15 Haziran 2024 Cumartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
4 OCAK 2007 PERŞEMBE CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr “İstanbul’u yok eden İstanbul” kentin yüzde 70’iyken; bunu umursamayan söylem: AHMET CEMAL 15 ODAK NOKTASI Laiklik Bilinci, Cumhuriyetçilik ve Demokrasi... Son zamanlarda okuyor ve dinliyoruz: Kimi ‘liberal aydınlara’ göre ‘cumhuriyet’ kavramının ‘artık’ yeniden tartışılmasında yarar var; üstelik de bu tartışma, laiklik ilkesi – yine ‘artık’! – bağnazlıktan uzak ele alınarak yapılmalı. Şu ‘artık’ sözcüğü önemli ve sanki Türkiye Cumhuriyeti sınırları içersinde, herhangi bir zamanda, laiklik ilkesi bağnaz bir tutumla ele alınmış veya uygulanmış gibi bir izlenim uyandırıyor. Öyle ise, böyle bir tartışma talebinde bulunanların, yaşadığımız ortamda laikliğin ne zaman bağnazlığa kaymış olduğunu kanıtlarıyla gözler önüne sermeleri kesinlikle zorunludur. Çünkü bu yapılamıyorsa eğer, farklı bir durumla karşı karşıyayız demektir. Başka deyişle, o zaman laiklik üzerine ‘artık’ sözcüğüyle düşürülen gölge, laikliğin ‘artık’ vurgulanmaması gerektiği gibi bir anlama atıfta bulunacaktır. ??? Kavramları ve onlardan kaynaklanan ilkeleri bir kez ortaya koyduktan sonra bir daha hiç tartışma konusu yapmamak, elbette aklın gereklerine, bilimselnesnel düşünme biçimine aykırıdır. Zamanın getirdiği değişimler bağlamında bu kavramların/ilkelerin yaşama ters düşmemesi, ancak akılcı tartışmalarla sağlanabilir. Ama bu tür tartışmalar için yanlış çıkış noktaları seçmek, tartışılan kavramları ve ilkeleri bulandırmaktan, sulandırmaktan, sonuçta da yozlaştırmaktan başka bir sonuç veremez. Bu durum, bilimselakılcı düşünce kavramının doğal getirilerinden biri olan laiklik ilkesi için de tümüyle geçerlidir. Bu ülkede laiklik ilkesinden yola çıkılarak dini bütün Müslümanların ibadet özgürlüklerine, dinlerinin gereklerini yerine getirme özgürlüklerine hiçbir zaman herhangi bir sınırlama getirilmemişken, tam tersine, sanki böyle sınırlamalar varmışçasına, laiklik ilkesi hep kendini savunma konumuna itilmişken, özellikle yakın tarihte, düşüncenin egemen olması gereken alanlara inancın sızmaları ve saldırıları laiklik ilkesinin bağnazlığı diye yorumlanmışken ve bugün de yorumlanırken, cumhuriyet kavramının ‘artık’ laiklik ilkesinin bağnazlığa kaçılmadan yeniden tartışılmasını gündeme getirme talebinde bulunulması, katıksız bir ‘aymaz aydın’ tavrından başkaca bir şey değildir. ??? Gerçekte Türkiye’de cumhuriyetin de, laiklik ilkesinin de en büyük talihsizliği, özellikle seksenli yılların başından bu yana görünüşteki eğilim ve yönelimleri bağlamında demokrat ve cumhuriyetçi, ama bilgi temelinden yoksun ve bu nedenle ‘dünya görüşü özürlü’ aydınlardan oluşma bir kesimin gittikçe artan ölçüde ağırlık kazanması olmuştur. Bu kesimden olanlar, özellikle gençleri türlü yanılgılara ve çözümsüz çelişkilere sürüklemekteki küçümsenmesi olanaksız başarılarını, bir yerlere gelmiş olmayı, o yerlerde kalem oynatmayı ve söz sahibi olmayı aydın olmanın birincil, dahası tek koşulu gibi tanıtmakta sergiledikleri gerçekten büyük başarıya borçludurlar. Bir kez ‘bir yerlere varmış’, oralarda ‘ad yapmış’ olmanın ardından, “sırtımızda yumurta küfesi yok ya!” dercesine, kimi zaman en inanılmaz ölçülerde saf değiştirmelerin, kaypaklıkların ve dönekliklerin, aslında en azından etik bağlamda hesabı verilmesi ve sorulması gereken tutumlar olmaktan çıkartılması, bugün laiklik bilincini yeterince taşımadan demokrat ve cumhuriyetçi olunabileceği gibi ancak ucube diye nitelendirilebilecek bir eğilimin ortaya çıkmasına neden olmuştur. ??? Böyle bir gafletin bir toplumu götürebileceği tek yer, din bağnazlığı ve ülkemizde kimilerince zaten hedeflenen din devletidir. Böyle bir gafletten önce, cumhuriyet kavramını yeniden masaya yatırma talebinde bulunmak ise gerçek aydınlara değil, ancak içinde bulunulan toplumsal koşulları değerlendirmekte en azından ‘ağır kusur’ işleyenlere özgü bir davranış olabilir; ‘ağır kusur’ ise, ceza yasalarında bile çoğu durumlarda ‘kast’ ile bir tutulmuştur! eposta: [email protected] [email protected] İstanbul’a ‘başkent’ yakıştırması stanbul’un “Avrupa Kültür Başkenti” olİ masına artık 3 yıl bile yok. Uluslararası hazırlıklarda bu sürelerin “kısa”lığını bilenler, 2010’da üstelik “yıl boyu” sürecek bu evsahipliği için endişeliler… Turizm Gazetecileri Derneği’nin geçenlerdeki “bilgilenme” toplantısında, kamuoyunun “heyecansız”lığından, “tanıtım yetersizliği”nden, siyasetin “kültür”ü unutturduğundan yakınıldı… Bunlar doğru olsa bile, acaba şu “başkent” lafını da yerli yersiz kullanarak “etkisizleştirme”mizin payı yok mudur? Siz hiç Liverpool için İngiltere’nin “futbol başkenti”; Almanya’da Hamburg’a “balıkçılığın başkenti” dendiğini duydunuz mu? Kentler belli alanlarda elbette ki öne çıkarlar; ama diğer kentlerin birikimlerini küçümseyici unvanlar “görmüş geçirmiş”likleriyle asla bağdaşmaz. Peki, üç imparatorluğun merkezi, Doğu ile Batı uygarlıklarının ortak mirasını barındıran İstanbul için, bu “görmemişlik” acaba nereden kaynaklanıyor?.. Dünyada başkenti dışındaki bir başka kente “her bahane”yle aynı tanımın yapıldığı tek ülke, Türkiye olsa gerek… Nüfusu 15 milyona yaklaşan; hemen her ildeki her aileden birilerinin yaşadığı İstanbul, elbette ki tüm ülkeyi de en “etkileyen” kent.. sorunları da hep ulusal gündemde. Ama bu “baskın”lığı, hemen her konudaki “başkent” söylemine de “gerekçe” olabilir mi? Örneğin, ekonominin yüzde 40’ını yaratmasına rağmen, zengin azınlık ile yoksul çoğunluk arasındaki uçurumun da “en fazla olduğu il”… O halde İstanbul’a “yoksulluğun başkenti” demek mi gerekir? Hele imar yağmasına, orman ve su havzalarının işgaline, altyapısız gökdelenlerden yasadışı apartmanlaşmasına kadar, şehirciliğin giremediği, yüzde 70’i “kaçak” bir metropole en gerçekçi yakıştırma için; “talanın başkenti” demek doğru mudur? Hangi örneğe bakılırsa bakılsın, İstanbul’un “sayısal üstünlük”leri ile “oransal gerçekler”i bul’un, topluma yol gösterici bir sanata başkent sayılması, hem “edebiyat”a, hem de birçok Anadolu kentine vefasızlık değil mi? İstanbul tarihte mimarlığın gerçekten başkentiyken, şimdi örneğin “inşaat sayısı”na bakılarak aynı tanımı artık hak etmediği gibi, edebiyat için de ne yazık ki durum farklı değil… Bu nedenle yine Milliyet Kitap’ın aynı dosyada kullandığı “İçinden Edebiyat Geçen Şehir” başlığı bile onca mükemmel anlatımına rağmen, kapağındaki başkent ısrarının gölgesinde kalıyor… OBEL’İN HATIRINA’ MI? Üstelik dosyadaki genel havaya bakıldığında, Orhan Pamuk’un İstanbul’u anlatan romanıyla Nobel ödülünü aldığı için bu yakıştırmanın akla geldiği kanısı uyanıyor. Nâzım Hikmet’ten, Atillâ İlhan’a, Tanpınar’dan Gürpınar’a en saygın isimlerden “güncel gerçeklerle çelişen” eski İstanbul edebiyatı örneklenmiş olsa bile, sanki Nobel’deki burukluğu gidermeye dönük bir dosya… Evet… “Tarihteki İstanbul” gerçekten sanatın, kültürün, her şeyin de merkeziydi… Dahası bu niteliği, Cumhuriyet döneminde, Ankara’yı başkent yapanların büyük çabalarıyla 1950’lere kadar özenle korundu… Ne var ki son yarım yüzyılın talan politikaları, geçmişteki “başkent değerleri”ni de yok etti. Örneğin, kentin tek “Fatih Sultan Mehmet Caddesi” bile Elmalı su havzasındaki kaçak kentleşmenin “plansız yollar”ından biri... Hâlâ bu yakıştırmayı sürdürmek ise İstanbul’un tarihsel büyüklüğünden gelen erdemlerini “ortadan kaldıran”ların çağdışı “heves”lerini desteklemekten başka bir anlam taşımıyor… Önümüzdeki asıl görev, böylesi eşsiz bir dünya mirasımızı yeniden kültür ve uygarlık kimliğine yakışır kent politikalarına kavuşturmak olmalı. Avrupa Kültür Başkenti olmanın gereği de bu değil mi?.. Keşke Milliyet Kitap, içinden edebiyat geçen şehri anlattığı sayfalarda, ‘Orhan Pamuk sütunları’nın yarısı kadarını da “edebiyatsız bırakılan İstanbul’a” ayırsaydı… Hele Selim İleri’nin, belli ki aynı gözlemlerle söylediği “İstanbul bir yalnızlıktır” tanımını öne çıkarsaydı ne kadar yararlı olurdu… Ama Nobel ödüllü yazarımız demiş ki: “İstanbul beni ben yaptı…” Hangisi? Sakın “İstanbul’u yok eden İstanbul” olmasın? ‘N İstanbul ve İSTANBUL’U KUŞATAN KAÇAK VE RANTÇI İSTANBUL ‘kuşatılmış’ ‘edebiyat’ bölgeleri. denince hiç kuşkusuz akla gelen yerlerden Yüzde 70’i kaçak İstanbul’un en geniş alanlarını ise altyapısız gökdelenler ile plansız ve biri de Beyoğlu... Ne var ki bu gibi ‘kimlikli’ semtler artık kentin azınlıkta kalan ve kaçak yapılaşma bölgeleri oluşturuyor. arasında dağlar kadar fark var. Bu söylem, Ankara’nın başkentliğini hâlâ “hazmedemeyen”leri okşamaya yarıyor; o kadar.. Ya bütün bunlara rağmen, Milliyet Kitap’ın 2006’daki son sayısına kapak yaptığı “Türk Edebiyatının Başkenti” tanımına ne demeli? Elbette ki ünlü yazarlarımızın, şairlerimizin çoğu, yaşadıkları ve sevdikleri İstanbul’u, hakkında en çok roman, öykü, şiir üretilen kentimiz MİLLİYET KİTAP’TA BİLE! yaptılar. Kaldı ki buna ressamları ve bestekârları da ekleyebiliriz… Peki ya diğer kentlerimiz? Herhangi birine bakın; “oralı” edebiyatçıların, “orada”ki matbaalarda basılmış, nice alçakgönüllü öykü, şiir ve romanlarının sayısı ile yine aynı kentin nüfusunu oranlayın; sonucun İstanbul’dan daha “iç açıcı” olduğunu görürsünüz… Aile reislerinin yüzde 80’inin ilkokul mezunu olduğu söylenen; “yayın satışı”nın dünyadaki en düşük kentler arasında bulunduğu İstan İstanbul Modern’de Beckett filmleri Kültür Servisi İstanbul Modern Sinema, ocak ayında, yazarın 19 tiyatro yapıtını ilk kez bir araya getirmiş olan ‘Beckett Filmleri’ adlı tasarıdaki filmlerin gösterimini sürdürüyor. Geçen ay bu tasarıyı oluşturan dokuz filmi sanatsevere sunan İstanbul Modern’de, bu ay ise Alan Scheider’in ‘Fim’i, Patricia Rozema’nın ‘Mutlu Günler’i, Conor McPherson’un ‘Oyun Sonu’ ve ‘Beckett Kısaları’ gösterilecek. Bu ay gösterilecek olan Beckett Kısaları da, ‘Felaket’ ‘Tiyatro Taslağı II’, ‘Nefes’, ‘Bu Kez’, ‘Sözsüz Oyun II’, ‘Solo’, ‘Beşik’, ‘Oyun’. İstanbul Modern Sinema’da, bu ay ayrıca, yönetmenliğini Corneilu Porumboi’nun yaptığı 2006 Cannes Film “Bir Mutfak Masalı” 9, 10, 16, 17, 23, 24, 30, 31 Ocak tarihlerinde saat 20.30’da Yunus Emre Kültür Merkezi Turhan Tuzcu Sahnesi’nde izlenebilir. Festivali’nde ‘Altın Kamera’ ödülünü kazanan ‘Bükreş’in Doğusu’ ile Almanya’nın Oberhausen kentinde düzenlenen ‘Kısa Film Günleri’nin 2006 programından bir seçki gösterilecek. Gösterimler, 12 Ocak Cuma günü başlayacak, iş günleri 17.30 ve 20.00 saatlerinde bu iki başlıktan birer yapım yer alacak. Hafta sonları da gösterim saatleri 14.00 ve 17.30 olarak belirlenmiş. (0 212 334 73 00 www.istanbulmodern.org) Artık masallara inanmayan kadınların masalı sahnede... Kültür Servisi Bakırköy Belediye Tiyatroları, Alman yazar Kerstin Specht’in “Bir Mutfak Masalı” (Kurbağa Prenses) adlı oyununu 19 Aralık’tan beri izleyiciyle buluşturuyor. Emre Kınay’ın yönettiği, Sibel Arslan Yeşilay’ın Türkçeye çevirdiği, dekor tasarımı Ali Yenel, kostüm tasarımı Ayçın Tar’a ait oyunda Ayşe Demirel, Edip Saner, Elif Ürse, Emre Kınay, Savaş Akova, Ali Aziz Çölok, Defne Şener Günay ve Ulaş Suphi Bakır rol alıyor. URHAN TUZCU SAHNESİ’NDE “Bir Mutfak Masalı” 9, 10, 16, 17, 23, 24, 30, 31 Ocak tarihlerinde saat 20.30’da Yunus Emre Kültür Merkezi Turhan Tuzcu Sahnesi’nde izlenebilir. Bayan Ulla yolun sonundadır. Kocasının ölümünden beri ödeyemediği borçları yüzünden haciz memurları evi boşaltmıştır. Çocuklarının gözünde bir hizmetçiden başka bir şey değildir. Yaşadığı bölgede “kırkını geçen bir kadın için Filistinli bir terörist tarafından kaçırılma ihtimali, bir sevgili bulma ihtimalinden daha yüksektir”. Ölmekten başka çaresi kalmamıştır, tam aldığı uyku haplarını yutacakken sular kesilir. Bu sırada kapıdan içeri genç bir adam girer ve kadının hayatı birden değişiverir. Türkiye’de ilk kez sahnelenen “Kurbağa Prenses” adlı oyun, Almanya’da bir taşra kasabasında geçen eğlenceli, eğlenceli olduğu kadar da dokunaklı bir kadın masalı. Artık masallara inanmayan kadınların antimasalı. Çünkü “Beyaz atlı prens kapıyı çalmışsa, çevredeki kurbağaları bütün gücünle bizzat duvara çarpacaksın”. (0 212 661 38 95) T CUMHURİYET 15 K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear