildirildi. Ama üçüncü iddianamede bunu bildikleri halde Ergenekon cephaneliğine kattılar. Kanaltürk’ün deposunda üç tane içi mumluk olarak kullanılan el bombası kabı bulunmuş. Bunlar Güneydoğu’ya gidip gelen muhabirlerin hatıra diye pazardan aldıkları süs eşyası. Bunlar da Ergenekon cephaneliğinde var. Bana ait olmadığını söylediğim halde polis kriminal incelemesinde patlayıcı olmadığı saptanmasına ve mahkemeye bildirilmesine rağmen onlar da cephanelik... Korkutucu etkisi var diyorlar, hanginiz gördünüz de korktunuz dedim, yanıt yok... B: Bize ait olmayan şeylerin delil olarak dosyaya girmesinden söz ederken, telefon tapelerini unutmayalım. Cumhuriyet gazetesinin Ankara bürosunun santralı benim şahsi telefonummuş gibi dinlenmiş. İddianame eklerinde kimi muhabir arkadaşlarımın haber kaynaklarıyla yaptığı görüşmelerin de dökümü, benim görüşmelerimmiş gibi yer alıyor. Suçun şahsiliği insanoğlunun bin yıl önce benimsediği evrensel bir kavram ama, Ergenekon soruşturmalarında bu da ihlal edildi... Ö: Kanaltürk’ün santralını da aynı şekilde bana yazmışlar. Her şey suç; cumhurbaşkanıyla konuşmak suç, ordu komutanıyla konuşmak suç, MİT müsteşarıyla konuşmak suç, siyasi faaliyet suç, Susurluk raporu suç, belge bulundurmak suç, gazetecilik suç. B: Bir dakika, o suçun ayrıntılarına girelim... Sen CHP, MHP ve ADD’yi ele geçirmeye çalışmışsın; biri yetmiyor muydu? Ö: Bu iddialar, iddianameye yazılmış ama, sorgum sırasında ne savcılar ne yargıçlar bu konuda bir tek soru sormadılar, niye sormuyorsunuz diye ısrar ettim, gene sormadılar. ADD’den para almışsın dediler, o ADD Digiturk’ün reklam şirketi çıktı. Belgeledik... Sen niye sorumluluğundan kaçıyorsun, bana parti kurma talimatını sen vermişsin ya... B: Doğru, iddianameye göre benim sana parti kurdurttuğumu söylüyorlar ama bir tek delil yok. Mustafa Özbek, bir telefon konuşmasında bana siyaset yapmak lazım diyor. Özbek Balbay’a bunu söylediğine göre, Özkan da parti kurduğuna göre, talimatı olsa olsa Mustafa Balbay’dan almıştır, diyorlar... Ö: Halbuki ben Özbek’i tanımıyorum, seninle son 10 yılda bir araya gelip 5 dakika konuşmadık. Sadece 4 kez telefonla konuşmuşuz, santral beklemeleri dahil dördünün görüşme süresi toplam 6 dakika... Bütün bu meşru ilişkilerimiz, yasal haklarımız nasıl suç sayılır?.. Tuncay’la Mustafa siyaset yapamaz diye bir yasa mı var? YARIN: ZULÜM ALTINDAYIZ DİYE BAŞ VURDUK ÜÇ AYDIR BİR SES YOK On Numara çekildi: 3, 7, 10, 12, 16, 19, 30, 36, 38, 42, 44, 47 51, 54, 57, 62, 65, 66, 70, 72, 78, 79 C MY B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear