28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 1 KASIM 2006 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Türkiye’de İrtica Vardır! Egemen güçlerin de her an gözler önünde sergilenen çifte standarttan vazgeçip tüm erkleriyle ve yetkileriyle, bu toprakların gerçek sahibi tüm insanlarımızın farklılıklarına kendileri için bekledikleri saygıyı göstererek, bu güzel, fedakâr ve cefakâr ulusu, Mustafa Kemal Atatürk’ün hedeflediği çağdaş uygarlık yoluna yöneltmeleri gerekmektedir. PENCERE Semih’in Kahkahaları... Ne zaman, nerede tanışmıştık?.. “Mazi”nin kuytuluklarına sığınmış, yanıtını çoktandır yitirmiş bir soru işaretinin ne değeri var ki!.. 50’li yıllarda Semih’le bir ortak mizah dergisi bile çıkarmıştık... Balcıoğlu’nun ünlü kahkahasının yankıları şimdi göğün yedinci katında çınlıyor; karikatürleri de “çizgiyle mizah” edebiyatımızda istiflendi... ? Semih her canlının başına geleni yaşadı; istemeden bu dünyaya geldi, istemeden gitti!.. Bıraktığı “iz”in anlamı ne?.. Karikatür sanatı “Aydınlanma Devrimi”nin ürünüdür. Eleştirel aklın mizah faslında çizgiye yansıması, insanlık tarihinde laiklik ve demokrasi açılımını bekliyordu... “Modern zamanlar”ın gazete, basın, yayın dünyasında, karikatürün güzel sanatlara dönük özelliği, insanları büyüledi... Nerede oldu bu gelişme?.. Avrupa’da!.. Resim sanatının öteden beri vatanı sayılan Avrupa’da “Aydınlanma”yla siyasal yaşama yansıyan özgürlüğün çizgiyle mizaha yeşil ışık yakması karikatürü yarattı... Bu sanatın Türkiye’ye ayak basması ne zaman?.. ? 1870’li yıllarda Teodor Kasap Diyojen mizah dergisini yayımlıyor... 1908 Meşrutiyeti, karikatürist Cem’i üretiyor... Cumhuriyet’in tek partili devrim döneminde Cemal Nadir var... İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan karikatür patlamasında Semih’in de adı duyulmaya başlıyor... Balcıoğlu katıksız bir Aydınlanmacı’dır.. Karikatürün doğası bu!.. ? Peki, karikatürün doğasına ters düşen nedir?.. İrtica.. Dincilik.. İslamcılık.. Yobazlık.. Softalık.. İslam dünyasında resim yasaktı.. Resmin yasaklandığı yerde karikatür haydi haydi yasaklanır, çizgiyle mizahın üstüne bir çarpı işareti konur... Resimde, eski ve dinci çağlar sürecinde, duygu ve inancın aklı sollaması doğaldı; karikatür kapsamında bu olanaksızdır... Eleştirel aklın türetimidir mizah ve çizgiyle mizah... Semih Balcıoğlu, Aydınlanmacılığın Türkiye’deki tarihsel sürecinde kendine özgü çizgisini buldu; türetti, yayımladı... ? Karikatür bir tür keyiftir... Balcıoğlu’nun ünlü kahkahası, bu keyfin tadından yenmez hicvinde türeyen esprinin sesli dışavurumuydu; yankıları tükenmeyecektir... Acının sarkacı yaşam sürecinin gelgitleriyle birlikte deviniyor.. Gonk vurduğu zaman da durmuyor... Çizgiyle mizah, bu gerçeğin alın yazısı gibi hayatımızdaki çelişkileri sergiliyor... Yaşamın kendisi karikatürdür. Politikayı Seyretmek VATANDAŞLARIN çoğu bilmiyor olabilir: Parlamenter sisteme beşiklik etmiş sayılan İngiltere’nin altı yüzü aşkın üyeli Avam Kamarası’nda oturum açılıp yasama ve denetleme işinin başlayabilmesi için yetersayı sadece 40’tır. Resmen bine yakın üyesi olan Lordlar Kamarası’nda ise sadece 3. Bu çeşit kuralların en kısa gerekçesi, her zaman şu Fransız atasözü olmuştur: ‘‘Namevcutlar daima haksızdır.’’ Dolayısıyla, her yerde olduğu gibi parlamentoda da, gelenler istedikleri yasayı çıkarırlar. ‘‘Çıkarmasınlar’’ diyorsanız, gelip engel olursunuz. Türkiye’de hiç böyle olmadı. Önceleri, içtüzükler meclislerin açılması için salt çoğunluğu, yani üye tamsayısının yarıdan fazlasını gerektiriyordu; sonra yetersayı üçte bire indirildi. TBMM, şimdi 184 üyeyle açılıyor. ütün bunlar niçin geliyor insanın aklına? Çünkü, geçen hafta, bayram tatili sonrasında perşembe günü toplanması gereken Meclis açılamadı; milletvekilleri, kendilerinden daha küçük yaştaki öğrenciler gibi, üç günlük tatili bir haftaya çıkarmışlardı. Sorumlu kimdi? Muhalefet, haklı olarak hükümeti suçladı: Perşembe sabahı işbaşı yapılmasını ‘‘üretim aksamasın’’ diye işadamları istemiş, hükümet de uygun görmüştü; tatil sonrası Meclis’i toplamak da iktidar partisine düşerdi. Ya vatandaşlar? Onların bu durumdan çok fazla rahatsız oldukları söylenemez; zira büyük çoğunluk politikayı genellikle uzaktan seyreder, ara sıra eleştirir ve dört beş yılda bir, o da canı çekerse, sandığa gider. Dünyada da genel durum budur ama, Türkiye’de, hele Cumhuriyetin tehdit altında bulunduğu şu sıra, politikaya seyirci kalmaktan daha büyük günah olamaz. öylemeye gerek var mı, her şey politik. ‘‘Gayrisiyasi’’ denen konular bile. Örneğin, çocuklu reklamlara ‘‘Aman, ne şirin’’ diye sempatiyle bakan bir toplumda, iyi okumuş ve bunun bir cinayet olduğunun bilincine varmış çocuksever, yufka yürekli bir ev hanımı olduğunuzu düşünelim. Televizyon seyrederken üç dört yaşında çocukların, hatta beş altı aylık bebeklerin bile reklamlarda kullanıldığını görerek içiniz burkuluyordur. Önlemek için bir şeyler yapmak geçer zihninizden. Ne yaparsınız? Uygar ülkelerin yasalarına da aykırı düşen bu durumun düzeltilmesi için, olsa olsa, arkadaşlarınızla dernek kurarsınız. Yeter mi? Seyrettiğiniz görüntüler, yanlış bir ekonomik sistemin, eksik yönetim uygulamalarının, kendi insanına yabancılaşıp gitgide kuralsızlaşan bir politika anlayışının sonucu değil midir? Ülkedeki politika doğru raylara oturtulmadan bütün bunlar düzelir mi? O halde, edilgin seyircilikten vazgeçip etkin politika için bir şeyler yapmak ve ilkelerini beğendiğiniz bir partide çalışmak zorundasınızdır. Prof. Dr. Türkan SAYLAN ÇYDD Genel Başkanı lke sevgisi, ulusal bilinç, çağdaş olma ilkesi, ne derseniz deyin, “dürüst” ve “nesnel” olmayı gerektirir! Hem bu nitelikleri taşıdığını söyleyip hem de gerçekdışı ya da kendi çıkarına uygun değerlendirmeler yapıp “gerçek”leri yok saymak ve her şeyi göze alıp bu yok sayılan “gerçek”lerin var olduğunu söyleyenleri karalamak, dürüstlük ve nesnellikle asla bağdaşmaz! 1950’lerde Menderes’in, ilk icraat olarak, ezanın Türkçe okunma zorunluluğunu kaldırmasıyla başlayan din sömürüsü, inançların siyasal arenada en önemli ve ilk “söylem yozlaşması” halini alışı, ne yazık ki günümüze katlanarak getirilmiştir. Çok partili rejimimizle birlikte var olan her parti, her politikacı ne yapıp edip söylem ve eylemlerinde dinsel konuları kullanmadan edememektedir. Osmanlı saltanatının ve hilafetin son bulup Cumhuriyetin kurulması sırasında tüm gücünü yitiren egemenlerin, eski görkemli günlerini anımsayıp yeni rejime ve devrimlere cephe almaları doğaldır. Bu cephede, “din elden gittigidiyor” yaygaralarından başka da bir malzeme kalmadığından, yeraltından yerüstüne çıkanların da tek malzemesi aynı söylem olagelmiştir. Doğrudur, Türkiyemizde, İran, Afganistan ya da Suudi Arabistan benzeri bir şeriat düzeninin kurulması olanaksızdır. An Ü B S cak egemen güçlerin sürekli din sömürüsü ekseninde varlıklarını sürdürmeye çalışmaları, ellerindeki erki ve yetkileri kullanarak yapısal ve kalıcı, gelişimi geriletici alanlar, kaleler ve güçler yaratmaları olgusu, somut ve yadsınamaz bir “gerçek”tir. Bütün bu somut gerçeklere karşın bu ülkenin taşına toprağına emek veren, her türlü eşitsiz koşullarda var olmaya çalışan sade yurttaşların, geçmiş rejime ya da bugün şeriatla yönetilen ülkelerdeki yaşam biçimine özlem duyduklarını, bu nedenle radikal İslamın temsilcilerine oy verdiklerini söylemek, hem büyük bir yanlışlık hem de haksızlık olacaktır. Ülkemizin insanları, Anadolu topraklarının, Kibele Ana’nın çocukları her zaman ileriye, daha iyiye, daha güzele bakmışlardır; onlar sağlık ister, eğitim ister, iş ister, adalet ister, insanca yaşamak ve çocuklarına kendisininkinden daha iyi yarınlar bırakmak ister! İrtica sözcüğü kapsamına giren eylem ve söylemlerin yaratıcısı ve uygulayıcısı değil, olsa olsa kurbanıdır, kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla ulusumuz. Ufku olmayan, kendini geliştiremeyip bin yıllar öncesinin dinci ve ırkçı söylemlerine tutsak olmuş, Doğu ile Batı arasında sıkıp kalmış, her şeyi ya siyah ya beyaz gören, insanları dindardinsiz, vatansevervatan haini diye damgalamayı varlık nedeni, yalanı, hakareti, iftirayı, beyin yıkamayı ve kışkırtmayı tek yöntem bilenlerin kuşattığı bir toplum ne yazık ki ilerleyemez, ilerleyemeyen her şey gibi geriler. Bir yüzümüz, çağdaşlaşma beklentileriyle Batı’ya, öbür yüzümüz şeriat özlemleriyle, petrol tutkunlarının ittirmeleriyle Ortadoğu’ya, radikal İslamcı rejimlere dönük, bıçak sırtında bir Türkiye görüntüsü oluşturuldu. Biri olmazsa diğeri!.. Dört elle sarılıp bir hazine gibi korumamız gereken “laik” düzenimizden “devrim”lerimizden, çağdaşlaşma yolunda eğitimden, kadın haklarından, eşitlikten, dürüstlükten, evrensel hukuktan kaçıyor, töre cinayetleriyle, tarikat ve sıkmabaş görüntülerimizle, garip kitaplarımızla, fetvalarımızla, cinlerimiz, büyülerimiz, aptes sularımızla, izinli izinsiz Kuran kurslarımızla, kontrolsüz geliştiği itiraf edilen tarikatlarca paylaşılmış camilerimizle, her kademede gerçekleştirilen kadrolaşmalarla adeta Cumhuriyete meydan okuyoruz! Halkın beklentisi Evet, halkımızın ne birlikberaberlik karşıtı ne de şeriat yanlısı bir beklentisi bulunmaktadır. Bu çok doğrudur. Ama halkımız, bugünden daha iyi, daha sağlıklı, eğitimli, adil ve çağdaş bir yaşam beklemektedir ve bunu hak etmektedir. Egemen güçlerin de her an gözler önünde sergilenen çifte standarttan vazgeçip tüm erkleriyle ve yetkileriyle, bu toprakların gerçek sahibi tüm insanlarımızın farklılıklarına kendileri için bekledikleri saygıyı göstererek, bu güzel, fedakâr ve cefakâr ulusu, Mustafa Kemal Atatürk’ün hedeflediği çağdaş uygarlık yoluna yöneltmeleri gerekmektedir. Maya tutmuştur. Çağdışı ve irtica yönlü hiçbir eylem ve söylem, uygarlık ve gelişme nehrini tersine çeviremez. Anahtar Teslimi Türkiye... Satılan milyarlarca dolarlık zenginlikleri halkımız sokakta bulmadı? Bireyler kendi babalarının malını dahi bu kadar sorumsuzca, hafife alarak, pijamalı giysilerle satamaz. Halkın öz varlıklarını satmak suçtur. Şirketler iflas ederse yeniden kurulabilir; ülkeler iflas ederse, yeniden kurulmaları kan ve gözyaşı demektir. zaya tabi tutması, saldırının boyutunu açıklıyor. Oysa Fransa, Cezayir’de uyguladığı soykırım yanında, yakın bir tarihte Fildişi Sahilleri Cumhuriyeti’nde, yanlışlıkla iki uçağının bombalanması sonucunda, Fildişi Cumhuriyeti’nin hava kuvvetlerini yerle bir etmiş ve ayrıca toprakları Fransız çiftçiler tarafından ellerinden alınan Fildişi halkının üstüne bomba yağdırmıştır. Bu bombalar esnasında BM’nin ise dili tutulmuştur. İşte bütün bunlar karşısında, ABD ve AB’nin ülkemizi, “küreselleşme” ve ”özelleştirme” adını taktığı stratejiyle sinsice tüketmeye çalıştığını anlamamak aymazlıktır. ABD’nin, Kuzey Irak’ta sözde Kürt devletini kurdurup kendi çıkarları için koruyor. Biz de bataklığı kurutmak için izin bekliyoruz. Kıbrıs’ta da tuzakları dağıtamıyor ve ipleri tutan elleri hâlâ kıramıyoruz. Oysa Amerika, Irak’ta bitiyor; bittikten sonra mı Talabani ve Barzani’yi, arkasından da Kıbrıs’ta ki ihaneti halledeceğiz? Hâlâ Güneydoğu’da birilerinin ayrı yönetim taleplerini Avrupa Parlamentosu’nda resmen seslendirmesi ve bunu kışkırtması sürekli hale gelebiliyor. Türkiye tasfiye mi edilmek isteniyor?.. Halkımızın tırnaklarıyla yarattığı ve Türkiye Devleti’nin kuruluş temellerini oluşturan kamu kaynakları elden kayıp gidiyor. Ülkenin kaleleri ve tersaneleri yabancılar tarafından dolarla işgal ediliyor. Dünyanın en büyük devleri arasına giren ve herbiri birer Türkiye demek olan KİT’ler gitti. Dünya sıralamasında beşinci büyüklükte olan Telekom, Ermeni işbirlikçisi Hariri’ye tartışmalı şekilde satıldı. Aslında tek başına Telekom bile Türkiye demektir: 21 bin hatlık santrala,19 bin sabit, 80 bin ankesörlü telefona, 750 bin ADSL, 250 bin TT NET, 100 bin km. F/O kabloya, 850 işyerine, 3000 Telekom bayisine, %40 Avea hissesine ve 35 milyon km. uzunluğundaki bakır kablo şebekesiyle yeraltı şebekelerine, binlerce gayrimenkule sahip. Sadece İstanbul’da 300 malzeme ve kablo deposu bulunmakta. Yeraltı kazı ruhsat bedelleri, kamulaştırma bedelleriyle personel eğitim giderleri ele alındığında ilk maliyeti 200 milyar dolar. (Başkent İktisatçılar Derneği Raporu) Oysa satış, 6.5 milyar dolara yapıldı ve taksitleri de hazır. Halkın bütün birikimleri yok ediliyor. Telekom, 04.02.1024 tarihinde Atatürk tarafından çıkarılan, 406 sayılı “Telgraf ve Telefon Kanunu”nda yapılan değişiklikler sonucunda, teftiş kurulları kaldırılıp denetimden uzak tutularak satıldı. Kasasında kasım ayındaki 1 milyar dolarlık ilk taksiti ödeyecek nakit bulunduğu savlarına henüz bir yanıt alınamadan, şu andaki kârının dahi 1012 milyar dolar civarında olduğu ve hangi vergileri ödeyip ödemeyeceği soruları kafalara takılı duruyor. Bütün bu kayıplar karşısında, Cumhurbaşkanı bile “…bunlar özelleştirme değil, yabancılaştırma” diye isyan ediyor ve endişeye kapılarak DDK’den rapor istiyor. Raporda, yabancılara satılan ülke varlıkları 1200 sayfayı buluyor. Sonuç olarak: Satılan milyarlarca dolarlık zenginlikleri halkımız sokakta bulmadı? Bireyler kendi babalarının malını dahi bu kadar sorumsuzca, hafife alarak, pijamalı giysilerle satamaz. Halkın öz varlıklarını satmak suçtur. Şirketler iflas ederse yeniden kurulabilir; ülkeler iflas ederse, yeniden kurulmaları kan ve gözyaşı demektir. Bu ülkenin anahtarlarının ellerinde olduğunu sananlar, yanılgı içinde olduklarını yakında anlayacaklardır. Türk halkı, ülkenin varlıklarının “ticari meta” gibi anahtar teslimi satılmasına izin vermeyecek ve tam bağımsız Kemalist bir yönetimi yeniden kuracaktır. Orhan ÖZKAYA B Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin yayınladığı günlük sivil toplum gazetesi BİZİM GAZETE tarafsız haberleri, ilginç röportajları, araştırmaları, köşe yazıları ve ülke sorunlarını yansıtan raporlarıyla 10 yıldır okurlarıyla el ele... Tel: 0 212 511 94 94 Abone: 0 212 513 83 00 u yazının başlığı,Yozgat’ın Sarıkaya ilçesinde haftalık olarak çıkan “Sarıkaya” isimli yerel gazetenin 08.09.2006 tarihli yayınındaki başmakaleden alınmıştır. Yazar; “Yabancıların ülkemizde mülk edinme iştahı, mayalı hamur misali giderek ka barıyor” diyor. İngilizcede “Turkey” sözcüğünün “Türk yurdu” demek olduğunu, “turnkey” sözcüğünün ise, “anahtar teslimi” anlamına geldiğini anlatıyor. Sonuçta bu satışların Sarıkaya özelindeki tarihsel ve güncel gelişimini, çarpıcı bir dille ortaya koyma ye teneği oluşuyor: “Anahtar teslimi Türkiye.” Bankalar da yabancıya gidiyor: Yürütülmekte olan özelleştirmelerle, tüm halkın malı kamu varlıkları yabancıların eline anahtar teslimi kelepir fiyatına sunuluyor. Suudi kralına yasal olmayan imar düzenlemesiyle verilen Sevda Tepesi’nden sonra, İstanbul’daki Cumhuriyetin liseleri, öğretim kurumlarının satışı; Haydarpaşa Garı’nın Araplara pazarlaması… Son günlerin en sıcak gelişmeleri bankacılıkta yaşanıyor: Akbank’ın %20’si, Denizbank’ın %75’i ile bankacılık sisteminin %25’i yabancılara devredildi. Halk Bankası ve Ziraat Bankası da satışa hazır. Dünyanın en büyük çelik devlerinden ERDEMİR ve İSDEMİR’in sahibi ve Sümerbank’ı da bünyesinde taşıyan Oyakbank da satış için Morgan Stanley’den onay bekliyor. Türkiye, vücudunun her yerine sırtlanların saldırdığı, parçalar kopardığı yaralı bir aslana dönüştürülmüş; acı çekiyor, sancılar içinde yerde sendeliyor. Bu bir ekonomik tercih olamaz, bunun adı yok oluştur. Güneydoğu’da ABD ve AB’nin şımarttığı yönetim: Sanki Diyarbakır’da ayrı bir yönetim başkaldırmış gidiyor. İkiz Yasalar’ın uygulanmasını; Batman’ı, GAP’ı ve bölgenin zenginliklerini talep ediyor. ABD’nin Ermenistan ve Kürdistan haritalarını resmileştirme denemeleri, Pontus, Süryani ve Rum soykırım yalanlarını toprak istemlerine dönüştürmek, ülkemizin liflerine kadar parçalanmak istendiğinin göstergesidir. Ermeni soykırım yalanlarını AB ülkelerinin yasalaştırması ve Fransa’nın da, “Soykırım yalandır” demeyi ce CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear