26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 18 TEMMUZ 2007 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ARADA BİR Prof. Dr. COŞKUN ÖZDEMİR AKP’nin Seçim Beyannamesinde Kıbrıs Konusu Tugay ULUÇEVİK Emekli Büyükelçi, eski Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı KP’nin 22 Temmuz 2007 genel seçimi için yayımladığı “Seçim Beyannamesi’nin” Kıbrıs bölümünün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) olgusunun üzerine bina edilmiş olduğu görülmektedir. Bu gerçekçi ve olumlu bir yaklaşımdır. Beyannamede, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin her alanda uluslararası etkinliğinin artırılması ve Doğu Akdeniz’deki denge ve istikrarın korunması, Türkiye’nin Kıbrıs politikasının iki ana stratejik hedefini oluşturmaktadır” denilmektedir. KKTC’nin uluslararası etkinliğinin artırılması için ne yapmak lazımdır? Her şeyden önce KKTC’nin varlığını ve onun yaşatılmasını esas alan bir politika izlemek gerekir. Bu çerçevede, KKTC’yi yok hükmünde kabul eden ve uluslararası camiaya KKTC’yi tanımama çağrısı yapan BM Güvenlik Konseyi’nin 541 (1983) ve 550 (1984) sayılı kararlarının sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yönelik kararlı girişimlere ihtiyaç vardır. Kıbrıs sorununa çözüm arayışlarında da Kıbrıs’ta iki ayrı devletin varlığı gerçeğinden hareket edilmesi gerekir. Böyle bir politikada Annan Planı’na ve benzerlerine tabiatıyla yer yoktur. Beyannamede, “geçen dönemde takip ettiğimiz dinamik Kıbrıs politikası ile Türkiye bir taraftan büyük bir psikolojik üstünlük kazanırken, diğer taraftan KKTC’nin uluslararası meşruiyetini ve etkinliğini artırmıştır” ifadesine yer verilmektedir. Bu değerlendirmeyi paylaşmak mümkün değildir. Çünkü, bizatihi Annan Planı’na dayalı bir Kıbrıs politikasının izlenmiş olması, “KKTC’nin uluslararası meşruiyetinin ve etkinliğinin artırıldığı” iddiasını dayanaktan yoksun kılmaktadır. Gerçek odur ki, Annan Planı bir anlaşma halinde yürürlüğe girebilseydi, “Kıbrıs Cumhuriyeti” iki eyaletli olarak devam ederken, KKTC’nin varlığı hukuken sona erecekti. Ortaya çıkacak olan yeni anayasal düzende Kıbrıs Türk halkı egemenliğe de ortak olmayacaktı. BM Geney Sekreteri Kofi Annan 24 Nisan 2004 referandumundan sonra BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda Kıbrıs Türk tarafının plana “evet” oyu vermiş olmasının sonuçlarını bakınız nasıl değerlendirmiştir: “…Kıbrıslı Türkler çözümü tercih ederlerken 1983’te yaratmaya niyet ettikleri ‘devletin’ tanınmasını amaçlayan on yıllar boyunca sürdürdükleri politikaları da terk etmişlerdir.” (Parag. 87) “Tanıma ve ayrılmaya yardım etme BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarına açıkça aykırıdır ve güttüğümüz hedefe de ters düşer. Aynı zamanda, bu yöndeki (tanıma) adımlar yeniden birleşme için oy vermiş bulunan Kıbrıslı Türklerin iradelerine de saygısızlık teşkil eder.” (Parag. PENCERE ‘İspat Edemeyen Şerefsizdir...’ ‘Şeref’ ile ‘namus’un günlük dilde, meyhanede, kahvehanede, dillere pelesenk bir kullanılış biçimi var... Nasıl?.. Yalan söylüyorsam namussuzum... Doğru söylemiyorsam şerefsizim.. Dostlar arasında bile bu deyişler sık sık kullanılır; az buçuk argo sayılır; pek kıymeti harbiyesi de yoktur... Şimdi AKP’nin artık pek meşhur olan öncü takımı, kendilerine yöneltilen yolsuzluk suçlamalarını öne süren muhalefet liderlerine ne diyorlar: İspat edemezsen şerefsizsin!.. ? AKP iktidarı 4.5 yılda deveyi havuduyla yutan bir yolsuzluk siyasetinin ve hırsının zebunu oldu... Lider tayfası, akraba taallukat, damat gelin, çoluk çocuk birdenbire nasıl zenginleştiler?.. Öyle ki hangi yolsuzluk dosyasının kapağını açsan, altından bunlar çıkıyorlar... ? Geçenlerde arkadaşımız, adaşımız, Cumhuriyet çalışanı İlhan Taşcı’nın yolsuzluklar üzerine yapıtından bu köşede söz açmıştım... Kitabın adı: “Bir AKP Belge’seli: Maskesiz Soygun.” (SiyahBeyaz Yayınları) 300 küsur sayfalık kitapta kanıtları, belgeleriyle birlikte AKP yolsuzlukları anlatıla anlatıla bitirilemiyor... Derken AKP’nin gerçek kimliğiyle kirli ilişkilerini sergileyen Tuncay Mollaveisoğlu’nun yapıtı da “Cumhuriyet Kitapları”nda ikinci baskısına ulaştı... Kitabın adı: “Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda.” 350 sayfada AKP’nin içyüzünü oku oku bitmiyor... ? Cumhuriyet tarihinde böyle bir iktidar görülmedi. Alabildiğine soygun.. Yolsuzluk.. Vurgun.. Ama pişkin AKP liderleri ne diyorlar: İspat edemeyen şerefsizdir!.. Milletvekilliği dokunulmazlığının ardına sığındıkları için AKP’li zanlılar soruşturmadan, kovuşturmadan, savcılıktan, davalardan korunuyorlar.. ve büyük bir utanmazlıkla meydan okuyorlar: Biz yolsuzluk yapmadık, ispat etsinler, ispat edemeyen şerefsizdir... ? Yolsuzluk dosyaları savcılıklarda bekliyorlar... Neyi bekliyorlar?.. ‘22 Temmuz’u... Eğer muhalefet yeterli oyu sağlayabilirse, yeni Meclis dokunulmazlıkları kaldırabilir... AKP’nin bütün telaşı dosyalı zanlıların yüzlerinden okunmuyor mu?.. Halkın Egemenliği 30 Haziran akşamı AKP iktidarının yıkmak istediği AKM’de nefis bir konser izledik. Kraliyet Concertgebouw Orkestrası, Beethoven’in 8’inci senfonisini ve Stravinski’nin Bahar Ayini’ni yorumladı. Özellikle bu ikinci zor parçayı olağanüstü bir performansla sundular (Umarım Evin İlyasoğlu benim bu yargımı onaylayacaktır). Seçkin dinleyici kitlesi, büyük bir coşku içinde bu muhteşem orkestrayı dakikalarca ayakta alkışladı. Ünlü orkestra şefi Maris Jansons’un mutlulukla olduğu kadar, bu büyük ilgi ve takdir karşısında biraz da şaşkınlıkla salondaki coşkuyu izlediğine tanık olduk. Ama buna yanıt vermekte gecikmedi ve iki güzel bisle yine büyük alkışlar arasında programı tamamladı. AKM önünde değerli tiyatro sanatçısı Macide Tanır ve diğer dostlarla uzunca süre bu dinletinin etkisi altında söyleştik. Onlara, böyle mükemmel bir orkestrayı ve onu böylesine bir heyecanla, coşku ile dinleyenleri izlerken içimde filizlenen bir düşünceyi açtım. “Buradaki dinleyicilerden AKP’ye bir oy çıkar mı ve bu insanlar AKP iktidarına mahkum olmaya layık mıdırlar” diye sordum. Bu hazin durumu aramızda kaygılar içinde konuştuk ve tartıştık. Evet, bu ülkenin aydınlıktan, sanattan, kültürden, uygarlıktan pay almış insanları, yurdunu bilinçle seven, benimseyen, onun çağdaş bir ülke olması için uğraş verenler acaba niçin Tayyip Bey ilkelliğine, AKP gericiliğine mahkum edilmişlerdir. Bu memleketi bu kadar kötü yöneten ve bir taraftan Batı öte yandan Arap emperyalizmi ile iç içe yaşayan bu kadro nasıl oluyor da hâlâ (anketlere göre) halkın birinci partisi olarak yerini koruyor. Halk hangi ölçülere vurarak bu konser dinleyicilerinden çok daha fazla kendisine karşı politikaları sürdüren büyük sermaye yanlısı, özelleştirmeci, piyasacı iktidara desteğini devam ettiriyor. Deniz Kavukçuoğlu seçimler için insanlarımızı akıllı olmaya davet ediyor. Ataol arkadaşımız, “Bugünkü tehlike çok büyük, bugün artık tek tek yok edilmekten de öte topluca, ulusça, ülkece var olup olmama yol ayrımındayız” diyor. Türkiye Komünist Partisi halkı sömürüye karşı çıkmaya ve düzeni değiştirmeye çağırıyor. Peki, bu çağrılara cevap verecek bir halk var mı? Benim bu soruya cevabım kesinlikle ‘Hayır’dır. 60 yıldan beri böyle bilinçli bir halkın yetişmesi büyük bir tutarlılıkla önlenmiştir. Ahmet Taner Kışlalı’nın “50 yıldan beri Milli Eğitim Bakanlığı milli ihanet bakanlığı olarak görev yapmıştır” deyişi boşuna değildir. Bugün ortalama 4 yıllık bir eğitime sahip olan ve yaşam mücadelesi veren halk, bu yüzden büyük çoğunlukla sağ muhafazakâr partileri oyları ile desteklemiştir. Onun önüne güçlü bir sol partinin çıkarılması da sistemli bir şekilde engellenmiştir. AKP’nin gücü açıkça azgelişmişlikten, feodal öğelerin egemenliklerini sürdürmesinden ve halkımızın eğitim yoksunluğundan ileri geliyor. Onlar da bunu iyi biliyor ve politikalarını buna göre yönlendiriyorlar. Aslında seçimlerle Meclis’te yer alacak olan milletvekillerini de büyük çapta parti liderleri saptıyor. Bu koşullarda kayıtsız şartsız millet egemenliğinden nasıl söz edebiliriz acaba? Bu seçimde duygu, tepki oyları değil, akıl oyları kullanılmalıdır. Eleştirilerimizde ne kadar haklı olsak da bu seçimde oyumuzu CHP’den yana kullanmalı, daha sonra eleştirilerimizi, dileklerimizi, özlemlerimizi dile getirmeliyiz. İlk ve öncelikli hedef, AKP iktidarından kurtulmak olmalıdır. Yurtsever insanlarımızın öfke ve tepkilerden ve duygusallıklardan arınarak bu gerçeği görebilmesini diliyorum. A 90) Kıbrıslı Rumlar reddederken Annan Planı’nı kabul etmiş olan Kıbrıs Türk halkı, şimdi de verdikleri “kabul” oyu yüzünden cezalandırılmaktadır. Çünkü başta BM Genel Sekreteri olmak üzere uluslararası toplumda sözü geçen devletler Kıbrıs Türk halkının Annan Planı için verdiği “kabul” oyunu KKTC’nin tanınmasını isteme hakkından feragat olarak yorumlamışlardır. Kıbrıs sorununun çözümü için tek seçeneğin sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” temelinde yeniden birleşme olduğu saplantısından kendilerini kurtaramamışlardır. KKTC’ye ambargo 24 Nisan 2004 referandumundan sonra AB Konseyi’nin “KKTC üzerindeki izolasyonların kaldırılması yönünde adımlar atmayı vaat ettiği” kamuoyumuza duyurulmuştur. Oysa AB Konseyi 26 Nisan 2004 tarihli açıklamasında “Konsey’in Kıbrıs Türk toplumunun tecrit edilmişliğini sona erdirmeye ve Kıbrıs Türk toplumunun ekonomik kalkınmasını teşvik etmek suretiyle Kıbrıs’ın yeniden birleşmesini kolaylaştırmaya kararlı olduğu” ifade edilmiştir. Yani, KKTC üzerindeki siyasi, diplomatik ve ekonomik ambargoların kaldırılması hiçbir şekilde söz konusu olmamıştır. AB’nin “Yeşil Hat Tüzüğü’ne” dayanak teşkil eden anlayış da böyledir. Bunun sebebi, “Kıbrıs’ın” 2003 AB’ye Katılım Anlaşması’nın 10 Numaralı Protokolü’ne göre, “bütün olarak AB’ye tam üye kabul edilmiş” olmasıdır. AB’nin resmi kaynaklarında yer alan ifadeyle, “Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti’nin fiili kontrolü altında bulunmayan adanın kuzey bölümünde AB müktesebatının uygulanması askıya alınmıştır. Bunun anlamı, diğer hususlar meyanında, bu bölgelerin AB’nin gümrük ve mali yetki alanının dışında kaldığıdır. Müktesebatın askıya alınmış olması yalnızca toprak bakımından sonuç doğurmakta olup, (bu durum) AB üyesi bir devlet olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak kabul edildikleri için aynı zamanda AB vatandaşı olan Kıbrıslı Türklerin kişisel haklarını etkilememektedir”. Görüleceği üzere, AB’nin anlayışına göre KKTC’nin toprakları sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” parçasını oluşturmaktadır. Annan Planı’nı dünyaya meydan okurcasına reddederek AB üyesi olan sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” Kıbrıslı Türklerin spor faaliyetlerini bile engelleme cesaretini bulabilmektedir... Son olarak Çetinkaya – Luton Town (İngiltere) futbol maçını Kıbrıs Rum yönetiminin son dakikada iptal ettirmeyi başarabilmiş olması da, Rumların gerçek niyetlerine ve Kıbrıs konusunda AB destekli olarak oynanmakta olan oyunlara ışık tutmaktadır. AKP’nin seçim beyannamesinde, son dönem içinde “KKTC’nin uluslararası temaslarında ciddi bir artış gözlenmiştir… Daha önce KKTC Cumhurbaşkanı sadece BM yetkilileriyle görüşebilirken izlediğimiz politikalar neticesinde ilk defa Pakistan Cumhurbaşkanı’nın resmi davetlisi olarak bu ülkeyi ziyaret etmiştir” denilmektedir. Şayet Sayın Talat Pakistan’da resmen “KKTC Cumhurbaşkanı” unvanıyla kabul görmüşse bu Türkiye’nin ender gerçek dostlarından olan Pakistan’ın Kıbrıs Türk halkına olan kardeşçe yaklaşımının yeni bir tezahürünü oluşturur. KKTC’nin Birinci Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş da uzun yıllar çeşitli devletleri resmi davet üzerine ziyaret etmiştir. Sayın Rauf Denktaş’ın Callaghan, Kissinger, Margaret Thatcher, Baker, İran Şahı, Ürdün’ün eski Kralı Hüseyin gibi yabancı devlet adamlarıyla makamlarında görüştüğü de hatırlanmaktadır. Yazarınızın Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi olarak görev yaptığı dönemde Sayın Rauf Denktaş, Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’in resmi daveti üzerine Almanya’yı ziyaret etmiştir. Denktaş ve Fischer 11 Şubat 2000 tarihinde resmi heyetler halinde görüşme yapmışlardır. Şurası bir gerçektir ki, ne Sayın Denktaş’ın yapmış, ne de şimdi Sayın Mehmet Ali Talat’ın yapmakta olduğu dış temaslar Kıbrıs adasında varlığı bir olgu olan KKTC’nin diplomatik tanınmasını bu vakte kadar sağlayabilmiştir. Dileğimiz, bir yandan Türkiye’nin AB üyeliği istikametinde kararlı fakat vakur biçimde yürünürken, diğer yandan Kıbrıs sorununun adadaki gerçeklerin temelinde yaşayabilir siyasi bir çözüme ulaştırılmasını mümkün kılacak politikaların uygulanmasıdır. Annan Planı üzerindeki son tecrübe de göstermiştir ki, Türkiye’nin “Biz Kıbrıs sorununun çözümünü istiyoruz” şeklindeki yaklaşımı sorunun çözümü için yeterli olmadığı gibi sakıncalıdır da. Çünkü, karşı tarafın “Çözümü o kadar çok istiyorsanız, o zaman bizim taleplerimizin tümünü karşılamalısınız” tarzında bir tutum takınmasına sebep olmaktadır. Umarız bu son tecrübe Türkiye’de “Kıbrıs sorunu ille de çözülmelidir ve Türkiye bu sorunu çözmelidir” görüşünü taşıyanlar ve sorunu tek başına Türkiye’nin çözebileceğine inanmış olanlar için öğretici olmuştur. “Siyasetin sorunları çözme sanatı” olduğu doğrudur, ama ne pahasına olursa olsun çözmeye çalışmak sanatçılık değil, sadece teslimiyetçiliktir. Kıbrıs sorunu, Kıbrıs Rum ve Yunan ortaklığı da Kıbrıs’taki gerçeklere uygun bir çözüm isteyince ve uluslararası konjonktür böyle bir çözüme müsait olunca çözülebilecektir. Ulusal nitelikteki davaların ulusal çıkarlar ve hedefler doğrultusunda yürütülmesinde “külfet” duygusuna ve düşüncesine yer olmadığını kaydetmeye de lüzum yoktur. CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear