26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 21 HAZİRAN 2007 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL ‘Teşekkürler, Almayayım’ Prof. Dr. Faruk ŞEN Türkiye Araştırmalar Merkezi Direktörü /Almanya PENCERE Emperyalizmle Dincilik Salgınlaşırken... 1991’de Sovyetler yıkılınca Amerika’da sevinçten kafayı üşütenler dediler ki: “ Tarihin sonu geldi!..” Tüm yeryuvarlağına üç lâfı güzaf pazarlandı: “ Yeni Dünya Düzeni..” “ Neoliberalizm..” “ Küreselleşme..” Eski dünya yıkılmıştı.. Yeni bir dünya kuruluyordu.. Artık “yükselen değerler” geçerliydi... ? Alıp satmayla satıp savma üzerine oluşan piyasa üzerine çılgınlaşan bizim İslamcılarla dönek solcular bu yeni dönemde iyice kaynaşmışlardı... “Kayıt dışı para” diye anılan ne idüğü belirsiz banknot gücü ortalığı kasıp kavuruyordu... Medya dedin mi akla ne geliyordu?.. Her şey... Arsa, gökdelen, ihale, yolsuzluk yabancı ortaklık, din tüccarlığı, iktidar dalkavukluğu, banka, turizm, nüfuz ticareti, ihracat, ithalat, borsa, faiz, para, vurgun... Gazete ve gazetecilik bu çarkın dönmesi için gerekli reklam, pazarlama ve şantaj araçlarıydı... Dönek solcular da bu çarkı döndürmekte entel propaganda işlevini üstlenmişlerdi... ? Ancak tarihsel açıdan çok kısa bir süre içinde tarihin sonunun gelmediği anlaşıldı... Neoliberalizmin foyası çıktı.. Yeni Dünya Düzeninin boyası döküldü... Küreselleşme neydi?.. Emperyalizmin yeni adı!.. ? Burnumuzun dibindeki Irak, ‘Neoconlar’ın ‘Küreselleşme’ dedikleri rezilliğin kanlı kepazeliğini ortaya döken bir laboratuvar gibi sergileniyor... Emperyalizmin böylesine somutlaştığı, gözle görülür, elle tutulur hale dönüştüğü bir zaman ve zemine tarihin hangi döneminde rastlandı?.. Ne var ki Irak yalnız emperyalizmin somutlaştığı bir laboratuvar değil... İnsanın insanlığını budalalığa dönüştürüp emperyalizme peşkeş çeken dinciliğin de elle tutulup gözle görülür hale geldiği bir ülke Irak... Zavallı komşumuz!.. ? Eksik olmasınlar, bizim evlere şenlik dönek solcularımız İslamcılarla bir oldular... Olsunlar... Bizim büyük sermaye medyasında köşelere oturmuşlar ahkâm kesiyorlar.. Kessinler... Ama sözlüklerinde ne kadar arayıp tarasan iki sözcüğü bulamıyorsun... Nedir onlar?.. ? Birisi emperyalizm.. Öteki dincilik.. Birincisi dünyayı sarmış.. İkincisi İslam âlemini kafakola almış.. Emperyalizmin güdümü ve dinciliğin salgını altında, bu ikisinden hiç söz açmadan solculuk yapmaya kalkışan dönek solcularımızı kutlarım... Kapılandıkları büyük sermaye medyasına helal olsunlar!.. ‘Seçilmiş’ mi? ‘Atanmış’ mı? “Sana ne” dedim kendime!.. Sana ne, sen yaşını başını almış birisin, sana ne!.. Ne diye gerçekleri daha çok duyurmak istersin! Seçimlermiş, adaylarmış, günün, yarının iktidarları imiş, Millet Meclisi’ne seçilecek insanları iki üç kişi tayin ediyormuş, Türkiye parlamentosu tepeden atanan kişilerle oluşacakmış, bugüne dek de hep böyle olmuş, sana ne!.. Kimsenin derdi değil, umuru da hiç değil! ??? Sabahları erkenden bilgisayarın başına geçip, Hürriyet’ten Zaman’a kadar gazetelerin başlıklarını, kimi yazarların söylediklerini okumaya çalışıyorum. Teksesli bir basın, bir medya... Yazmak güzelliği, özeni, günü aşma derinliği diye bir şey yok... Ya iktidar partisi dalkavukluğu ya da bu gerici iktidardan bir an önce kurtulmanın çarelerini arama telaşı... “Vatan millet sakarya” diye işi alaya alırlar ya!.. Öyle işte. Yazmak, sütunu doldurmak, hep aynı teraneyi işlemek, hep aynı çizgide saplanıp kalmak... Gerçek sorunlar, gerçek dertler, çözümler yok, günü geçirmek, birtakım insanların özel çıkarlarına hizmet etmek. ??? Parti liderleri, (nasıl lider olmuşlar, orası ayrı konu!..) oturmuş bir liste yapmışlar, seni oraya, bunu şuraya yerleştirmişler, işte partimizin milletvekili adayları diye Yüksek Seçim Kurulu’na sunmuşlar. Türk seçmeni de buna yıllardır seyirci kalmış, zaman zaman bir şeyler mırıldanmışsa da susmakla yetinmiş... Ünlü gazete yazarlarını okuyorum. Hiçbiri “Yahu şu listeleri kim düzenledi, kendi partisinin üyelerine bile danışmadı? Şimdi biz Baykal’ın, Erdoğan’ın, Bahçeli’nin, öteki sözde liderlerin adamlarına mı vereceğiz” diye sormuyor! ??? Bir zamanlar “atanmışlar, seçilmişler” diye bir ayrım yapanlar vardı. Onlara göre atanmışlar, yani devlet görevlileri, askeri siviliyle hepsi seçilmişlerin emrinde olmalıydı. Seçilmişlerdi atanmışları işbaşına getirenler ya da işlerinden uzaklaştıranlar!.. Oysa tam tersi yaşanmakta. Atanmışlar, belli bir öğrenimden, belli bir devlet deneyiminden geçmiş kişiler, seçilmişler ise, bir iki kişinin ‘tayin’ ettiği, yani ‘atadığı’ sıradan ahbap çavuşlar!.. ??? Basınımız, medyamız, yazarlarımız üç beş liderin “atadığı” milletvekillerinden oluşan bir TBMM’den yana mı? Ya Yüksek Seçim Kurulu üyeleri niye suskunluk içinde diye düşünmemek elde değil!.. 2 004 yılında Türkiye ile müzakerelere başlanmasına karar alındığı esnada, tüm Türkiye demeyelim ama, yüzde 76 gibi hayli büyük bir çoğunluk AB üyeliğine sıcak bakıyordu. Pek çok kişinin inancı Türkiye’nin, Bulgaristan ve Romanya’dan sonra AB’nin 28. ülkesi olacağı ve birliğin güvenlik ve savunma kimliğine büyük katkılarda bulunacağı yönündeydi. Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye 5. büyük ülke olarak 74 parlamenter ile temsil edilecek, Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya’dan sonra AB kararlarında 5 büyükten biri olarak etkide bulunacak diye düşünüyorduk. Bunun yanında, 1996 yılından bu yana büyük emekler verdiğimiz Gümrük Birliği’nin sağladığı avantajlardan yararlanabileceğimiz, insanlarımızdan vize istenmeyeceği kanaatindeydik. Serbest dolaşım konusunda da Türk insanının AB’de kademeli olarak bu hakka kavuşacağı konusunda ümitler vardı. Avrupa Anayasası’nın reddi, Hıristiyan Demokratlar’ın anayasaya Hıristiyanlık odaklı dinsel faktörler getirmek istemeleri ve son olarak Sarkozy’nin Türkiye´yi dışlayan tavrı, Türk insanının canına tak etti. 2004 yılında AB sınırları içinde yaşayan insanlarımızın yüzde 91’i Türkiye’nin tam üyeliğine sıcak bakarken bu oran yüzde 60’lara kadar düştü. Türkiye’deki araştırmalara baktığımız zaman ise tam üyeliğe sıcak bakanların oranının yüzde 43’lere gerilediğini görüyoruz. Türkiye’nin iktidara aday iki partisi CHP ve MHP, AB’ye eleştirel ve soğuk dururken, yavaş yavaş AKP içinde de AB’ye sıcak bakanların oranı azalma gösteriyor. Artık Türk insanı kendilerine sunulacak AB’ye, “Hayır, teşekkürler, almayayım” yaklaşımı içine girmiş bulunuyor. Türkiye’nin son beş yılda gösterdiği yüzde 42 büyüme ve artan dinamizmi karşısında 27 ülkeli AB’nin zamanla gitgide daha da hantallaşan bir ekonomik birliğe dönüşme ihtimali bulunuyor. Birlik içinde yükselen “hayır” sesleri bir yana, Güney Kıbrıs’ın her konuda karşımıza çıkmayı ilke edinmiş tavrı, Yunanistan’ın bir yandan Türkiye’ye göz kırpan, diğer yandan Balkanlar´da hâkimiyetini kaybetme korkusuyla Türkiye’nin birlik üyeliğine gizli karşı duruşu, Avusturyalıların Viyana kuşatmasından kalma bilinçaltı korkuları, Türkiye’nin bu konuda artık ısrarcı olmaması gerektiğini gösteriyor. 20042006 yılları arasında Türkiye, Avrupa Birliği’ne tam üye olsaydı, 24 milyar Avro’luk net bir katkı alacaktı. 2014 yılında kazara tam üye olabilirsek yıllık katkının 2 milyar Avro sınırını aşamayacağı araştırmalar la ortaya konuyor. Birliğin tam üyesi Polonya’da bu konuda büyük bir hüsran var. Her ne kadar Polonya 20042006 yılları arasında 19.5 milyar Avro’luk bir katkı aldıysa da, AB’den beklediği desteği göremedi. AB’nin kaymağını yiyenler ise 80’li yıllarda tam üye olan Yunanistan, Portekiz ve İspanya oldu. AB’de artık deniz bitti. Kuzey Irak’taki gelişmeler karşısında Türkiye’ye soğuk bakan, Ermeni konusunda hadi artık bu tarihteki olayları soykırım olarak kabul edin yaklaşımı, Türkiye’deki aydınlarda da AB’ye karşı bir soğumayı beraberinde getirdi. Nereden nereye geldik? Büyük bir istek ile tam üye olmak istediğimiz Avrupa Birliği artık yavaş yavaş çok soğuk baktığımız bir topluluk haline dönüştü. Son olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin haklı bir nedenle Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’nden çekilmesi de bunun mantıki bir sonucu. Türkiye olarak, en güçlü ve başarılı orduyu Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’nin emrine sunacaksın fakat karar mekanizmasında yer almayacaksın. Bunu politikacıların Türk toplumuna anlatabilmeleri artık çok güç. AB konusunda Türkiye’ye her gelişinde 50 ila 100 bin Avro alan Gerhard Schröder dışında pek kimsede kalmadı. Maalesef AB, yaptığı hatalarla Türkiye ile olan köprülerin atılmasına neden oldu. Artık AB ile Türkiye birbirlerini uzaktan sevmeye devam edecekler. Türk Devrim Süreci İçinde Amasya Genelgesi Dr. Handan DİKER “Ne Cromwell ne Robespierre, ne Lenin ve ardından gelenler, önderlik ettikleri ulusu; bilim felsefesi, düşünme yöntemi, kısacası geleceğini değiştirme yoluna götürmeye kalkışmamışlardır… Türkiye, Mustafa Kemal’in itmesiyle kendisine yalnız becerikli işçiler, teknisyenler ve mühendislerin yeterli olmadığını, tersine işlere asıl yön veren bilim filozoflarına, yöntem kurucularına gereksinimi bulunduğunu kavradı. Mustafa Kemal, böylece, bütün insanlığın içinde çırpındığı uygarlık bunalımının temel sorununa, yani çağdaş bilimin sağladığı güçlü teknolojinin nasıl kullanılacağı sorununa en geçerli yaklaşımı getirdi.” Georges Duhamel Günümüzde ‘Türk Devrimi’ ya da ‘Atatürk Devrimi’ olarak adlandırdığımız ve bunun sonucunda ulaşılan son nokta olarak ifade edebileceğimiz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşu, yapılandırılması belirli bir zaman süreci içerisinde gerçekleştirilmiştir. Bu sürecin ilk adımı, başlangıcı, 19 Mayıs 1919 yani Atatürk’ün Samsun’a çıkışıdır. Bir başka deyişle ‘Anadolu İhtilali’ ya da Türk Devrimi’nin eylem süreci olarak adlandırdığımız bu evrede Mustafa Kemal’in tek amacı yeni bir devlet kurmaktır. 19 Mayıs 1919–23 Nisan 1920 tarihleri arasını kapsayan bu ‘kuruluş’ süreci son derecede önemlidir. Bu evrede yer alan ve Türk Devrim Tarihi’nde ‘ilk ihtilal beyannamesi’ olarak adlandırdığımız Amasya Genelgesi’nin yayımlanışı ise 21 Haziran 1919’dur. Mustafa Kemal, Amasya’ya gelir gelmez, belediye binasının balkonundan halka şöyle seslenir: “Amasyalılar! Padişah ve hükümet, itilaf devletlerinin elinde esirdir. Memleket elden gitmek üzeredir. Bu kötü vaziyete çare bulmak için sizlerle işbirliği yapmaya geldim. Amasyalılar! Düşmanlarımızın Samsun’dan yapacakları herhangi bir çıkarma hareketine karşı, ayaklarımıza çarıklarımızı çekecek, dağlara çekilecek, vatanımızı en son kayasına kadar savunacağız…” Nitekim kendisi, Amasya Genelgesi’nde de özellikle şu noktalara dikkati çekecektir: Genelgenin ilk cümlesinde, yurdun bölünmezliği karşısında bir vatan bütünlüğünün zorunluluğunu ve ulusun bağımsızlığının tehlikede olduğunu sanki bir uyarı, bir alarm vermek istercesine sunar. Öte yandan İstanbul hükümetinin bu durum karşısında güçsüz ve aciz olduğunu belirtir. En önemli olarak da kurtulma kararının ulusun kendisinden gücünü alabileceği düşüncesidir. Özellikle bu düşünce halka benimsetilmek istenmiştir. Bu düşünce başka bir deyişle ‘Milli Birlik ve Beraberlik’ görüşüdür. Ardından ise Erzurum ve Sıvas’ta toplanacak kongrelerin müjdesini halka verir. Bunu için her ilden halkın güvenini kazanmış üç delegenin Erzurum’a gelmelerini, bunun içinde gerekirse kimliklerini gizlemelerini ister. Çünkü bu iş bir ‘Ulusal Sır’dır. Mustafa Kemal, Amasya Genelgesi ile monarşik bir idareye karşı bir ihtilal hareketi başlatmıştır. Ama bu hareket bir halk hareketi olarak örgütlenmiştir. Ve sonuçta da demokratik rejime gidişin müjdecisi olmuştur. Genelge, Türk ulusuna seslenir, onları uyarmak ister. İşte tüm bu yaşanan süreç içerisinde görüyoruz ki, Amasya Genelgesi’nin önemi şuradadır: Türk ulusunu bir araya getirmek, ulusal birlikteliği oluşturmak ve Anadolu ihtilalini gerçekleştirmek için atılan bir ilk adım olmasıdır. Bu özellikleri nedeni ile de Türk devrim süreci içerisindeki önemi büyüktür. CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear