22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 23 MAYIS 1995 SALJ 12 KULTUR 4 8 . U L U S L A R A R A S I C A N N E S F İ L M F E S T İ V A L İ Ozgürlüğün bedelini ödeyenler VECDİSAYAR Îngiliz topiumunun çeşitli dönemlenni ko- nu alan, bu dönemle- rin ahlak anlayışlannı tartışan ilginç filmler birbirini izliyor Can- nes'da. Victoria döne- minin ideallerini, cinsellik anlayışını gündeme getiren "Metekler ve Böcek- ter'*den sonra karşımıza gelen bir başka güzel sürpriz de "Carrington" oldu. Christopher Hampton'un bu ilk filmi olağanüstü incelikler içeren bir anlatım- la I. Dünya Savaşı yıllannm Ingiltere- si'ne bakıyor. Karşı kıyıdan duyulan top seslerine kulaklannı tıkayan Londra entelektüel- leri, Victoryen toplumun değerlerini, po- litikacılann ukalalıklannı ve kusursuz güzelliği tek ölçüt olarak kabul eden sa- nat anlayışını hiçe sayan bohem bir ya- şam sürdüredursun, eşcinselliğini ve an- ti-mılitarist düşüncelerini futursuzca ser- gilemekten geri durmayan bir yazar, Lyt- ton Strachey, tngiltere'nin güneyindeki bir dostunu ziyarete gider. Virginia VVto- olTun kızkardeşinin evinde tüm yaşamı- nı etkileyecek olan kadınla tanışır. Daha çok biroğlana benzeyen tavırlan ile Lyt- ton'un hemen ılgisini çeken bu kadın, genç ressam Dora Carrington'dur. Yeni iüşkBer, yeni yaralar Carrington da bu zeki, esprili yazara ilgi duymakta gecikmez. Büyük bir ola- sılıkla Lytton'u Carrington'un gözünde cazip kılan, onun farklı cinsel tercihidir. Çünkü erkeklerin kendisini cinsel biröğe olarak görmesine tahammül edemez Carrington. Erkekler tarafindan "fethe- dibnek" duygusundan nefret etmektedir. Kısacası kadın olmaya, kadın olarak al- gılanmaya direnmektedir. Işte Lytton'un cinselliği geri plana atan sevgisi, bu yüz- den ona çok cazip gelir. Ne var ki yaşamının bu tarihten son- raki on yedi yılında karşısına yeni insan- lar çıkacak. yeni serüvenler yaşayacak- tır. Bu süreç içinde cinselliği keşfede- cektir. Kuşkusuz acılarla dolu bir serû- venolacaktırbu Kadınlığını kabul etme- ye dırendiği yıllarda romantik ıdeallerin baskısı altındadır. Kendisine herşeyi ve- rebilecek ıdeal ınsan arayışı vardır bu an- layışın temelinde. Ve genç sanatçı, is- yankâr ruhunun da etkisiyle bu arayışa kapılannı kapatmak istemektedir. Ama yaşadığı cinsel deneyimler sonucu, bu romantik ideallerden kurtulmayı başanr, dünyaya kapılannı ardına kadar açar. Bu açılma da yaralanmayı getirir beraberin- de. Heryeni ilişki. yeni yaralarekler. Öz- gürlüğû seçmenin ne denli zor bir seçim Christopher Hampton'ın 'Carring- ton'u 1914'lerin dünyasım. değerlerini gündeme getiriyor (solda). Ulu Grosbard'ın 'Georgia'sı da günümüzün (sağda). olduğunu fark eder, ama vazgeçmez bu seçıminden. Kimi zaman onu seven adama Lytton âşık olur. Yeni kopmalan. yeni beraberiikler izler. Ama Carring- ton'un bırakamadığı tek insan Lytton'dur. Çünkü istediği özgürlüğü ona verebilen, onu bir "mal" olarak kabul et- meyen tek insandır o. özgürlüğün bede- lini ödemeye hazırdır Carrington. Ve tra- jik finale doğru kararlı adımlarla ilerler. Lytton yaşamından tümüyle çıktığında acılara dayanabilme gücünü yitirir. Christopher Hampton, ilk filminde böylesine zor bir temayı ele alıyor ve son derece sağlam bir kadronun desteği ile başanlı birsınav veriyor. Doğrusu, "Car- rington "un bir ilk filmi olduğuna inana- sı gelmiyor insanın. Ama Hampton'un bugüne kadar senaryo yazan olarak ver- diği ürünleri (yalnızca "TehfikeH Alaka- lar" bile ne kadar usta bir senarist oldu- ğunu anımsatmaya yeter herhalde) bi- lenler için çok da şaşırtıcı değil bu başa- n. Yirmi yıl önce, Mkfaael Holroyd'un "Lytton Strachey" adlı romanından yo- la çıkarak VVarner Brothers için yazmış bu senaryoyu. Ama filmin yapımı bir türlü gerçekleşememiş: "eşcinsd bir er- keğe âşık olan bir kadının dramı" olarak değerlendirilmiş ve bir köşeye bırakıl- mış. Sonuçta, kendisi yapmaya karar ver- mış "Carrington"u. Bir lngılız-Fransız ortak yapımı olan filmin başansında besteci Michael Ny- man (Greenaway filmlerinin ve Cham- pion'un "Piano"sunun bestecisi) kadar oyunculannın da payı büyük. Başrolde iki büyük oyuncu, Emma Tbompson ve Jonathan Pryce olağanüstü bir perfor- mans sergiliyorlar. tkisinin de oyunculuk dalındaki ödüllere aday olduğunu şımdi- den söyleyebilirim. Bir başka sanatçı: Georgia Festivalin "Belirli Bir Bakış" bölü- münde yeralan "Georgia''da, seçtiği öz- gürlüğün bedelini ödeyen bir başka sa- natçmın öyküsü. Ulu Grosbard'in yönet- tiği bu film de bir Ingiliz-Fransız ortak yapımı. Başrolünde de gene çok başan- lı oyuncular var: Jennifer Jason Leign ve Georgia rolünde Mare VVinnigham. Gö- rüldüğü gibi iki film arasında pek çok benzerlik var. Yalnızca, "Georgia''' yanş- ma dışı birbölümde gösterildıği için Jen- nifer Jason Leigh, Emma Thompson'la yanşma olanağından yoksun kalıyor. Ta- bii bir başka farklılık" da, "Carring- ton"un, 1914lerin dünyasını, değerleri- ni gündeme getirmesi. "Georgnı''nın ise günümüzün. Yazgılan birbirinden farklı iki kızkar- deşin ilişkilerini anlatıyor "Georgia.*' Kardeşlerden biri, Georgia, başandan başanya koşan bir şarkıcı ve bu basan- smı kişisel yaşamına da taşıyabilen. mut- lu bir aile yaşamı süren dengeli bir insan. Sadie ise başansız ve mutsuz bir kişilik. O da başanlı bir müzisyen olmak için yanıp tutuşuyor, ama içkinin ve uyuştu- rucunun tutsağı olup kendi yok oluşunu hazırlıyor. Sadie, kendisini olduğu kadar arka- daşlannı ve kızkardeşini de kullanıyor, tüketiyor. Günümüzde sayılan her gün artan bir sanatçı kuşağının dünyasını du- yarlıkla anlatmış Grosbard; yargılama- dan, kolaya kaçmadan. Sadie'nin içinde yanan müthiş ateşi içimizde duyuyoruz, Jason Leigh'in ustalıklı yorumu sayesin- de. Sanatçının yazgısını anlatan başanlı filmlerden biri olarak anılmayı hak eden, dürüst bir film "Georgja". Müzikle içli dışlı yaşayan genç kusağın kayıtsız ka- lamayacağı bir film. Uyanıkken yaşanan karabasanlar MEHMET BASUTÇU CANNES- Düş görememek, uykusuz- luk çekmekten daha dayanılmaz bir rahat- sızlık getirir. Gözleri açık ya da kapalı. düş kuramayan insanın yapamayacağı kö- tülük yoktur. Gözünü kırpmadan bin bir dolap çevirebilir... Festivalin açılış filmi "Kayıp Çocukiar Kenti", bir yanıyla, iş- te bu tür bir kişınin, doyumsuzluğunu ço- cuklann saf ve temiz düşlerini çalmaya dek vardırmasının öyküsüydü. Marc Ca- ro ile Jean-Pierre Jeunet ise, sanki sonu olmayan, olağanüstü bir düş gücüne sa- hiptiler; yaratıcılıklan engel tanımıyor- du... Peşinde koşulan pembe düşlerin, gü- nün birinde karabasanlara dönüştüğü sık sık görülür... Bir de en saf, en küçük düş- leri bıle ulaşılmaz kılan gerçek karaba- sanlar vardır. Cannes Festivali'nin daha ilk günlerin- de. dünyamızı acılara boğan, kanla yıka- yan bu dayanılmaz gerçeklerin görüntü- leri beyazperdeye yansıdı. "YVaati", Afnka gerçeğınin sertliğinı, yumuşak bir şiirsellik eşliğinde önümü- ze getirdi. Mali sinemasının tanınmış adı Süleyman Ctsse, esirlik döneminin henüz kapanmayan denn yaralan için için ka- narken. iç ve dış sorunlar pençesınde kıv- ranan Afn'kayı ve Afhkalılan anlatıyor- du. "Waati", yerel dilde "akan zaman" demekti... Tarihin derinliklerinden gelen kültürel çizginin taşıdığı destansı bılge- likten, daha dün yaşanan kaba ırkçılığın iğrençliğine dek akan zaman içinde oldu- ğu kadar, Afrika coğrafyası içinde de yol- cuhığa çıkıyorduk bu fılmde. Güney Af- rika'da birbeyazderilinin çiftlığinde "kö- le" gibı çahştınlan zenci ailenin kızı Nan- di, ırkçılığın batagında boğulan bir kur- ban olmamak için, daha okul sıralannda savaşmaya başlamış, daha sonra da be- yazlann egemenliği altındaki Güney Af- rika'dan kaçarak "özgıir" bir Afrika ülke- sinde. Fildişi Sahili'nde, üniversiteye gir- me olanağı bulmuştu. Afrika'nın aa gerçekleri Bilinçlenmiş, dünyayı ve kendisini da- ha iyi tanımayı öğrenmişti. Süleyman Cisse, maskelerin zenginliğinden gele- neksel danslann gizemli estetiğine dek, Afrika kültüründen bir dizi özgün yansı- ma eşliğinde, siyasi ve toplumsal karaba- sanlan görüntülüyordu. Ancak, ne yazık ki, yer yer didaktizmin ağırlığından kur- tulamamıştı. Filmde kara tahta önünde çektlmiş bir dizi sahne vardı. Profesörler ders veriyorlardı... Söyledikleri yüz kere doğruydu belki ama, diyaloglar içinde sı- ntan bu tür "akademik" değerlendirme- lerin yapaylığı. filmin güzellikleri ve çir- kinlikleriyle yaşayan bir Afrika mozaiği oluşturmasını engelliyordu. Bir noktada yönetmenin heyecanına, gerçeklerin tek- rar tekrar altını çizmek dürtüsüne, siya- sal ya da felsefi açıklamalar getırmek is- temesine hak vermemek de elde değil; Afrika öylesine acı gerçeklerle karşı kar- şıya ki. geleceğe dönük kara bulutlar öy- lesine yüklü ki, haykırılacak o kadar çok haksızlık ve adaletsizlik var ki, gelin de tutunkendinizi... üleyman Cisse, 'Waati'de esirlik döneminin henüz kapanmayan derin yaralan için için İcanarken iç ve dış sorunlar pençesinde kıvranan Afrikayı ve Afrikalılan anlatıyordu (üstte). / ranlı yönetmen Mohsen Makhmalbaf'nın "Salam Cinema"sı belgesel bir filmin tazeliğini, çarpıcılığını taşımakta (yanda). John Boorman da tutamamış kendisi- ni. Bırman\a"da, 1988 yılında yaşanan korkunç olaylan, iktidan elinde tutan or- dunun ginstiği ve binlerce sivilin öldürül- mesiyle sonuçlanan katliamı anlatmış. Gerçekten yaşanan ve bugün etkıleri hâ- lâ süren bir karabasanı, heyecanla izle- nen, etkileyici bir filme dönüştürrnüş. "Bejttnd Rangoon" (Rangoon'un Öteki Yüzü), sözcüğün asıl anlamıyla, politık bir film. Sinemanın insanlığın yaşadığı trajediler karşısında duyarsız kalamaya- cağını. her sanatçının, insanlık suçu işle- nen ülkelenn ıç işlerine de dış işlerine de kanşma hakkının bulunduğunu anımsa- tan bir yapıt bu. Demokrasinin Birman- ya'ya yerleşmesı için halkın umut bağla- dığı. 1990 yılında seçımlen kazanan, an- cak iktidara geçmesı ordu tarafindan en- gellenen. 1991'de de Nobel Banş Ödü- lü'nü alan ve 1989 yilından bu yana as- ken cunta tarafindan evinde gözetim al- tinda tutulan politik lider Bayan Auug San Suu Kyi'nin demokrasi savaşına destek veren John Boorman, kendisi için önem- lı olan temalan da unutmamış. Yine or- manlar içinde, nehirler üzerinde yolcu- luklar var; yine, doğanın güçlüklenyle sa- vaşan, başka insanlan tanıyıp onlann so- runlanna ortak olurken kendi kendini keş- feden, içindeki hümanist duygulann çi- çeklendiğini gözlemleyen, kısacası kişi- liğini bulan bir film kahramanı var... In- giliz yönetmen, Pekin'de Tienanmen Meydam'ndaki katlıamla aynı zamana denk düştüğü, aynca yabancı gazetecile- rin ülkeye girmesi yasaklandığı için Batı dünyasının medyalannda yer bulamayan Birmanya gerçeklerine, klasik bir geniş kitle sıneması senaryosu içinde eğilmiş. İktidar tutkusu Kocası ve çocuğu öldürüldükten sonra bunahma giren ve hava değişikliği için Birmanya'ya gezmeye gelen genç Ame- rikalı doktor Laura, pasaportunu yitirin- ce bir sonrakı uçağı beklemek zorunda kalır; ancak bir dizi rastlantı ve o sırada yapılan siyasi gösterilere askeri güçlerin silahlarla karşılık vermesi üzerine, kendi- sini sıcak olaylann göbeğinde bulur; ka- Iran, Salman Rüşdi'ye karşı yumuşuyor LONDRA ((AFP) - îngiliz hükümeti, lran'ın. 1989 yılında AyetuDah Humeyni tarafindan ölüm cezasına mahkûm edilen Îngiliz yazar Safanan Rüşdü'ye karşı tutumunu vumuşatabileceğini açıkladı. îngiliz Dışişleri Bakanlığı'ndan bir yetkili, lran'ın, Avrupa Birliği'nin nisan ayında yaptığı, Rüşdü'yü öldürme konusunda harekete geçmeyeceğine dair söz vermesi yolundaki resmi ricayja 'açıkça ilgilendiği'nı söyledı. Öte yandan, Sunday Telegraph gazetesinde yer alan bir haberde, üst düzey bır tranlı yetkilinın "tran hükümeti, Salman Rüşdü'yü öldürmek üzere kimse>i göodermeyccek" dedigı belirtildı. Gazete, adını vermediği yetkilinin Iran Cumhurbaşkanı AH Ekber Haşfani Rafsancani'nin onayıyla konuştuğunu duyıırdu. Humeyni, Rüşdü'nün 'Şeytan Ayederi' adlı kitabının 1989 yılında yayımlanmasmın ardından, yazann öldürülmesi yolunda fetva vermişti. Îngiliz yetkili, Tahran'ın bundan sonra daha ılımlı bir tutum benimseyeceği yolunda bir izlenim edindiklerini belirterek bunu olumlu karşıladıklannı, ancak Iranlı yetkililerin bu konuda söylediklerinı ve uygulamada yaptıklannı dikkatli birbiçimde izleyeceklennı ifade etti. Yetkili. Avrupa Birliği'nin ginşımine Iran'dan resmi bir yanıt gelmediğini de sözlerine ekledi. ba güce, baskıya, adaletsizliğe karşı o da direnişegeçecektir... PatriciaAnjuette'ın başanlı bir yorumla ınandıncı kıldığı La- ura'nın rüyalannı cehenneme çevıren gö- rüntü. boğazı kesilerek öldürülen oğlu- nun kanlı görüntüsüdür... Yanı başında ise Birmanya gerçeği. binlerce kanlı cesetle birlikte, uykusuzluktan ve tanık olduğu vahşetten kızarmış gözleri önünde yaşa- nan bır karabasandır. Savaşmaktan, ezi- lenler yanında yer almaktan başka çıkar yol yoktur. İktidar tutkusu. insanoğlunu pusuda bekleyen tehlikelerin en korkuncudur bel- ki de... Düşleri karabasana dönüştüren, haksızhklann kaynağını oluşturan o ikti- dar tutkusu değil midir? Acımasız iktidar savaşlan sonunda o gücü ellerine geçi- renlerin, her fırsatta dediklerinin dedik olduğunu kanıtlamaktan. seslerini yük- seltenlere. haklannı arayanlara kötülük etmekten ne kadar zevk aldıklan da bili- nen bir gerçektir... Sinema sanatçısının elleri arasında da büyük bır güç bulunmaktadır. Çünkü si- nema, koskocaman bir düş makinesıdir. Yönetmen, elindekı bu gücün her zaman bilincinde midır acaba? Iranlı yönetmen Mohsen Makhmaibaf, sinema denilen büyünün çekiciliğini, içerdıği tehlikelere parmak basarak anla- tıyor. "Un Certain Regard" (Belirli Bir Bakış) yan bölümünde sunulan "Salam Cinema", yedinci sanatı toplumsal ve ruhbılimsel açılardan ırdeleyen çok ilginç bir çalışma. Sinemanın göz kamaştıncı ışıklan altında, insanoğlunun bır çırpıda kışıliğini vedeğerölçüleriniyitirebildiği- ] ru anımsatıyor. "Salam Cinema" belgesel I bir filmin tazeliğini, çarpıcılığını taşı- makta. Sinemanın yüzüncü yaşını kutla- mak amacıyla bir film yapmak için yüz oyuncu aradığını bir ilanla duyuran Makhmaibaf, tam beş bın figüran adayıy- la karşılaşır! Insanlar birbirlerinı ezmek- tedirler! Sinemanın çekıcilıği, lran'ın özel konumuyla birleşince, Makhmai- baf'ın çekeceğı filmde rol alarak tanın- mak ve "koşeyi dönmek" isteyen. en azın- dan bu düşün peşinden giden ınsanlann amaçlanna ulaşmak için yapmayacakla- n hiçbir şey yoktur. Tek adam otma hevesi Şah' ın polisi elinde, işkence altında bı- le ağzını açmayan orta yaşlı adam. bugün, çocuklannın söz konusu o filmde bir rol alabilmesi için aşağılanmaya bile razıdır. Onur kıncı durumlan görmemezlikten gelir, tepki göstermez. Her şeyi sineye çekmeye hazırdır; yeter ki çocuklan sine- ma sayesinde yaşamlanna yepyeni bir yön vererek başanlı olsunlar, paçayı kurtara- bilsinler. Ve yönetmenin gücü, her an kötüye kullanılabilecek bir güçtür. Karşısındakı insanlar ona bir Tann gibi bakmaktadır- lar. Bir dediğini iki etmemeye özen gös- termektedirler. Ağla dediğinde yönet- men. ağlanmalı; gül dediğinde gülünme- lı; öl dediğinde de ölünmelidir... tki genç kız ağlamakta zorluk çekerler ama. biri diğerini elemek için, gerektiğinde her şe- yi göze alabilecek durumdadır. Yönet- men iplen istediği gibi cekmektedır... Bir ara. figüran adayı iki genç kıza, kendi ye- rini bırakarak, dığer adaylan sorgulayıp sınavdan geçirmelerini ister. Profesyonel bir oyuncu gibi istendiğinde ağlayıp, is- tendiğinde gülemeyen genç kızlar, birkaç dakıkalık "rol''ıçin de olsa. ellerine geçir- dikleri "iktidar koltuğu"nda, alabildiği- ne ınandıncı, hatta acımasızdırlar. Roller değişmiş, iki dakika öncekı eziklık unu- tulmuş, belki de hemen hınç alma dürtü- süyle kollar sıvanmıştır... Dediği dedik tek adam olma hevesin- deki insanoğlu. nasıl olur da, bu kadar kolaylıkla kötü rollere soyunmayı becerir acaba? YAZI ODASI SELİM tLERİ Bip Bachmann Hayram Avusturya edebiyatının daha şimdiden klasikJeşmiş çağdaş yazan Ingeborg Bachmann, yıllar önce oku- duğum, Kâmuran Şipal çevirisi, Otuz Yaş adlı hikâ- yeler kitabryla beni büyülemişti. Bir dönüm noktası olan 'otuzuncu yaş', Bachmann'ın hikâye kişisinde içsel sorgulamalar, ödeşmeler, sarsılışlar, pişmanlık- lar akışında beliriyor, çöküntüler sergiliyor, sonunda yeni bir atılımla yaşama geri döndürüyordu, bizokur- lan. O zamanlar henüz otuz yaşında degildim ama, otuzumda bunlan duyumsayacağımı elbette kestir- miştim. Sonra yine bu kitapta yer alan "BirAvusturya Ken- tinde Gençlik" hikâyesi, savaşın yıkımlanndan arta kalmış çocuklann çok içli ağitıydı. Öylesine yersel, bir bakıma, öylesine evrensel: Maddî yıkımlann yerine kendi hayal kırgınlıklarımızı koyar koymaz, bir kez da- ha Bachmann'la özdeşlik kurabiliyordunuz. Ne var ki, bu, genç yaşta, intiharı çağrıştırır bir ölümleyazılannı noktalamış yazan, pek çok Türkoku- ru gibi, ben de, Ahmet Cemal'in emeğiyie daha ya- kından tanıma, okuma fırsatı bulacaktım. Pek çok Türk okurundan ayncalıklı olarak, dostum Ahmet Ce- mal'in Bachmann tutkusunu yakından izledim. Onun- la, "Otuz Yaş" öyküsü üzerine konuştuğumuzu ha- tırlıyorum. Ve Ahmet, bir coşkunluk içinde, Maü- na'dan söz açar; Bachmann imzalı romanın çağdaş edebiyatta bambaşka bir sayfa olduğunu söylerdi. O zamanlar Malina'yı meğerse şurasından burasın- dan çevirmeye başlamış. Geceleyin, bazan saatler- ce süren telefon konuşmalanmızda, Malina'dan par- çalar okurdu. Sonra iş edindi, romanın Fransızca'sı- nı bulup bana armağan etti. Malina gerçekten güzel ve acı bir roman. Otuzuncu yaşın sarsıntılannı çağ- nştınrcasına, bu kez de, aşkın şiddetle duyumsanan variığı ve bir o kadar imkânsızlığı karşımıza çıkıyor. Malina, yanılmıyorsam, Bachmann'ın son verimle- rinden biri. ölüm Türieri genel başlığı altında topla- nacak üç ayn romanın ilki olan eser, yoğun lirizmiy- le, roman sanatına bütün yazı tarzlannı da armağan etmiş sayılabilir. Yazık ki sonraki romanlar kaleme alı- namamış. Ahmet Cemal, Malina'yı üslûp ustalığıyla dilimize kazandırmadan önce, Bachmann'la uzun bir sevda serüvenine girişti. Bana, artık yalnızca romandan par- çalar okumuyordu. 6u Tufandan Sonra 'da (Metis Ya- ymlan, 1990) yer alan "Roma 'da Gördüklerim ve Duy- duklanm" denemesı, kimbilir kaç kez, yalnızca ilk cümlesiyle, ama hep değişik çevirilerie, Ahmet'le iki- mizin telefon konuşmalanmızda görünüp kaybol- muştur. Mevsimler geçer, ilk cümleye, ilk satırtara ar- dılı cümleler, ardılı satırlar eklenirdi. Çevirmen sonra birden Malina'ya döner, birkaç ay bu eser üzerinde çalışırdı. Söz konusu çalışmalar, çeviri çabalan yıllarca sür- dü. Ingeborg Bachmann, öyle sanıyorum ki, Ahmet Cemal'in çeviri hayatında en büyük sevdalanndan bi- ri oldu. Malina'yı noktaladığı gün boşlukla yüz yüze gelmişçesine endişeli, yazann öteki eserierine, dene- melerine, radyo oyunlannasığındı. "Ağustos Böcek- Ieri" radyo oyununu, o sıralar yönetimiyle ilgilendiğim Argos'ta yayımlamıştık ve bu metindeki "Çünkü ağustos oöcekleri de bir zamanlar insandılar. Hep şarkı söyleyebilmek için yemeye, içmeye ve sevme- ye son verdiler" sözleri beni yine büyülemişti. Ama çevirmen, hayranı olduğu Bachmann şiirleri- ne el atmaya bir türlü yanaşmıyordu. Bir iki çekingen, ürkek denemeden sonra tekrar geri çekiliyor, şiirter- den uzak duruyordu. Zaten araya Bachmann'ın tüm radyo oyunlan girdi galiba. Bu çalışma henüz yayım- lanmadı; bir an önce yayımlanmasını dilerim. Araya Bachmann'ın konuşmalan, eleştirmenler ve gazete- cilerle söyleşileri, ödül törenleri için dite getirdikleri gir- di. Çevirmen, Bachmann'ı yazıya iten gizilgücü bu kaynaklarda bulmuştu: "Yanı başımızda her gün nelerin olup bittiğini, gün- lük yaşamda insanlann insanlan nasıl öldürdüklerini söylemek; önce betimlenmesi gereken budur; önce bu yapılmalıdır ki, büyük cinayetlere nasıl yol açıldı- ğı anlaşılabilsin." Işte Bachmann şiirteri böylesi birtanışıklıktan son- ra Bütün Şiirleri'nöe (Kavram Yayınlan) Ahmet Ce- mal'e Türkçe yankımış olmalılar: "Birlikte kullanılmış: Mevsimler, kitaplarve birmü- zik. I Anahtariar, çay fincanlan, ekmek sepeti, çar- şaflar ve bir yatak. I Sözcüklerden, jestlerden oluş- mabirçeyiz, beraber getirilmiş, kullanılmış, eskiden, jestlerden oluşma bir çeyiz, beraber getirilmiş, kul- lanılmış, eskitilmiş. I Uyulmuş birevdüzeni. Söylen- miş. Yapılmış. Ve hep el vehlmiş." Şimdi bu şiirieri okudukça, Ahmet Cemal'in çevir- menlik serüvenine şaşakalıyorum. Bachmann'ı yıllar- ca benliğindeyaşaftı. Yalnız Bachmann'ı da değil. Ay- nı sevda, aynı hayranlık Elias Canetti için de geçer- lidir. Stefan Zvveig içinde. Günlerce, haftalarca tek bir cümle için didindi. Çeviriler usul usul bütünlenir- ken, onun çabasını hiç mi hiç anlamayanlar çıktı ve tembellikle suçlandı. Oysa Ahmet Cemal, çevirileri- ni hayatının en anlamlı emeği sayıyor, yeterii görme- diği her satır, hem cümle için günlerini, aylannı seve seve harcıyordu. Moda'da bir çatı katında, binlerce kitapla donan- mış odasında, Ahmet Cemal'i yine çalışmalanna ka- panmış, yine geceyarılan saat ikilere. üçlere kadar emek harcarken görür gibiyim. Bu gece de, sonraki gecelerde de. ÖZEL DARÜŞŞAFAKA LİSESl III. KÜLTÜR VE SANAT ŞENLİĞ1 13.30-14.30 Dia gösterisi Gültekin Çizgen 14.30-15.30 Spor söyleşısi Oğuz. Hakan, ErtuğruJ 16.00-17.30 Söyleşi'ErdalÖz "1995 Hoşgörü Yılı" 19.00-21 00 Konser Okul Korosu. Okul Gençfik Korosu, Okul Çocuk Korosu( AKM) tTÜ II. ÖĞRENCt ŞENLİĞİ 10.00-12.30 Konferans "Taşkışla Serüveni" Prof. Dr. Afife Batur 13.00-14.00 Gitar dinletisi 14.00-17.00 Söyleşi-dinleti TimurSelçuk 17.00-22.00 Konser Öğrenci Gruplan ANADOLL GÜZEL SANATLAR LİSESİ 2. KÜLTÜR ŞENLÎĞİ 10.00 Fotoğraf kolu sergisinin açılışı 11.00 Müzikli Dakikalar Tülay Uyar, Başar Şahin, Sinem Vürgeç, Ozan Akgöz. Canay Cengen, EHf Özel, Sinem Anar. O\tun Eren, Faris Akarsu 13.00 Dia gösterisi Âttila tlhan'ın "İstanbul Ağnsı" üzerine Sinan Turan-Gültekın Çizgen Stüdyosu 15.00 Panel "Türkiye'de Mizah Anlayışı'' katılanlar: Tan OraL Semih Pbroy, Alp Tamer, Kaan Ertem, Apdülkadir Elçioğlu 18.00 Konser flüt: Metin Yavuz, gitar; Özgür Anca
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear