24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 8 ARALIK 2006 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Böyle Demokrasi Olmaz Partilerde liderbaşkan diktatörlüğü var. 1980 askeri darbesi sonrasında Meclis’i ve hükümeti 5 generalin belirlediğinden yakınırdık; bugün Meclis’i de, hükümeti de, hatta gücü yeterse cumhurbaşkanını bile bir tek kişi, iktidara gelmiş partinin başkanı belirliyor. İşte, bu da demokrasi… Yıllar önce bir görüşmemizde ünlü siyasetçi Kemal Satır şunları söylemişti: “Siyasal partilerin kurtuluşu, başlarındaki kişilerin lider değil de başkan konumuna getirilmesine bağlıdır.” PENCERE “Bu Ne Biçim Tarihin Sonu?..” Ketempere hoş laf!.. Argoda gözünü boyamak anlamına geliyor; çok değil, 1015 yıl önce, en başta bizim gözümüzü boyamış; tüm dünyayı da kafakola almışlardı... Nasıl?.. “Tarihin sonu” gelmemiş miydi?.. ? “Küreselleşme..” “Yeni Dünya Düzeni...” “Yükselen Değerler..” Üçü de ketempere!.. Al birini, vur ötekine!.. Bugün dünya düzeni yok! Dünya düzensizliği ya da cehennemi var... Ortadoğu’da Amerikan projesi çöktü!.. Bush yönetimi Irak’ta çuvalladı ki ne çuvalladı!.. Filistin, İran, Suriye, Lübnan vb. coğrafyalarda alabildiğine tedirgin.. Amerika’ya düşmanlık dorukta!.. Bölgedeki Amerikan projesine göre Türkiye ne olacaktı?.. AKP iktidarıyla “Ilımlı İslam Devleti” olacak, Anadolu’dan Kuzey Irak’a Amerikan askerine geçiş verecek, “Soğuk Savaş”ta Sovyetler’e karşı bir “ileri karakol” sayıldığı üzre bugün de Ortadoğu’da İslama karşı bir “ileri karakol” işlevi görecekti... Sonuç tam bir fiyasko! Peki, AB kapsamında AKP’nin “Ilımlı İslam Devleti Projesi” ne anlam taşıyor?.. 10 ya da 15 yıllık sonu belirsiz bir süreçte Türkiye’yi denetim altında tutabilmek için AB’ye gerek var... Dünyanın gelişmiş kapitalizmi AB’de örgütleniyor; bunların zorbalıkları İngiltere’nin Irak macerasında da inanılmaz bir cüretle sergilendi... Üstelik AB Türkiye’den almak istediğini bir an önce derdest edebilmek için olağanüstü sabırsızlıkla davrandı.. Peki, AB Türkiye’yi alacak mı?.. Batı Bloku Türkiye’yi Sovyetler’e (komünizme, Doğu Bloku’na) karşı kullanırken ülkenin bütünlüğünü korumak zorundaydı... Bugün bu zorunluk kalkmıştır... Sovyetler ve Balkanlar’dan sonra Ortadoğu haritalarının değişmesi yönündeki göstergeler gün geçtikçe yoğunlaşıyor... Türkiye’yi parçalayacaklar mı?.. Artık iyice su yüzüne çıkan Ermenistan ve diasporası, Kıbrıs Rum Devleti ile Rum diasporası, Yunanistan ve diasporası, Amerika’nın üslendiği Kuzey Irak’taki Kürt bölgesi ile laik Türkiye Cumhuriyeti’ne düşman iç ve dışardaki irticayı bir araya toparladığımızda manzara neyi gösteriyor?.. Dost bir coğrafyayı mı? Düşmanca bir kuşatmayı mı?.. Tüm dünyada ve Avrupa’da Ermeni soykırımı iddiası neden parlamentoların malı oluyor?.. 20’nci yüzyılın başındaki bir facia, neden 21’inci yüzyılın başında gündeme giriyor?.. ? Göstergeleri üst üste koyduğumuz zaman ortaya çıkan garip kâbusa söylenecek ne var?.. Ülkenin içindeki irtica ve terörü de bu tabloya kattın mı, yeme de yanında yat!.. Ancak asıl önemli olan, içinde yaşadığımız habı gaflet!.. Yeni kuşaklar deyişin anlamını öğrenmeli!.. ‘Bir Adım Önde’lik İKTİDARIN Kıbrıs politikasına başlangıçtan beri egemen olan ilke, hep “bir adım önde olmak”tı. Yalnız karşı tarafa değil, içteki bazı organlara göre de. Kıbrıs konusunda oybirliğiyle alınmış Meclis kararları ve Milli Güvenlik Kurulu açıklamaları vardı. Hepsi eşit ve egemen iki devletten oluşacak bir çözümden söz etmekteydi. Sayın Erdoğan ise işbaşına geçer geçmez, bir Davos toplantısına gitti ve orada hem Amerikalılara, hem de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ne birtakım sözler verdi. Meclis’i ve MGK’yi hiçe sayarak. Sonuç, yapay eşitlikten söz eden ve bir süre sonra adadaki Türk askeri varlığını anlamsızlaştırarak Rum yönetiminin Kuzey’e de elkoymasına yol açacak bir “plan”a yönelik çalışmaların başlatılması oldu. Dışişleri Bakanlığı’nda hemen iktidar yardakçılığına soyunan kimi diplomatlar Denktaş’a karşı küstahlaşıp efendilerinden aldıkları emirleri aktarmaya koyuldular. Türkiye, herkesten “bir adım önde” olacaktı. O kafayla nereye gelindiğini, hangi köşeye nasıl sıkışıldığını ayrıca anlatmaya gerek var mı? Bir süredir AB sürecinde debelenen bir Türkiye var. rtık kedifare oyununa ve terbiye sınırlarını zorlayan aşağılama kampanyalarına dönüşen böyle bir durumda “bir adım önde” olmanın tek yolu herhalde “Alın tam üyeliğinizi başınıza çalın!” diyerek masadan kalkmak ve görüşmeleri tek yanlı kararla askıya almaktır diye düşünülürken ortaya çıkan şu son öneriye bakın: “Ambargolar kaldırılmadan taş çatlasa, limanları ve hava sahasını açmayız!” diyen Türkiye birdenbire acemice bir manevraya kalkıştı: İngiltere’ce kotarılıp Finlilerce kulağa fısıldanan “harika” bir öneriye göre, karşılıklı birer liman ve havalimanı bir yıl süreyle açılacak; Birleşmiş Milletler’de 2007 sonuna kadar ortak çözüme varılacak; AB de müzakere sürecine koyduğu sınırlamaları kaldıracak ve Rum tarafı buna “evet” diyecek! “Oh ne âlâ ne âlâ, aferin kızım Muallâ!” Başka akıllı kalmadı çünkü. Acemice yapılan bu çıkışın sadece AlmanyaFransaHollanda ve YunanRum tarafının nemrutluğuna karşı Türkler lehine olumlu hava yaratarak doruk kararını yumuşatma amacı güden bir manevra olduğu apaçık görülmüyor mu? ma bunun psikolojik anlamı hiç düşünülmemişe benziyor. Doruk kararı öncesinde zayıflığı ve korkuyu dışa vuran bir tutum değil mi bu? Türkiye şimdiye kadarki tutumunun doğruluğuna ve haklılığına inanıyorsa, böyle bir çark edişin anlamı nedir? Anlam, müzakere sürecinin şöyle ya da böyle kopmasından ya da koparılmasından telaşa düşmüş olmaktan başka bir şey olamaz. Bu telaşı böyle açığa vurmuş olan tarafa bundan sonra daha fazla yüklenilmez mi? AKP böyle bir zilleti göze almış olabilir; ama, koskoca bir ulusu da bu durumlara düşürme cüretini nereden almaktadır? Doğan HASOL D A emokrasi sözcüğünü ağzımızdan düşürmüyoruz. Ancak hemen soralım: Türkiye’de demokrasi var mı? Yanıtı açık: “Yok”. Zaten var olduğu sanılanı da İlhan Selçuk “cici demokrasi” olarak tanımlıyor. Yani yönetenlerin istediği türden, istediği kadar sulandırılmış, göstermelik, sözümona demokrasi. Aşağıda sıraladığım dört engel giderilmedikçe bir ülkede demokrasiden söz edilemeyeceği açıktır. 1. Halkın oylarının Meclis’e eksiksiz yansımasını sağlayacak bir seçim yasası yoksa, 2. Siyasi partiler yasasının kendisi demokratik değilse, 3. Partilerin hesaplarında, gelir ve giderlerinde kayıt dışılık varsa, 4. Milletvekili dokunulmazlıklarına dokunulamıyorsa ülkede demokrasinin varlığından söz edilemez. Yukarıdaki maddelerin Türkiye’deki durumunu sırasıyla irdeleyelim: deniyle çok düşük oy oranıyla belediye başkanları seçilebiliyor. Örneğin, Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’a belediye başkanı seçilirken aldığı oy oranı yalnızca yüzde 25’ti; oyların yüzde 75’i çöpe gitmişti. Durum başka şehirlerde de farklı olmadı. Genelde, bir tek kişinin seçileceği durumlarda iki turlu seçim ve yüzde ellinin üzerinde oy esastır. Bugün bizde yürürlükte olan ve halkın iradesini yansıtmayan böyle bir seçim sisteminin demokrasiye uygun olduğunu kim söyleyebilir? Kuralları başkan koyuyor Siyasi Partiler Yasası’na gelince… Başkan sultası getiren bu yasanın kendisi demokratik değil. Uygulanan sistemde, bir kez seçilen başkan hiç gitmiyor, çünkü mevkileri kendisi dağıtıyor, milletvekili adaylarını kendisi belirliyor. Kuralları koyan da başkan, oyunu oynayan da… Bu yalnızca, en sık tartışılan CHP’de değil, bütün partilerde böyle. Bir kez seçilen başkan ömür boyu seçilmiş gibi oluyor. Partilerde liderbaşkan diktatörlüğü var. 1980 askeri darbesi sonrasında Meclis’i ve hükümeti 5 generalin belirlediğinden yakınırdık; bugün Meclis’i de, hükümeti de, hatta gücü yeterse cumhurbaşkanını bile bir tek kişi, iktidara gelmiş partinin başkanı belirliyor. İşte, bu da demokrasi… Yıllar önce bir görüşmemizde ünlü siyasetçi Kemal Satır şunları söylemişti: “Siyasal partilerin kurtuluşu, başlarındaki kişilerin lider değil de başkan konumuna getirilmesine bağlıdır. ” Partilerin gelir ve giderleri belli değildir. Hazine’den sağlanan desteğin dışın Halkın iradesini yansıtmıyor Halkın oylarının TBMM’ye yansımadığı açık. 3 Kasım 2002 milletvekili seçimlerinde kullanılan oyların üçte birini alan AKP, Meclis’teki koltukların üçte ikisine sahip oldu. Barajın yüzde 10 olması nedeniyle, kullanılmış olan oyların yaklaşık yarısı (yüzde 47) Meclis aritmetiğine yansımadı ve çöpe gitti. Kısacası, bugün TBMM halkın oylarını temsil etmiyor. Aynı tutarsız durum, yerel yönetimlerde yaşanıyor. Tek dereceli seçim sistemi ne A daki gelirler genelde kayıt dışıdır. Bu nedenle partilerin hangi kaynaklardan, ne karşılığı olarak gelir sağladıkları; sağladıkları paraları nerelere hangi amaçlarla harcadıkları bilinmiyor. Batı demokrasilerinde parti hesapları saydamdır; bizde gizlidir ve denetim dışıdır. Siyasal partilerdeki durum bu olunca, ekonomideki kayıt dışılığa da niçin göz yumulduğu daha kolay anlaşılabilir. Gelelim dokunulmazlığa… Aslında, siyasal görüşlerini rahatça açıklayabilmeleri için getirilmiş olan milletvekili dokunulmazlığı bugün çok anlamsızdır; ancak milletvekillerini, neredeyse bütün suçlardan koruyacak bir zırha dönüştürülmüştür: Zimmet, sahtecilik, hakaret, yasalara muhalefet vb… AKP iktidarı seçimler öncesinde, dokunulmazlıkların kaldırılacağı yolunda verdiği sözleri unutmuş görünüyor; geçen dört yılda bu çarpıklığı düzeltme konusunda hiçbir girişimi olmadı. Gazetelerin yazdığına göre 218 milletvekili hakkında dokunulmazlık dosyası bulunuyor. Birçok bakan ve milletvekilinin umulandan daha çok sayıda suç dosyasının bulunması, AKP’nin bu konuda adım atmasını ve verdiği sözü tutmasını engellemiş olmalı. Sonuç:Türkiye’de bunlar düzeltilmeden demokrasi olamaz. Bir an önce, Seçim Yasası’nın ve Siyasal Partiler Yasası’nın demokrasi şablonuna uygun hale getirilmesi, partilerin gelirgider hesaplarının saydamlaştırılması ve milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması gerekiyor. Bütün bu konular demokrasi standartlarına getirilmedikçe bu ülkede demokrasi vardır denilemez. Bir de sormak gerekiyor: Avrupa Birliği’nin bu kamburların düzeltilmesini istediğini duydunuz mu hiç? Türkiye’deki demokrasi ve insan haklarını sözümona Batı standartları düzenine getirmek üzere her türlü baskıyı uygulayan, hatta bu amaçla Ceza Yasası’nın bir maddesiyle bile uğraşan AB, yukarıda sıraladığım demokrasinin vazgeçilmezleri konusunu niçin aklına getirip hükümete anımsatmıyor dersiniz? Çarpık Yapılaşma ve Deprem Ahmet ARPAD B mumtazsoysal@gmail.com undan birkaç yıl önce Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan deprem riski raporunda, İs tanbul’da meydana gelebilecek büyük bir depremde 55 bin kişinin hayatını yitireceği açıklanıyordu. Yine o günler de Dünya Bankası, sunulacak kapsamlı bir deprem projesine 500 milyon dolar vermeye hazır olduğunu belirtiyordu. Ancak ne o yıllarda bir proje hazırlandı ne de Marmara depreminin ardından yedi yıl sonra bugün Dünya Bankası’na sunulacak bir proje var ortada. Ranta dayalı zenginleşme Her yanı denizlerle çevrili 2500 yıllık metropolün son altmış yılı kentçilik ve toplumbilim açısından sağlıksız bir büyüme gösterir. İstanbul bütün deprem tehlikesine karşın hâlâ bir kaçak yapı cenneti. Çarpık kentleşmenin en ‘güzel’ örnekleri burada görülür. Menderes’le başlatılan ‘ranta dayalı zenginleşme’, toplumu ve ekonomiyi allakbullak ederek Özal döneminin ‘devlet destekli yağma’sında doruk noktasına ulaşmıştır. Yeditepe kentin yüzlerce tepesini ele geçirenler başlarını sokacak bir dam altı ile yetinmediler. Hazine arazileri üzerine kaçak yaptıkları gecekondularına oy karşılığı tapu aldılar. Böylece yasadışı eylemlerine devleti de ortak ettiler. Zamanla gecekondular apartmana çevrilirken, depremler kentinin taşı toprağı, kayan yamaçları betonla kaplandı. Anadolu’nun “İstanbul’a hücum”u, sömürü ve çıkarcılığı da beraberinde getirdi. Elli küsur yıl önce başlatılan bu sağlıksız sınıf tırmanmasının önü hiç alınmadı. Yüzkarası bir şehircilik, kültür mirasını ve doğayı yok eden bir yapılaşma kaçınılmaz oldu. Zamanla 1947’nin Yedikule tipi gecekonduları ortadan silindi. Son on yılın gecekonduları (!) su havzalarına, orman kenarlarına kondurulan villalar, 510 holding ağasının Bü yükdere Caddesi’nin sağına, soluna diktiği ‘plazalar’, ‘cityler’, ‘centerler’, ‘residence’lar’... Gökdelenlerin modern şehircilikte çağdaş bir adım olduğu yalanına biz İstanbullulara inandırmak isteyen para babaları, yetkililer, uzmanlar... Bu kentin birinci derece deprem bölgesinde yer aldığını bilen mimar ve mühendisler... Çarpık yapılaşmaya yine de göz yummaya devam eden kent planlamacıları, ‘dinibütün’ belediyeciler, ‘referansı İslam’ politikacılar... 1999 depreminin ardından bir sürü uzman ortaya çıkmıştı. Sayısız konferans vermişler, sempozyumlar yapmışlar, konuşmuşlar, tartışmışlardı: “İstanbul ve yakın civarı için sismik tehlike, bölgenin depremselliği, depremlere dayanıklı yapı tasarımı ve inşaatı, depremler sırasında olabilecek hasarların azaltılması için alınması gereken önlemler, depreme hazırlık, kamuoyunu bilgilendirmek, falanfilan, fasa fiso...” Sonra ne oldu? Her zamanki gibi lafla peynir gemileri yürütüldü! İstanbul’da 325 yılından bu yana büyüklükleri 8 ile 9 arasında değişen tam on üç büyük deprem olmuştur. Yıllar arkada kaldıkça da depremler arası süre kısalmıştır. Yeterli derecede gerçekçi ve güvenli bir çözüm bulabilecek jeoloji, jeofizik, inşaat mühendisle ri, mimarlar, kent ve bölge planlama dallarında deprem konusunda uzmanlaşmış yürekli araştırmacıların ortak çalışması o kadar zor mu? Dünya Bankası’na sunacakları kapsamlı bir deprem projesi hazırlamaları mümkün değil mi? Değil. Çünkü kültür toplumlarında benzeri görülmeyen bir sömürü sonucu binlerce yıllık kültür kenti İstanbul’u sadece elli yılda yok edenler, bu gibi çalışmalara izin vermez! İnşaat Mühendileri Odası geçenlerde açıkladı: “İstanbul’daki yapıların yüzde 90’ının yapı kullanma izni yok!” İnşaat sektöründe daha fazla rant, depremlerde daha fazla ölüm demek! Doymak bilmez bir açlıkla “Yağma Hasan’ın böreği”ne hücum edenler, İstanbul’umuzu bir güzel midelerine indirmeye devam ediyor. Büyük yıkım olur Oysa bu kent ve yakın çevresindeki nüfus yoğunluğu, yapı stoku, fabrika ve sanayi kuruluşlarının sayıları ve onların Türkiye ekonomisindeki payı düşünülürse, ortak bir deprem projesinin önemi ve ivediliği su götürmez bir gerçek. Bilmiyor mu sorumlular, İstanbul’da meydana gelecek 7’den büyük bir depremin Türkiye’nin dengelerini bozabileceğini? Elli bin insanın ölümünün, yüz milyar dolara varacak ekonomik kaybın bir daha altından kalkamaz bu ülke. İstanbullu depremi bekliyor, eli böğründe... CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear