24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 10 MART 2007 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Cumhurbaşkanlığı Sorunu Av. Sabri KURT Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nda İzmir Barosu Temsilcisi PENCERE Bir Mektubun Çağrışımları... Kırk yıllık dostum Orhan Karaveli’den bir mektup aldım; yayımlıyorum... ? “Sevgili İlhan Selçuk, Herhangi bir savunma paktına katılmayan 27 ülkenin devlet ve hükümet başkanları Nehru, Abdülnasır ve Mareşal Tito’nun öncülüğünde oluşturulan ‘Bağlantısızlar Topluluğu’nun ilk konferansına katılmak üzere Yugoslav başkenti Belgrad’da toplanmışlardı. Konferans, görkemli bir törenle 1 Eylül 1961 günü parlamento binasında çalışmalarına başladı. NATO üyesi Türkiye bu toplantıya gözlemci bile göndermediğinden Cumhuriyet’ten Kayhan Sağlamer’le birlikte her akşam elçiliğimize gidiyor ve büyükelçi rahmetli Orhan Eralp’e ‘brifing’ veriyorduk. İkimizden başka da Türk gazeteci yoktu yaklaşık iki yüz basın mensubunun geldiği Yugoslav başkentinde... 3 Eylül 1961 Pazar günü akşamı Federal Cumhurbaşkanı Ekselans Jusip Broz (Tito) ve eşleri Jovanka Broz’un Metropol Oteli’nde verdikleri resepsiyona davet edilen 10 gazeteciden biri de bendim. Mareşal Tito ve eşi büyük bir tevazu ve içtenlikle davetlilerinin yanına gidiyor ve hatırlarını soruyordu. Yanında Makarios, Nkrumah ve Nehru ile birlikte benim yanıma da geldi ve Türk olduğumu öğrenince aramızda şu konuşma geçti: Biliyor musunuz ben ‘Partizan Hareketi’ni İstanbul Tepebaşı’ndaki bir otel odasında başlatmıştım!.. Atatürk’ü de çok severim. Ama Türkiye Cumhuriyeti’ni, bizimki gibi, federal bir yapıda kurmuş olsaydı herhalde daha isabetli hareket etmiş olurdu!.. Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin başkanıyla ayaküstü bir tartışmaya girmek istemedim, ama şu cevabı vermekten de çekinmedim: Bu konuda kimin haklı çıkacağını tarih gösterecektir, Ekselans Cumhurbaşkanı! ............... Tito’nun Federal Yugoslavyası dağılıp (dağıtılıp) giderken ‘üniter’ Atatürk Cumhuriyeti’nin bunca fesat ve kötü yönetimlere karşın gene de dimdik ayakta durduğunu gördükçe yıllar önce Belgrad’da tarafı olduğum bu konuşmayı anımsarım.” ? Mektubu okuyunca düşündüm... Orhan Karaveli’nin iyimserliğini paylaşalım mı?.. Yoksa Atatürk’ün laik Cumhuriyeti de son günlerini mi yaşıyor?.. Eski Yugoslavya’nın yapısı ile Türkiye Cumhuriyeti’ninki arasında dağlar kadar bir fark olsa bile laikliğin ve bölünmezliğin çeşitli yöntem ve biçimlerde haraç mezat pazara sürüldüğü bir dönemi yaşıyoruz... “Tehlikenin farkında mısınız?..” Akıntıya Kürek OLAN, ilk değil. Lausanne’daki mahkeme de, başka ülkelerin başka mahkemeleri gibi, önündeki ceza yasasına göre hüküm vermek zorundaydı. O yasa ise “soykırım”ı inkâr etmeyi suç sayıyor. Elbet, “Hangi soykırımı?” diye sorabilirdi. Soykırım suçu, ancak 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edilmiş bir “Sözleşme”yle tanımlanmış. Hukukta, geçerli bir yasal metinle tanımlanmamış suç olmaz. Olsa olsa “Sözleşme yürürlüğe girmeden yaşanmış bir olay, sözleşme o tarihte yürürlükte olsaydı suç sayılabilir miydi?” diye bir varsayımla soru sorulabilir. Bu ise bir mahkeme kararına dayanmayacağı için, hep “sanal” kalır. Nazi Almanyası’nı yönetenlere karşı Nürnberg Mahkemesi’nde verilen cezalar bile, hukuk tekniği açısından, sonradan tanımlanan “soykırım” kategorisine değil, “insanlığa karşı suçlar” ve “savaş suçları” gibi biraz farklı bir kategoriye girer. u açıdan bakınca, 9 Aralık 1948 tarihli Sözleşme’nin yürürlüğe girişinden önceki bir olay yüzünden soykırım suçlamasıyla bir kişiyi ya da devleti mahkum etmek ya da bir toplumu suçlu saymak olanağı yoktur. Oysa, uzak ya da yakın tarihte bugünkü ölçülerle soykırım diye nitelendirilebilecek bir yığın olay var. Ama hepsi “tartışmalı”dır ve bu tartışmayı yapmak, yasa koyucuların hatta rastgele bir mahkemenin değil, tarihçilerin işi olmalıdır. Onların da kendi aralarında hep birlikte aynı düşüncede olabilecekleri çok az örnek bulunabilir. Dolayısıyla İsviçre’nin Vaud Kantonu’ndaki basit bir “polis mahkemesi”nin 1915 olaylarına ilişkin olarak bir “inkâr” suçundan ötürü ceza vermesi kadar tuhaf bir şey olamaz. elgelelim, o düzeydeki bir mahkemenin başka türlü davranabileceğini düşünmek de yanlış olur. Tek yargıç, ister istemez, “Madem taraflardan biri olayı soykırım sayıyor ve tarihinin en büyük trajedisi olarak gördüğü olayın böyle sayılmamasından dolayı rencide oluyor; ben de bu yok saymayı cezalandırırım” demekten kendini alamaz. Hele bu çeşit tartışmalarla ve bunlara dayalı gösterilerle, bağırıp çağırmalarla göllerin, karlı dağların ve uykulu kasabaların “huzur”u kaçıyor diye düşünenlerin ülkesinde yaşıyorsa. Hata, dramatikleştirilmiş propagandaların etkisine kolaylıkla kapılan medya kurbanı bir dünyada bu gibi yollardan medet ummaktır. Belki uluslararası mahkemelerin, ulu unvanlı bilim kurullarının tarafsızlığına, nesnelliğine inanmak da aynı ölçüde yanlış. Ama hataların en büyüğü, böyle bir suçlamanın bizi böylesine rahatsız ettiğini fazla belli etmiş olmamız olsa gerek. Hiç aldırmasaydık, bu kadar tepemize binerler miydi? B G ayın Başbakan’ın cumhurbaşkanı seçilebilme olanağı varken, “Bütün siyasi partilerin üzerinde uzlaşabileceği, ülkede genel kabul görecek bir isim üzerinde anlaşalım. Ben aday değilim” diyebileceğini zannetmiyorum. Yasalara ters düşmeden öyle eylemler, öyle davranışlar sergilenmeli ve önüne öyle somut olaylar konulmalı ki Sayın Başbakan, kendisini değil, ülkesini düşünerek “Ben aday değilim” deme noktasına gelsin. Bazı siyasi parti liderlerinin “Çankaya’ya çıkarsa indirir, Yüce Divan’a göndeririz” sözlerinin gerçekleşmesi, önümüzdeki seçimlerde oluşacak TBMM’nin yapısına bağlıdır. Başbakan’a karşıt olan liderler, çıkınca indirmekte değil, öncelikle çıkmasını önlemekte birleşmelidirler. En akılcı davranış, çıkmasını engelleyecek yol ve yöntemler üzerinde fikir ve eylem üretmektir. Sayın Başbakan gazetecilerle yaptığı bir görüşmede, cumhurbaşkanında olması gereken nitelikleri sıralamıştır: “Liderlik, ülkeyi temsil, toplumun tamamını kucaklama, herkese eşit mesafe, gerginlik yaratmama, birlik ve beraberlik zemini hazırlama, koordinasyon” dedikten sonra “..barışa, sevgiye, birliğe beraberliğe, dostluğa zemin hazırlayacak bu zemini iyi koordine edecek, lider özellikli bir insan” olarak belirlemiştir (16.6.2006 tarihli Cumhuriyet Hürriyet). Laik Cumhuriyet ilkelerini benimseme yönünden eksik de olsa saydığı bu niteliklerle Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın kişiliğini karşılaştırdığımızda, bu makama kendisinin hiç de layık olmadığı sonucu çıkar: Seçmenlerin dörtte birinin oyuyla iktidara geldiğine göre, seçmenlerin yüzde yetmiş beşi Baş S bakan’ın yanında değil, karşısındadır. Ülkenin yüzde 75 gibi büyük çoğunluğunun benimsemediği bir kimsenin Cumhurbaşkanı olarak toplumun tamamını kucaklaması da mümkün değildir. Milletvekilini paylayan, köylüyü azarlayan, sinirleri çabucak bozulan, şimdiye kadar özellikle ve ayrıcalıkla imam hatiplilere arka çıkan bir kişi tüm toplumu kucaklayamayacağı gibi, toplum da ona sahip çıkamaz ve benimseyemez. Nitekim Türk Bilgi Araştırma ve Danışmanlık Şirketi’nin 40 ilde 11.380 kişiyle yaptığı ankete göre halkın yüzde 71.28’ i Başbakan Tayyip Erdoğan için “Kesinlikle cumhurbaşkanı olmamalı” demiştir (24.9.2006, Cumhuriyet). Ülkedeki gerginliğin baş sorumlusu Sayın Başbakan’dır. Hoşgörüden uzak ve eleştiriye tahammülsüzlüğü nedeniyle kendisini eleştiren medyaya saldırıya geçmiş ve karşısına almıştır. YÖK ve üniversitelerle çatışma halindedir. Cumhurbaşkanımızla arası sıcak değildir. Silahlı Kuvvetler’le uyumlu değildir. Yüksek Askeri Şura toplantılarına katılır, şeriatçılık ve başka nedenlerle ordudan ihraç kararlarına muhalefet şerhi koyar. Danıştay’la çatışma halindedir. Ülkede gerginlik yaratan ve kurumlarla çatışma halinde bulunan böyle bir kişinin, ülkemizde “barışa, sevgiye, birliğe, beraberliğe ve dostluğa zemin hazırlaması” hiçbir şekilde düşünülemez. Sayın Başbakan, laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, din kurallarının egemen olduğu bir İslam devletine dönüştürme çabasındadır. Laik Cumhuriyet ilkelerini ve kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsememiştir. Danıştay’ca verilen ve işine gelmeyen kararlar karşısındaki tepkisi ve yargıya müdahaleleri bunu göstermektedir. Türbanı sürekli sorun yapması, imam hatip dayat maları ve imam kökenli kadrolaşmalarıyla ülkemizi, kurtuluşu İslamcılıkta arayan bir ülke haline getirmiştir. Nitekim önceki konuşmalarında “Türkiye’yi İslami devlet planı içinde düşünüyorum. Türkiye’nin yarınında artık Kemalist ve benzeri rejimlere yer yoktur” diyen kişidir. Böyle bir kişinin cumhurbaşkanlığını hiçbir Cumhuriyet aydını içine sindiremez. Cumhurbaşkanı eşinin kılık kıyafetini önemseyen de önemsemeyen de vardır. Ancak “Kadın Hakları Koruma Derneği” Genel Başkanı Sayın Gönül İşler, başbakan eşinin özellikle uluslararası toplantılarda ve yurtdışı gezilerde bu kıyafetlerle Türk kadınını temsil etmeye kalktığına dikkat çekerek “Kendisinin bu kıyafetlerinden çağdaş Türkiye Cumhuriyeti kadınları olarak utanıyoruz. Başındaki o acayip kaplamayı çıkarmasını ve çağdaş, laik Türkiye’ye yakışır bir şekilde giyinmesini rica ediyoruz” diyor (Cumhuriyet, 30.05.2006). Cumhurbaşkanı eşinin kılık kıyafeti Türkiye’nin imajını yansıtır. Bu kıyafet, çağdaş Türk kadınını utandıracak bir kıyafet olmamalıdır. Sayın Başbakan, laikliği sadece dini inanç ve ibadet özgürlüğü olarak algılamaktadır. Anayasanın (md. 24/son fıkrası) “Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz” diyen hükmünü benimsemediği, söylem ve eylemlerinden bellidir. Sağduyunun gösterdiği yol, Sayın Başbakan’ın TBMM’deki çoğunluğuna güvenerek Cumhurbaşkanlığı’na aday olmaması, tüm siyasi partilerin ve Türk ulusunun büyük çoğunluğunca benimsenip desteklenecek yetkin bir kişi üzerinde uzlaşma sağlanmasıdır. AB’nin Mutsuz Yıldönümü Yrd. Doç. Dr. Engin ÜNSAL Maltepe Üni. Hukuk BD ile Sovyetler Birliği arasında üçüncü bir güç oluşturmak amacı ile A 1957’de Roma Anlaşması ile kurulmuş olan Avrupa Birliği bu yıl 50. yılına girmektedir. 50. yı Fak. Öğr. Üyesi lında AB, kamuoyuna sadece iyi yanları ile tanıtılmakta çirkin yüzü kamuoyundan saklanmak istenmektedir. Türkiye ile üyelik müzakerelerini başlatmış, Birlik içinde Türkiye karşıtlarının güç kazanması ile müzakereleri askıya almış AB’nin kamuoyumuza, o bilinmeyen yüzü ile tanıtılması gerekmektedir. Son yapılan ve Euro Barometer olarak bilinen kamuoyu araştırmasına göre, Fransa’da toplumun ancak yüzde 22’si, İngiltere’de yüzde 24’ü ve Almanya’da yüzde 28’i AB’nin varlığını desteklemekte ve toplumun büyük bölümü AB’nin varlığını sürdürmesine karşı çıkmaktadır (Newsweek, 22 Ocak 2007 s. 19). Bu üç ülke AB’nin itici gücünü oluşturmakta ve AB’nin bu ülkelerin çoğunluğu tarafından desteklenmemesi AB’nin geleceği açısından ciddi kaygılar yaratmaktadır. Araştırma bunun nedenini üç ülkenin liderlerinin AB yerine birbirleri ile uğraşmalarına bağlamaktadır. AB’nin bugüne değin bir lider yönetici bunalımı yaşadığı açıktır. Sermaye ve emeğin serbest dolaşımı ilkesine daya nan AB’nin bu liderlerin, sermayenin serbest dolaşımına karşı çıkarak kendi ülke ekonomilerinde sıkı bir korumacılık sergilemeleri AB’nin geleceğini karartmaktadır (Bu konuda ayrıntılı bilgi Cumhuriyet’te 19.06.2006 tarihinde yayımlanmış Ekonomide Milliyetçilik başlıklı yazımızda bulunabilir). AB üyesi ülkelerin liderleri Birliğin yönlendirilmesi konusunda uyumsuzluk içindedir ve bunun gelecekte AB’nin bölünmesi ve işlevsiz kalmasına yol açacağından korkulmaktadır. Türkiye’nin üyelik sorunu, AB üyesi ülkelerin Rus enerjisine bağımlı bırakılması, üye ülkelerin kendi enerji tekellerini sonlandırmayı kabul etmemeleri liderler arası uyumsuzluğun çözülemeyen sorunları olarak sıralanmaktadır. AB’nin güçlü ülkelerinin gelecekteki liderleri olarak kabul edilen İngiltere’de Brown, Fransa’da Sarkozy veya Royal ve Almanya’da Merkel AB’yi sadece bir problem olarak gördüklerini açıklamışlardır. Geleceği böylesine karanlık bir AB’nin yarını kuşkuludur. AB’nin Türkiye’yi üye olarak kabul etmeyeceği açığa çıkmıştır. Böyle bir karanlık geleceği olan AB’nin Türkiye’ye yararı olamayacağı da anlaşılmıştır. Türkiye’nin bugünkü ve gelecekteki yöneticileri AB eksenli politikalar yerine bölgesel eksenli politikalar üretmek zorundadır. Bölgemizde yeni bir dünya düzeni kurulmaktadır. Türkiye Ortadoğu’da güç dengelerini ve gelişmelerini çok yakından izlemeli ve AB’nin öngördüğü değil kendi bütünlüğünü ve çıkarını gözeten politikalar üretmelidir. Geçen ekim ayında bir dizi konferans vermek için gittiğimiz İspanya’da Zaragoza Üniversitesi’nde tanıştığım Willy Brandt’ın danışmanı olmuş bir Alman Profesör, “AB sizi üye olarak almayacak. Siz Rusya ve İran ile ilişkilerinizi geliştirerek kendinize yeni bir dünya kurun” demişti. Yöneticilerimizin bu sese kulak vermesi gerekir sanıyorum. Kıbrıs müdahalesinden sonra ABD Başkanı Johnson’un ünlü mektubu üzerine İsmet İnönü, “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de bu dünyada yerini alır” demişti. Türkiye AB dışında bir dünyada yerini almayı ciddi olarak düşünmelidir. CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear