28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 8 EKİM 2006 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Neden? (Vakıf Üniversitelerine ilişkin yanılgılar üzerine) R. Ömür AKYÜZ Yeditepe ve Boğaziçi Üniv., Eğitim F. Dekanı ki Sayın “unvandaşım” 15.09.06 günkü Cumhuriyet’in 2. sayfasında vakıf üniversitelerine (VÜ) “veryansın ediyorlar”. Bu üniversiteler yasa ile kurulmuş olup, YÖK, yani devlet denetimine devlet üniversitelerinden (DÜ) daha sıkı maruzdurlar. Bu üniversitelerin işleyişleri üç husus dışında DÜ’ninkilerle aynıdır. Rektör belirlenmesini 2547 sayılı yasanın ek 12. maddesi ve ilgili yönetmeliğin 22. maddesi düzenlemektedir (13. madde yalnızca DÜ’ye ilişkindir). Anayasanın 130. maddesine uyulup uyulmaması ise –aslında uydurmak çok kolay ve büyük bir düzenleme gerektirmez. (130. madde, “... Vakıflar tarafından kurulan yükseköğretim kurumları, malî ve idarî konuları dışındaki ... yönlerinden, Devlet eliyle kurulan yükseköğretim kurumları için anayasada belirtilen hükümlere tabidir” ile idarî konuları kapsamaz.) Rektörlerin görevden alınması için bk. 2547 sayılı yasanın ek 1. maddesi. İta amirliği hususunda yazı çelişkili; bu yetkinin rektörde olması eleştirilirken mütevelli heyetine verilmesi anlamsız bulunmakta. DÜ’lerde bu yetki rektördedir ya Sayıştay denetimi ile Maliye Bakanlığı’nın “ajanı” olan saymanların onay gereği vardır. Mütevelli heyeti neden denetim yapamasın? (Ayrıca DÜ rektörleri hemen her hususta tek yetkili, sürgün için bile.) Küçültücü ifadeleri unvanlarına yakışmıyor. İddiaları geçerli bile olsa, kurucularının iştigallerine değinerek eleştirmek “belden aşağıya vurmaktır”. Yasadışı olmayan bir kurumdan neden destek alınmasın? Yüz elli yıldır eğitim veren saygın bir topluluğun kurduğu bir üniversite neden “sermaye çevrelerinin eğitim kurumu” gibi modası geçmiş bir ifadeyle küçümsensin? Bir üniversiteyi eleştirmek, kuranların buradan para kazanıp kazanmadığıyla ya da nereden kazandıklarıyla değil, akademik ciddiyet bakımından yapılırsa anlamlı olur. (Vakıflar “kâr amacı gütmez”. Birer kamu kuruluşu olan VÜ’nün de, hizmet kuruluşlarının gelirleri de üniversi PENCERE Nafile İftarı... Mübarek ramazan geldi.. Hoş geldi, sefa geldi.. Geldi de geçiyor ramazan.. Nasıl geçiyor?.. AKP’liler ülkemizi ziyaret eden Almanya Başbakanı Merkel’e demişler ki: İftara buyur!.. Kadıncağız ne desin?.. “Hayır” dese nezaketsizlik olur; üstelik Türkiye’nin AB’ye girşine “hayır” diyor ya... İftara “evet” diyor. ? İftar sofrasına “hayır” demeyen bir de Bektaşi vardır... Baba Erenler namaz kılmaz, hacca gitmez, oruç tutmaz; ama, iftar dedin mi eyvallah!.. Sormuşlar: Hazret, demişler, namazı mı daha çok seversin, orucu mu?.. Duraksamadan yanıtlamış: Orucu severim!.. Neden?.. Neden olacak, yendiği için!.. Yemek her zaman keyiflidir; sabahın köründen akşama kadar aç dolaştıktan sonra iftar sofrasına oturmanın yalnız inanca dönük lezzeti olmaz; elbette ki mideye dönük tadı yadsınamaz... ? Ancak iyi bir Müslüman, nefsini terbiye etmek için, iftara doğru midesi açlıktan guruldasa da sabırsızlığını gemlemek zorundadır... Peki, bizim Devlet Bakanı Ali Babacan’ın yaptığı ne?.. Gazetelerde okumuşsunuzdur; Babacan, Çankaya Köşkü ziyaretinde, Angela Merkel’in yanında, Cumhurbaşkanı Sezer’e dönerek Alman Başbakanı ile İstanbul’da iftar yemeğine katılacaklarını söylemiş ve eklemiş: “ Bu nedenle görüşme kısa sürecek... İstanbul’da herkes bizi iftara bekliyor...” Cumhurbaşkanı Sezer de bu münasebetsiz uyarısı üzerine Babacan’ı azarlamış... İyi de etmiş... Ramazanda oruçlunun top atılmadan yemeğe başlaması orucu bozar; ama, daha sonra şu veya bu nedenle aç beklemesinde bir sakınca yoktur... Merkel Köşk ziyaretinde elbet niyetli değildi... Devlet Bakanı Ali Babacan’ın orucu başına mı vurmuştu ki Cumhurbaşkanı’na iftar vaktini anımsattı?.. ? AKP iktidarında siyaset, oruç, iftar, diplomasi, ramazan, sahur birbirine karıştı; iftar yemekleri iktidarın programında dini içeriğinden çok siyaset sofralarında mezeye dönüştü... Saygısızlığın dik âlâsı bu!.. Bektaşi’ye bayramda sormuşlar: Ramazanı nasıl geçirdin?.. Yanıtlamış: Öyle bir geçirdim ki bayram bile şaşakaldı!.. Sünnilerde ramazan ibadet ayıdır; ama, AKP ibadeti siyasete dönüştürdü. ? Angela Merkel’i iftar sofrasına oturtup politikada bir şeyler umanların sahuru pek hayırlı olmayacak... Almanya, Fransa, İngiltere... AB’nin üç silahşörleri Türkiye’ye iyi gözlerle ve niyetle bakmıyorlar... Laik Türkiye Cumhuriyeti’nde Hıristiyan Angela Merkel’i iftar sofrasına oturtmak nafile namazı kılmak demektir... İslamda fazladan tutulan oruca da nafile denir... ? Rıfat Ilgaz anlatmıştı: Şair yalnız hapishanede değil, hastanelerde de uzun süre yatmıştı. Bir sabah vizitesinde doktor yan yatakta yatan hastaya usulen sormuş: Nasılsın?.. Hastanın yanıtı: Nafileyim doktor... Bizim AKP’li takım Angela Merkel’e nafile iftarını mı düzenlemiş?.. Allah kabul etsin!.. ‘İşte Benim Anladığım Türk Gençliği...’ “Türk genci rejimin bekçisidir, sahibidir. Bu rejime inanmıştır, benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük bir kıpırtı duydu mu, bu ülkenin polisi vardır, adliyesi vardır demeyecek, işe karışacaktır. Gerçek suçlular yerine onu yakalasalar da, asla yalvarmayacaktır. Rejimi kurtarmanın kendisine düşen bir görev olduğunu bilecektir.” ??? Olaylar hızlandı! İrtica kendini artık saklamıyor! Üstümüze üstümüze gelmeye kalkan bir karanlık artık yok sayılmıyor! Orgeneral komutanlar “işte irtica” diyorlar. Türk halkını zulmete sokmaya çalışanlar, ortalık yerlerde meydan okuyor. ??? Türk genci rejimin sahibi mi? Öyleyse nerede o gençlik? Korkularla, korkutmalarla, sindirmelerle yok mu edildi? Ezilerek, yozlaştırılarak bambaşka bir nitelik mi kazandırıldı? Bunca konuşmalar, hareketler, tartışmalar arasında gençlerin sesini duyuyor musunuz? Gençler yurt ve ulus sorunlarından habersiz mi, uzaklarda mı? Gündelik eğlenceler, vakit geçirmeler de tatlı düşlerin, uykuların rahatlığında mı, arayışlarında mı? Yıllar öncesinde siyasi partilerin gençlik kolları vardı. En başta CHP’nin gençlik kolları... Bu kollarda nice yararlı politikacılar yetişti. Ülkede en küçük bir gerilik kıpırdanmasında herkesten önce gençlerdi karşı çıkan, sokaklara, meydanlara dökülerek uyanış ateşleri yakan... Gençlik belirli bir yaş çizgisi değildir. İlle de yirmili yaşlarda olmak değildir... Kafayla, bilgiyle, görgüyle kendini çağın içinde duyabilmektir. İçinde yaşadığı toplumun daha iyi, daha doğru, daha eşitlikçi bir düzene kavuşmasından yana olmaktır. Tüm çabasını bu amaca vermektir. “İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği” boş bir söz müdür? Mustafa Kemal nice savaşlardan, uğraşlardan, atılımlardan sonra bu gerçeği niye gündeme getirdi? Bir yaşam boyu savaşımla geçen yaşantısının ardında niye “Yorulsanız da beni izleyeceksiniz” dedi? O genç, o gençlik, büsbütün ortadan kakmadı, kafaları, içleri, yürekleri alev alev yanan Atatürk devrimine inançla bağlı, bu yolda her türlü özveriyi yapmaya hazır nice gençlerimiz var!.. Ama neredeler? Neden Atatürk devriminin koruması, yüceltilmesi, zaman zaman korunması için bir direniş göstermiyorlar? ??? İç ve dış düşmanlar her zamankinden daha etkin görünen günlerdeyiz. Daha 1923’te Mustafa Kemal, “öylelerine” karşı gençleri uyarmamış mıydı? “Öylelerine bütün ulus şiddetle karşı koymalıdır. Hepimiz için öylelerine karşı ezici bir bütünlük içinde bir araya gelmemiz en gerekli bir vicdan borcudur. Bu konuda bozgunculuk yapanlara hoşgörü göstermek, acımak, terbiye belirtisi değil, ulusun esenliğine şerefine, namusuna göz dikmiş olanları kayırmaktır ki hiçbir zaman hiçbir kimse buna izin veremez. Kimse buna izin vermek hakkını taşımamalıdır. Siz de taşımamalısınız. Ulusal varlığımıza düşman olanla dost olmayalım.” İ teye döner.) VÜ’nün öğrenci sayısına katkılarını, YÖK yüzde 16 öngörürken yüzde 7 olması, anaokulundan liseye, kâr etmeleri yasal olan özel okullara itibar edilirken, VÜ’lerin aynı itibarı görmemelerindendir. Yıllar önce Boğaziçi Üniversitesi’ne giren öğrencilerin en az yüzde 60’ının bir özel liseyi bitirdiklerini saptamıştım. Bu öğrenciden para almamak DÜ için kayıptır. Bunlardan VÜ’nün yarısı kadar ücret alınsa hem DÜ’nün akademik olanakları gelişir, hem de çoğu öğretim üyesi araştırma olanakları ya da daha iyi ücret için ayrılmaz. Oysa birçok VÜ altyapı bakımından daha iyi durumdadır. (Basit bir örnek: Boğaziçi Ü’de “servis dersleri” 100150 kişilik sınıflarda yapılır; oysa Yeditepe Ü’de sınıflar 3040 arasında tutulur.) Öğretim üyeleri de daha aşağı kalmaz. Eğitimin kalitesine etkisi Eleştiriler, yerinde bile olsa verilen eğitimin kalitesine olumsuz etki yapmadıkça, bu kurumları “zararlı” ve gereksiz kılmaz. Öğrenim için ve de sırasında bedelinin verilmesi niçin rahatsız ediyor ki? Bir “marketten” alışveriş yapan bir kimse bunun sahibi olan “holding”e kazandırmaktayken bu “holding”in adını taşıyan ve sübvanse edilen üniversitede neden eğitim görmesin? Yurtta dağılım dengesini, marketler için de VÜ için de çevrenin ödeme gücü belirler. Gücü olmayanlar için ödev devletindir; “sermaye çevreleri”nin değil. Eleştirilerin çoğu devletin DÜ’de yapmadıkları ya da yapamadıklarıyla ilgili. “Devlet yapamıyorsa başkası da yapmasın” zihniyetini terk etmeden sanayi ürünlerinin ihracatını artırabildik mi? DÜ kontenjanları dışında kalan “ödeyemeyenler” için VÜ’lerin olmaması çare mi? Bu üniversiteler gücü olanların DÜ’ye baskısını azaltmakta. “Emekli” olup VÜ’ye geçişin önemli bir gerekçesi belki akçalı; ama bunda kusurlu VÜ mü yoksa devlet mi? 67’den sonra DÜ’de sözleşmeyle ders verilebi lir, ama maliye engel (saat ücreti gülünç). Bakanlık, devlet başkanlığı için yaş haddi yokken DÜ’de buna sınır neden? Ama VÜ, “emeklileri” değerlendiriyorsa bu yanlış mı? VÜ’ler açıldığından beri DÜ’ye, ayrılan “emekliler” yerine çok sayıda yetenekli genç katıldı, diğerlerine de. Demek ki DÜ’nün “zayıflatılması” gerçekçi değil. Öyle bile olsa kusur gerek maaş gerekse olanaklar açısından devlette. Pek çok VÜ –kimileri belki mütevelli heyetlerinin tercihleri doğrultusunda da olsa– araştırma yatırımı ve özendirmesi yapmakta buna diğerlerinin de katılacağından hiç kuşkum yok. Ayrıca VÜ yurt dışından pek çok genç akademisyeni geri kazandırdı. VÜ ÖSS kılavuzundaki “burslu kontenjanla” ücretsiz öğrenci almaktadırlar. Yeditepe Ü.de oran, yüzde 33’e, diğer desteklerle yüzde 40’a varır. Bu bile VÜ’ye verilmesi söz konusu olan devlet yardımını “doğru” kılar. Az VÜ’ye verilen bu yardımın –çok yerinde– koşulları için bk. 2547 sayılı yasa, madde ek 18. Öğretim üyeleri, Danıştay kararlarında görüleceği üzere akademik kişilikleri sebebiyle hem kamu görevlisidirler, hem de tıpkı DÜ’dekiler gibi idari yargıya tabidirler. Ayrıca VÜ’deki öğretim üyelerinin geçmişleri çoğunlukla DÜ’dedir. Herhangi bir öğretim üyesinin VÜ’de görev aldı diye kişilik ve bilgelik açısından zaafa uğradığı mı iddia edilmektedir? Öğretim üyelerinin bilimsel özerkliği bulunmadığı iddiası ise bir hakarettir. Hele “kurumlarının, varsa heves ve isteklerine, sınıfsal çıkar ideolojilerine”, hizmet etmekle itham etmek, mesleki etik bir yana insafsızlıktır. YÖK’e VÜ’den gelen yetkili ve üyeler DÜ’de onlarca yıl geçirmişlerdir; ÖSS ile ilgili son krizin {Hürriyetİnsan Kaynakları, 2 Eylül 2006} sonuçları ise VÜ’nün ne denli kayırıldığını(!) gösteriyor. Akademik özgürlük çok önemli ve kritiktir. Bunun DÜ veVÜ’de ne denli sağlandığı geçen yıl içinde Boğaziçi ve Bilgi üniversitelerinde yaşanan “Ermeni Konferansı” olayında açıkça gözlenmiştir. VÜ’nün en büyük kusuru öğrencilerini iyi yetiştirmemek olur; bu da mezunların girdikleri işlerde başarısız olmalarıyla ortaya çıkar ve VÜ’nün öğrencisiz kalmasına veya niteliksiz öğrenciler almalarına sebep olur, bunu ise o VÜ’nün arkasındaki(!) hiçbir “sermaye çevresi” istemez. Bu hususların büyük bir kısmını, belki de hepsini “unvandaşlarım” çok iyi bilirler ya, kamuoyunu yanıltacak böyle bir yazıyı neden yazdıklarını anlayamıyorum. CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear