28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 17 ŞUBAT 2006 CUMA 14 KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr ‘Bir ulusun değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği algılayabilmesidir’ YAZI ODASI SELİM İLERİ Atatürk’ün müziğe bakışı AYTAÇ YALMAN Geçmiş Romanlara Ağıt (3) 1905 tarihli, roman hazinemize hayli alçakgönüllü, gelgelelim kuşaklar boyu iz bırakmış bir eser katar: Güzide Sabri, Ölmüş Bir Kadının Evrakı Metrukesi’ni yayımlamıştır. Bu roman özellikle kadın okurlara ses yöneltir, yıllar yılı okunur. O kadar ki, 1960’lara iyice yaklaşılmışken, Gramofon Hâlâ Çalıyor’da yazdığım gibi Cihangir’deki evimizde, Ölmüş Bir Kadının Evrakı Metrukesi’nin yüksek sesle, hanımlar arasında okunduğunu hatırlarım. Güzide Sabri’nin bu eseri yaşanamamış bir aşkın romanıdır. İstanbul, yeni yeni gözdeleşen bazı kentsel yöreleri ve Büyükada’sıyla görünür. 1910’da Cemil Süleyman, Siyah Gözler’de genç ve dul bir kadının cinselliği, aşkı yaşayıp yaşayamayacağını deşer. Fonda Beykoz Çayırı handiyse bir roman kahramanıdır. Hiçbir romanda bir mesire yeri böylesine kişileşmemiş ve romanın genç kadın kahramanına kader biçmemiştir... 1912’ye Halide Edib yılı demek mümkün. Hem Son Eseri, hem Yeni Turan, hem Handan kitap olarak okura sunulmuş. Son Eseri, Halide Edib’i asıl Halide Edib romanlarına götürecek bir eser. İstanbul, ancak bir siluet olarak beliriyor. Yeni Turan, Doğu ve Batı kültürlerini özümsemiş bir yazarın ‘Turan’ hayaline farklı yaklaşımı. Bu romanda İstanbul birdenbire bir ütopya kentine dönüşür. ??? Handan’a gelince, Halide Edib Batı ülkelerinin kentlerinde gezinirken, İstanbul’dan, Kuzguncuk’tan da söz açar. Avrupa kentleri o günün okurlarını epey etkilemiş. Bugün ise, Kuzguncuk’un yüz yıl önceki görünümü gönle işliyor. İmparatorluğun hızla çöktüğü, göçtüğü günlerde, az sayıdaki romancımız, koşullar ne olursa olsun, eser vermeyi sürdürür. Hüseyin Rahmi, Hakka Sığındık’ta İttihat ve Terakki’ye olumsuz eleştirilerini yöneltir. Bu romanın İstanbul’daki ‘İspanyol gribi’ne ait sayfaları ibretle okunur. (İddiaya göre, İspanyol gribi, kuş gribinin ta kendisi!) Batan imparatorluğun ortalık yerinde ala ala hey İstanbul’u yazan Refik Halid: İstanbul’un Bir Yüzü. Hem hiç eskimemiş bir roman, hem de gerçek bir İstanbul yaşaması tutanağı... Yılları hızlı hızlı geçiyorum. 1922 Türk romanının talihli yılı: Yakup Kadri’den Nur Baba ve Kiralık Konak. Halide Edib’den unutulmaz Ateşten Gömlek, eskimez usta Hüseyin Rahmi’den Son Arzu, Cehennemlik. Ne kadar isterdim, okullarımızda, Kiralık Konak’ın bütün bir İstanbul yaşamasının evreleri, değişimleri, dönüşümleri açısından okutulmasını. O kupkuru okul ödevlerinden kurtarılarak. ??? Nur Baba’da Çamlıca’dan Kanlıca’ya İstanbul peyzajları, hele göçen bir tekkenin sonbahardaki bahçesine ilişkin betimlemeler beni her zaman etkiledi. Ateşten Gömlek, Anadolu’ya açılmadan önce, Sultanahmed’i ve Şişli’yi çizer. Sultanahmed Mitingi ve bu mitingin o günkü sosyetik Şişli’deki yankıları. Ateşten Gömlek’i Halide Edib’in anılarıyla, Türk’ün Ateşle İmtihanı’yla yan yana okuyacak olanlar, romandaki İstanbul’la belgesel anlam taşıyan İstanbul’u oranlamak imkânına kavuşabilirler... Geçmişin romanlarında İstanbul’u birçok özelliğiyle saptayabiliriz. Bir roman var ki, Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u, tek başına bir ‘İstanbul ansiklopedisi’ sayılabilir. Binlerce ayrıntının iç içe geçtiği Üç İstanbul koskoca bir panoramadır. Romanlar özümsendiğinde, bize birçok sır söyler. Romanlardaki İstanbul, bu sırlardan biri. Romanlardan iz sürerek yeniden inşa edebileceğimiz tarihi İstanbul, kent bilincine hiç mi katkıda bulunmayacak dersiniz?.. Öneriler: Kitap / Hiçbiri, Suat Derviş, Doğan Kitap, 2004. (Hakkı çok yenmiş bir yitik romancının eseri.) Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın eşsiz lideri, mazlum milletlerin umut ışığı, öldükten sonra da ilkeleri canlı kalabilen Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz asrın lideri olabilme başarısını gösteren tek devlet adamıdır. Bugün, yaşadığımız gerçekler karşısında, onun ateşlediği devrimci hareketin ne kadar büyük, ne kadar saygın ve ne kadar onurlu olduğunu daha iyi anlıyor ve onu büyük bir özlemle arıyoruz. Bugün sizlere büyük Atatürk’ün farklı bir özelliğini, sanata ve kültüre bakışını bir insan ve bir devlet adamı olarak, özellikle müzik konusundaki düşünce ve hizmetlerini ifadeye çalışacağım. Atatürk’ün genel anlamda müziğe bakışını şekillendiren üç özellik; insan sevgisi, ulus sevgisi ve çağdaşlıktır. Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleştirilen Türk müzik devriminin ancak ulusal değerler korunarak evrensel normlar ile çağdaşlaşabileceği görüşü benimsenmiş ve bu yön ir toplum kanunlarla, birtakım önlemlerle başka bir kültüre intibak ettirilebilir. Harfleri değişir, şapkası değişir, kılık kıyafeti değişir, fabrikaları yapılır, senfoni orkestraları kurulur, böylece toplum Batılılaşır.’ de çalışılmıştır. Bugün bu alanda kazandığımız değerler, Cumhuriyetin, ilk yıllarındaki Türk müzik devriminin olumlu sonuçlarıdır. Atatürk’ün sanata bakışını değerlendirmeden önce Batılılaşma felsefesi üzerindeki düşüncelerine kısaca değinmekte fayda görüyorum. Atatürk’ün Batılılaşma felsefesi ile sosyologların kültür teorileri arasındaki ayrılık bugün bile tartışılmaktadır. Atatürk’ün inandığı husus; ‘‘Bir toplum kanunlarla, birtakım önlemlerle başka bir kültüre intibak ettirilebilir. Harfleri değişir, şapkası değişir, kılık kıyafeti değişir, fabrikaları yapılır, senfoni orkestraları kurulur, böylece toplum Batılılaşır.’’ Fakat sosyologlar Emil Durkheim ve Ziya Gökalp ile başlayan sosyoloji ekolü, ‘‘Bir kültür, bir milletin ruhu gibidir. Organik bir şeydir. Hayat görüşüyle, müziği ile, âdeti ve ananesiyle, ölüsünü mezara gömüşüyle kültür, organik bir bütündür. Nasıl dışarıdan organizmaya bir şey ithal ederseniz onu reddederse, kültür de böyle bir şeydir’’ diyorlar. Atatürk gibi düşünen Suat Sinanoğlu gibi düşünürler olduğu gibi, Gökalp gibi düşünen sosyologlar da vardır. (Tarihçilerin kutbu, Halil İnalcık kitabı, söyleşi Emine Çaykara) Atatürk’ün kültürel değişim ile ilgili görüşlerinden sonra sanata, özellikle müziğe bakışına geçebiliriz. Sanatı ‘‘Güzelliğin anlatımı’’ olarak tanımlayan Atatürk, 1933 yılında ünlü 10’uncu Yıl Nutku’nda güzel sanatlar ile ilgili olarak ‘‘Türk milletinin tarihi bir vasfı da güzel sanatları sevmek ve onu yükseltmektir. Bunun içindir ki milletimiz, yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, yaradılıştan gelen zekâsını, ilme bağlı ‘B lığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik ruhunu sürekli ve her türlü vasıta ve tedbirlerle başlayarak geliştirmek milli ülkümüzdür’’ demiştir. Atatürk, ulusal ruhumuzda var olduğunu çok iyi bildiği sanat inceliğinin büyük eserler ortaya koyacak güçte olduğuna inanıyor ve bunu her fırsatta ifade ediyordu. Çağdaş klasik müziğin kurumsallaşmasının öncüsü büyük Atatürk, ‘‘Bir ulusun değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği algılayabilmesidir’’ demek suretiyle müziğe bakışını çok veciz bir şekilde ifade etmiştir. 1924 yılında İzmir Kız Öğretmen Okulu öğrencilerini ziyareti sırasında yaptığı konuşmada müziği insan hayatı ile eşdeğer tutuyor, ancak seçilen müziğin türü üzerinde düşünülmesi gerektiğini vurgulayarak adeta evrensel müzik konusundaki düşüncelerinin ilk ipuçlarını veriyordu. Nitekim 1928 yılında temel tercihinin çoksesli Batı müziği olduğunu vurguluyordu. Rumeli türkülerinden klasik Batı müziğine TÜRK MÜZİK DEVRİMİ Atatürk’ün kültür ve sanat politikası tatürk Batı müziğine büyük önem veriyordu. Çoksesli bir müziğin ulusun gelişmesine katkıda bulunacağına inanıyordu. Aslında Atatürk’ün çoksesli müzik, orkestra müziği, Napoliten şarkılar ile tanışması, imparatorluğun kozmopolit kenti Selanik’te olmuştu. Atatürk müzikte, belli bir tarz müziği, bir başka tarz müzikten üstün görmemişti. Ancak evrensel normların ulusal ezgilerimizle bütünleşmesini istemiştir. 1933 yılında Cumhuriyetin onuncu yılında yaptığı tarihi konuşmada, müzik konusundaki düşüncelerini çok net bir şekilde açıklama imkânı bulmuştu. ‘‘Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişler, söyleşileri toplamak, onları bir an önce genel musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu sayede Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir.’’ Büyük insan Atatürk’ün olağanüstü bir şekilde ifade ettiği bu düşünceler, iki yüzyıl önce dünyaca meşhur birçok besteci tarafından dile getirilmişti. Romantik dönemin en önemli bestecilerinden Chopin, çeşitli dönemlerde işgale uğrayan vatanının hüznünü, eserlerinde romantik bir duygusallıkla ifade etmişti. Ünlü piyano ozanı, güçlü bir Polonya milliyetçisiydi. Polonya’dan ayrılırken (2 Kasım 1830) şair arkadaşına ‘‘Dağlarda, vadilerde taş ve cevher arayan bir mineralog gibi Polonya halk ezgilerini araştırın’’ demişti. Bunun üzerine 10 binin üzerinde halk ezgisi toplamıştır. Ünlü Norveçli besteci Edvard Grieg (18431907) de bestelerinde ülkesinin halk müziğini ve onun kendine özgü armonik yapısını ustaca kullanmış ve Norveç müziğini dünyaya tanıtmıştır. Öte yandan Rus bestecileri de birçok kez işgale uğrayan ülkelerinin hüznünü eserlerine olağanüstü bir üslup içinde yansıtmışlardır. Bu konuda daha çok örnek verilebilir. Ancak hepsinin ortak özelliği, eserlerinde halk ezgilerinden yola çıkarak ve ulusal değerleri evrensel normlar içinde olağanüstü bir güzellik ile ifade edebilmeleridir. İşte büyük Atatürk de 1933 yılında ve daha sonraki konuşmalarında bu anlayışı anlatmak istemiş, Türk beşlileri de bu düşüncenin ürünü olarak ulusumuza armağan edilmiştir. Atatürk müzik devriminin düşündüğü biçimde gerçekleşmesi için üç önemli unsura ihtiyacı olduğunu biliyordu. Birincisi; kararlı, canlı, sürekliliği olan bir kültür ve sanat politikası, ikincisi; bu alandaki çalışmaların gelişmesi için gereken süreç, üçüncüsü ise çoksesli müziğin yaratıcı ürünlerini verecek sanatçı kadrolarının yetiştirilmesi idi. Çözüm yolu, güzel sanatların çeşitli dallarında öğrenim görecek genç yetenekleri Avrupa’ya yollamaktı. Atatürk de öyle yaptı. Çağdaş müzik hayatımızın temellerinin atılmasına ve gelişmesine öncülük eden Atatürk gibi lider ve onun bize armağan ettiği müzik kurumları olmasaydı, bestecilerimiz ve yorumcularımız kendilerini ifade etme imkânı bulamayacaklardı. Dolayısıyla Türkiye’de çoksesli uluslararası müzik gelişemeyecekti. 26 Ocak 1926 günü Ankara’da Ferhunde ve Necdet Remzi kardeşlerin milli sinemada verdiği konserden etkilenen Atatürk, ‘‘Türk’ün sanat meşalesini yakıp medeniyet kavgasını başarabilen bu çocuklara ayağa kalkmasını lütfen bilelim efendiler’’ demiştir. Atatürk’ün bu sözleri ile; sanatçıya verdiği değeri ifade etmek ve medeniyet kavgasında sanatın özel bir yeri olduğunu vurgulamak için bu anekdotu yazmak ihtiyacını hissettim. Özellikle günümüzde sanatçının konumu ve sanatın bu medeniyet mücadelesindeki yerinin yeterince takdir edilmediği bir dönemde anlamlı olacağını düşündüm. Sürecek A Aatürk çoksesli müziğin ulusun gelişmesi ve katkıda bulunacağına inanıyordu. Atatürk, genç yaşlarında Selanik’te dinlediği ve çok sevdiği Rumeli türkülerini ileri yaşlarında bile büyük bir duygusallık içinde beğeni ile dinlemiş ve hüzünlenmiştir. Ancak hayatının özellikle son dönemlerinde saz eserlerini ve fasıl heyetlerini, özellikle nihavent makamındakilerini büyük bir beğeni ile dinlediğini biliyoruz. Atatürk, bir gün Antalya’ya giderken yolda mola verilir ve kulağına bir türkü sesi gelir. ‘‘Ben bu türküyü çok sevdim, bulun getirin bu türküyü söyleyeni’’ der. Küçük bir çoban gelir, Atatürk ‘‘Sesin çok güzel, bana da bir türkü okur musun?’’ der. Çoban ‘‘Demirciler demir döğer tunç olur’’ türküsünü söyler. Atatürk dalmıştır. ‘‘bis bis’’ der, çoban şaşkınlıkla bakar ‘‘Oğlum bis’’ der, çoban nazlanmadan gene aynı türküyü okumaya başlar. Atatürk türkü bitince cebinden harçlık çıkarır, uzatır. Çoban hemen alır harçlığı, kuşağına kor, elini uzatır. Atatürk’e ‘‘bis bis’’ der. Bu espri Atatürk’ün çok hoşuna gitmiştir. (İçimizden Biri Atatürk, Prof. İlknur Güntürkünkalıpçı) Rumeli türkülerini seven Atatürk’ün Türk sanat müziğine de ilgi duyduğunu, özel treninde Türk sanat müziği eserlerini dinlediğini, ‘‘Atatürk’le bir tren yolculuğu’’ isimli albümden öğreniyoruz. Atatürk’ün Sofya’da seyrettiği operanın, üzerinde bıraktığı duygusal ve düşünsel yoğunluğu daha önceki yazılarımda belirtmiştim. Ancak Atatürk’ün en çok sevdiği ve onu çok duygulandıran, belki de hüzünlendiren eser, Tosca operasında Cavaradossi’nin meşhur aryasıdır. Bu eseri defalarca dinlediğini ve çok sevdiğini sizlerle paylaşmak istedim. Henüz 15 yaşındaki Ferhunde Erkin’in Çankaya’da verdiği bir konserde Atatürk’ün sözleri, sanata bakışı yanında yaşam mücadelesini ve karakterini çok anlamlı bir şekilde ifade ediyordu. ‘‘İnkılapçıların, bütün dünyaya kafa tutmuşların sofrasındasın. Şimdi öyle bir şey çalacaksın ki, kendimizi dünyaya göğüs gerdiğimiz günlerin havası içinde bulacağız.’’ Atatürk, J.S. Bach’ın Chaconne’sinin ritmik ve sert bir üslup içinde yorumlanmasından memnun kalmıştı o gece. Atatürk’ün klasik müzik ile ilgili bir anısını da Attilâ İlhan’ın Allahın Süngüleri ‘‘Reis Paşa’’ isimli kitabından aynen nakletmek istiyorum. Gecenin karanlığında, Direksiyon Villası’nın alt kat salon pencereleri aydınlık görünüyor; Paşa’nın otomobili, uygun bir yere çekilmiştir; kapıda, Nizamiye nöbetçileri; sakin bir gece: yumuşak, varla yok arası, kar yağıyor; içerden, piyano sesi; dokunaklı, billur damlalar: Frederick Chopin, ‘‘La Tristesse’’. Piyanonun duşları üzerinde, narin ve hafif; besbelli, Fikriye Hanım’ın elleri. Önde o, piyanoya oturmuş; geride, Mustafa Kemal Paşa ve Mithat Bey koltuklara gömülü, onu dinlemektedir: ikisi de, böyle bir ilk geceye uygun, özenli giyinmişler. Fikriye, üzerinde eflatuna çalan, sarmaşık moru robu; boynunda, yaprak yeşili eşarp; mutluluğundan mı, ışığın dağılışından mı, yoksa Chopin’den mi, nedir; fevkalade şık, fevkalade alımlı ve fevkalade kadın görünüyor. Fikriye, parçayı bitirip piyanodan kalkınca; ‘‘Reis Paşa’’ ayağa kalktı; genç kadını usulca alkışladı: ‘‘ ... aferin Fikriye... kulağımızın pasını sildin; adamakıllı ilerletmişsin piyanoyu ...’’ Mithat Bey de ayağa kalkmıştı, alkışlıyordu: Fikriye mütehayyir, mahcup ve mes’ud, yerine gidiyor: ‘‘ ... estağfurullah! Lütfen izam etmeyelim! ... Beni mahcup ediyorsunuz!..’’ Grammy Ödüllü David Russell CRR’de... Sanatçı 20 Şubat saat 20.00’de İstanbullu müzikseverlerle buluşuyor Kültür Servisi Sanatıyla dünya çapında üne sahip David Russell, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda 20 Şubat saat 20.00’de İstanbullu müzikseverlerle buluşuyor. Hem dinleyicilerin, hem de eleştirmenlerin büyük beğenisini kazanan ve ‘‘Klasik Müzikte En İyi Çalgı Solisti’’ dalında Aire Latino albümü ile 2005 yılı Grammy Ödülü alan gitarist David Russell’ın, büyük yeteneği ve uluslararası kariyeri 1997 yılında Londra’da Kraliyet Müzik Akademisi üyeliğine getirilmesini sağladı. Gitarına olan aşkı, en zorlu parçalarda bile kusursuz ve görünüşte zahmetsiz çalışında yansımasını buluyor. Julian Bream Gitar Ödülü’nü iki kez kazanmış olan Russell, daha sonra Andres Segovia Yarışması, Jose Ramirez Yarışması ve İspanya’nın saygın Francisco Tarrega Yarışması da içinde olmak üzere sayısız uluslararası yarışmada ödüller kazandı. Guido Santorsola, Jorge Morel, Francis Kleynjans, Carlo Domeniconi ve Sergio Assad gibi besteciler eserlerini ona adadılar. David Russell, CRR’de vereceği resitalde Mauro Giuliani’den Op. 61 ‘Büyük Uvertür’, Francesco Canova Da Milona’dan ‘2 Fantasia’, Enrique Granados’tan ‘Şiirsel Valsler’, John Dowland’dan ‘4 Lavta Parçası’, Hans Haug’dan ‘Prelüd, Tiento, Toccata’ ve Vicento Emilio Sojo’dan ‘5 Venezüella Parçası’nı seslendirecek. ‘‘Klasik Müzikte En İyi Çalgı Solisti’’ dalında Aire Latino albümü ile 2005 yılı Grammy Ödülü’nü alan gitarist David Russell... CUMHURİYET 14 K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear