25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURtYET 17TEMMUZ1992CUMA OLAYLAR VE GORUŞLER Sanatçıyı Dışlamak MELİH CEVDET ANDAY Platon, ıdeal devleti aynntılı olarak anlattı- ğı Devlet adh yapıtında şaire, ya da genel ola- rak sanatçıya yer vermez, yer verdiklerini de sıkı altında, sansür. gözetiminde tutar. Şaşırtıa bir tutumdur bu, böylesi büyük bir düşünür, nasıl olur da sanatı, sanatçıyı kü- çûmser! Devlet'te, dram şairi ideal devleti gez- tneğe kalkışacak olursa, kendisine sınıra de- ğin nazikçe eşlik edileceğini söyler. Kısacası, kapı dışan ediyor onu. Dram şairi dedim ama, bu ağır eleştiriden Homeros da yakasını kurtaramamıştır. Platon'un sanat ve sanatçı düşmanlığı üzerinde çok durulmuştur, çeşitli biçimde yorumlanmışür bu tutum. Geçen ay bu konuda Iris Murdoch'un güzel bir kitabı yayımlandı bizde: Ateş ve Güneş- Platon Sanatçılan Neden Dışladı? (Çeviren, Serdar Rifat Kırkoğlu). Keyif alarak oku- dum. Yazar, daha kitabının başlannda sık sık düe getirilen bir dedikoduya yer vermekten kendini alamarruş: Platon gençliğinde şairdi, sonra bıraktı şiiri, işi felsefeye vurdu; işte, de- niyor, onun şairleri kıskanması bundandır. Ancak adını andığımız bu adam, sıradan bir eleştirmen değjldir, filosoflann en büyüğüdür. Çiçero, onun için şöyle diyor: "Felsefe demek Platon demektir; çünkü ondan sonra gelen fi- losotlar ya Platoncudur, ya da Platon'a karşı- dır." Böylesine büyük bir düşünür, kendisini kıskançlık hastalığından koruyamaz mı? Biz şimdi bu dedikoduyu bir yana bırakabm da, konunun ciddi yanlan üzerinde durahm, elbet yerimizin elverdiği ölçüde. Ama bunu yapabi- lecek miyim, bilmiyorum, çünkü açıldıkça acılan, genişleyen, denne giden bir konudur bu. Iris Murdoch ilginç bir ansıtma yapmış, di- yor ki, "Şairler, peygamber ve bilge olarak- fi- losoflann ortaya çıkışlanndan çok önce var olmuşlardır." öyle ise onlar filosoflann ra- kiplendirler. Bundan ötürü de gözetim altın- da tutulmalıdırlar; yazdıklan sansürden ge- çirilmeüdir. Çünkü sanat tehlikelidir, baştan çıkana ve ahlak bozucudur. Nasıl olur? Eski Yunan toplumu gibi, sanat âşığı bilinen bir toplumda bu gibi sözlere yer olmah mıydı? Buraya gelindikte, elimizdeki kitaptan şu sözleri okursak biraz doğruluruz sanınm: "Kuşku yok ki, Yunanlılar, genelde, bizim saygı uyandıran 'güzel sanatlar' anlayışına sa- hip değülerdi; 'güzel sanat' kavramı için Yu- nancada ayn bir terim yoktu, tekhne sözcüğü, sanat, zanaat ve ustalık anlamlanna geliyor- du." Buna mim koyalım. Platon'un güzel sa- natlara saygısız olduğunu kolay kolay söyle- yemeyeceğiz demek istiyorum. Aynca şunu da belirtmek gerekiyor; Pla- ton'un diye bilinen otuz altı diyalogdan kimi- ni düzmece sayanlar var. Bu dıyaloglar arasın-- da, ünlü düşünürün, sanatçıyı devletinın dışmda bıraktığını üstüne basa basa söylediği Devtet ile Yasalar'ı da koyanlar olduğunu bili- yoruz. Ama biz bu tartışmaya girmeyelim ve Pla- ton felsefesi ile sanatın neden birbirlerine karşı düştüğünü araştırmayı sürdürelim. Bunun için de, ilk iş olarak, ktealar kuramı- na değinmemız gerekecek. Bu Mealar'a Form- lar da denir. Yazar şöyle diyor: "Formlar ru- hun ölümsüzlüğü öğretisi için getiştirilen bir uslamlamanın parçasını oluşturur. Bu form- lar sayesinde konuşabilmekte ve bilgi sahibi olabilmekteyizdir, çünkü ruhlanmız doğma- dan önce (bu idealann ya da formlann) açık açık görükbildikleri bir yerde olmuşlardır. Arumsama ya da anamnesis adı verilen öğreti budur." Biraz daha açalım bu sözleri... Duyu verile- rimizle algıladığımız nesneler, bütün gördük- lerimiz, işittiklerimiz ve dokunduklanmız, gerçek bilgi ile özdeş sayılamaz. Biz, bir halk deyimi ile yalan bir dünyada yaşıyoruz. Cop- leston, Felsefe Tarihi adlı yapıtının İDEAı Yayınlan) birinci cildinin Platon'a ayırdığı bölürnde şöyle diyor: "... Sokrates, algı nesne- lerinin, Heraklitus'un öğrettiği gibi, her za- man bir akış durumu içinde olduklannı gös- termeğe çalışır; onlar hiçbir zaman var değil- dirler, her zaman olmakta'dırlar ' Şu sözlere de bir gözatalım: "Bilginin nesnesi dayanıklı ve kalıcı, durağan olmah, ve açık olarak ve bi- limsel tanımlamada kavranabilmelidir." Şimdi gene Platon'a dönelim... Ona göre, gerçek bilginin nesnesi idea'lardır. Ruhumuz, daha doğmadan önce onlan bir yerde gör- müş, tanımıştır. Ama nerede? Onu açık seçik olarak bilemi- yor, öğrenemiyoruz. Ama idealar öğretisine göre, diyelim bir marangoz bir masa yaptı ise, bunu, anımsadığı masa ideasına göre yapmıştır. Masa resmini çizen ressam ise, bu açıdan bakıldığında- üçüncü basamakta bir taklitçidir? Platon taklitten nefret eder, bunu ahlaka aykın sayar. Böylece şairler de, hele hele tiyatrocular, dram şairleri bu tanımın içi- ne girerek devletten kovulma cezasını hak ederler. Tiyatroculann suçu, kötüyü, gülünç olanı taklit ettikleri ve tannlan yanüş tanıtük- lan için, daha da büyüktür. Elbet bu suçun yolunu açan adam Homeros'tur. Homeros nerden bilirmiş silahlan, savaşı, hekimliği? Nerden öğrenmiş tannlann huylannı? Bun- lann tümü uydurmadır ve böyle olduğu için de toplumu yanıltıcı, kötüye yönelticidirler. Demek devletin, sanatçıyı sansür etmekte hakkı vardır. Topluma yalnızca iyi örnekler gösterilmelidir; dinginlik, denge, ılımlıhktır yararlı olan. Buncası ile anlaşıldığına göre Platon, güzel- liği, iyiliğe bağlamak istemektedir; ancak iyi olan güzel sayılabilir. Üst yanı İcötülükten başka bir şey değildir. Oldukça güç bir felsefe konusunu özetleye- bildim mi dersiniz? Ama daha ekleyeceklerim var. Bir başka fılosof, Plotinos bu konuda ilginç bir görüş atmıştır ortaya; sanatçının maddesel nesneyi değjl, idealan kopya ettiğjni ileri sürü- yor. Bu görüş, ne yapayım ki, bana daha doğru göründü. Ama, "Sanatçı, idealan nerden bi- fîr?" diye soracak olursanız, susanm, bir şey diyemem. Ama sanat tarihine baktığımda gö- rüyorum ki, sanat hiçbir zaman maddesel nes- neleri (yalan nesneleri) taklit etmemiş, onu hep aşmaya kalkmış, kendini katmış araya, dünyaya değişik bir görünüş vermiştir. Bun- lar idealann taküdinden doğmuştur diye- mem; ama esin tannsalsa bundan kuşkulana- biliriz. Tannsal esin, bir anlamda delilik de- mektir. Yunancası theia moira idi. Platon çağımızda yaşasaydı sanatı suçlaya- mayacaktı sanınm. Yalnız kübistleri ömek getirmekle yetinmeyecegim; onlardan önce Izlenimriler doğayı allak bullak ettiler çünkü. Oscar Wilde, "Doğa, sanatı taklit ediyor" de- miş ve Seine nehrinin îzlenimcilerden sonıa başka renkte aktığını eklemişti. Sanat, insanın doğaya eklediği bir şeydir, bundan ötürü de küttür tanımı içine girer. Şiirde imge şairin taklitçiliğini değil, yaratıcılığını gösterir. Homeros taklitçi değil, betimleyici idi, çünkü kendinden önce gelmiş, bir şair bilmiyordu. Onun tannlar üstüne bilgi vermesi de düş gü- cünü gösterir. Başka ne yapabilirdi? Ins Murdoch'un Ateş ve Güneş adh bu kitabında derinliğine işlenen konunun sıyasal yönü de çok ilginçtir elbet: Şaire güvenilmeye- cek, başına buyruk bir kişidir çünkü o, yazdıklan sansürden geçirüecektir, topluma kötülük getirecek sözler varsa atılacaktır... Ah ideal toplum düşleyenlerin, ütopyacıla- nn en zayıf yanlan buradadır işte: lyiyi kötü- den kim ayıracak o devlette, doğru yolu kim saptayacaktır? "Filosof" demek istiyor Pla- ton. Ama fılosofun yanıhp yanılmadığYnı kim söyleyecek? Ben oyumu kullanayım: Platon'- un devletinde yaşamak istemem. (Gerçekte o beni istemez.) ARADABIR Yrd.Doç.Dr. HAYRETTİN ÖKÇESİZ Marmara Üni. Hukuk Fakültesi Geçerfi Oy - Beyaz Oy Bugünlerde üniversitelerin öğretim üyeleri, üniversite- leri için altı rektör adayını seçerek adlannı, -bunlardan üçü YÖK, kalan ikisi de devlet başkanı tarafmdan elenmek üzere- Ankara'ya göndereceklerdir. Bu elenmenin herkes tarafmdan adil sayılabilecek tek ölçütü olabilir: Daha anti- patik değil, daha az oy almış olanların elenmesi... Bu, so- nuçta en çok oy almış adayın tek ad olarak her iki seçme ve atama organınca birlikte benimsenmesi demektir ki, buna yasa elbette olanak tanımaktadır Ancak YÖK'ün ve Devlet Başkanı'nın bu ölçüte rağbet edip etmeyecekleri, kendi hesaplanna, arzularına kalmıştır. Ote yandan bu öl- çüte, öbür beş adayla birlikte onlan seçmiş olacak öteki öğretim üyeleri de sıcak bakmayacaklardır. Oyle ki, ata- mada başka ölçütlerin kullanılması herkesce olağan kar- şılanacaktır Kaybeden üzülecektir, fakat başına geleni haksız sayamayacak ve gösteremeyecektir. Ancak buna hakkı olacak kişl, en çok oyu almasına karşın elenecek olandır. Bu kişi elbette daha sonra kendi seçmenleriyle sonucu protesto edebilir. Ama onu da tam içten saymak kolay olmayacaktır, çünkü başlarken ilk altının içerisinde şansını denemek niyetiyle, şimdi kendisine tanınmayan bu hakkı zamanında başkalarınatanımaya hazır bulunma- mış olmak zannı altında kalacaktır. Böylelikle rektör atanmasında muhtemelen hertürlü öl- çütün kullanılabileceğine şimdiden rıza gösteren aday adayı önce ilk hendeği atlamak zorundadır:llk altının içeri- sine girebilmek için adının olabildiğince çok öğretim üye- since oy pusulalanna yazılması gerekiyor. Oyle sanıyo- rum ki, gerçek bilimciler olarak bu üyeler ise bilimin önko- şullan olan; bilimsel etkinlikte özgürlük ve eşitliğin, da- yanışmanın, demokratik temelde hukukun üstünlüğüne dayalı üniversite tasarımının yanında yer alacaklardır. Bu oyları kazanabılmek için aday adayları, ikinci aşamada söz konusu olacak ve zımnen kabullendikleri aşırı takdir yetkisini reddeden; atanmaya, ünıversiter istemlere (talep- lere) uygun bir düzen getiren çözümler önereceklerdir. örneğin, en çok ve rektörlük için makul sayıda oyu alama- mış olmalarına karşın rektörlüğe atandıkları takdirde bu görevi üstlenmeyeceklerini kamuoyuna açıklayacaklar- dır. İkinci aşamadaki şansından hiç bir ideal uğruna vazgeç- mek istemeyen aday adayı, başka bir grup seçmene yöne- tecektir. Bunlara sesleniş biçemi, demokratik temelde hu- kukun üstünlüğüne dayalı, özgürlükçü veeşitlikçi üniversi- te tasarımı yerine; özel, ad olarak belirli, kayırmacı, sem- biyotik oy arayışına yönelik olacaktır. Hemen belirtmeli- yim ki, ilk altnın içerisine girebildiği takdirde bu aday mArkastll.Sayfada TARTIŞMA Demli Çayı içememek! Acaba kendi benliğimizi, kendi özelliklerimizi silerek. onlan taklit ederek mi turistleri memnun edeceğimizi sanıyoaız? Sayın Turizm Bakanı Abdülkadir Ateş, siz bakan olarak kararlar alıyorsunuz. Ben de bir vatandaş ve aynı zamanda bir turist olarak tepkiler gösteriyorum. Uzun zamandan ben Avrupa'da yaşıyor, Avru- palı turistlerle beraber, Akdeniz'in değişik kıyılannda tatil geciriyorum. Değişik diller bilmem de turistlere yaklaşmama, nelerden hoşlandıklannı öğrenmeme yardım edi- yor. Bildiğim kadanyla turistler, her gittikleri ülkede, o ülkenin özellikleriyle ilgilenirler. tspanya'da "boğa dövüşü"ne. müziklı danslı İspanyol gecelerine giderler. Yugos- lavya'da. tarihi eserler ve halk müziğidir. tabii güzelliklerin dışında onlan ilgilendi- ren. Türkiye'de tahrip etmekte, çaldırmakta olduğumuz zengin tarihi kültürel mirası- mızın, tabii güzelliklerin yanında neden hoşlaruyor yabancı turistler? Halkımızın misafırperverliğinden. bizdeki insan yakın- hğından, her yerde bulduklan değişik hiz- metlerden. Bunlann arasında "demli çayı' unutmayalım. Paris'te, Türkiye'yi ziyaret etmiş olan bütün Fransız dostlanm, evime geldikleri vakit benden demli çay istiyorlar. Türkiye'de, vapurda, berberde her gittikle- ri yerde, o boynu kınk bardaklanmızla ik- ram edilen demli çay, onlara özel bir zevk venyor. Bu nedenle gazetelerde, İstanbul vapur- lannda demli çay servisinin kaldınlacağını okudugum vakit çok üzüldüm. Acaba ken- di benliğimizi, kendi özelliklerimizi silerek. onlan taklit ederek mi turistleri memnun edeceğimizi sanıyoruz? Onlan memnun edelim derken. bizi, kendi halkımızı yıllar boyunca alıştıklan küçük zevklerden mah- rum etmek doğru mu? Zaten Boğaz'ın ah- şap yalılannı, Adalar'ın o güzel köşklerini yıktırdık. denizlerimizi kirlettik. sahilleri- mizi betonlaştırdık. tabii plaj diye bir şey bırakmadık. Bırakın bari şu demli çayımı- zı, turistlerin de çok sevdiği, vapurlann o koltuklu salonlannda, onlarla beraber zevkle içelim. En derin saygılanmla. Emekli Doç.Dr. YILDIZ SERTEL 7. Paris Üniversiıesi Bu Yupdun Şairi Nerede? Namık Kemal'ler, Tevfık Fikret'ler, Emin Bülent'ler, Mehmet Emin Yurdakul'lar, hatta hatta benim bile adını çok yeni duyduğum Osman Fahri'lerle, önceki ve sonraki gerçek yurtsever şairler kadar yurdunu, pınl pınl Türkiye'mizi seven şairlerimiz yok mu bugûn? Atatürk'ün ölümünden bu yana Türki- ye en buhranlı günlerini yaşıyor. Bir ölüm-kalım mücadelesinin içindeyiz ade- ta. Bir yanda gerici (irtica cephesi"/ başını almış gidiyor. Bütün laik ve dinamik, çağ- daş ilkeler çiğnenmeye, yok edilmeye çah- şılıyor. Dine saygı bayrağı ile Atatürk düşmanhğı, cumhuriyet düşmanbğı kö- rüklene körüklene büyük yangınlara dö- nüştürülme yoluna sokuluyor. Rabıtalar, petrol spmürgeni Araplar, Humeyni ar- tıklan. Üç beş yaşındaki çocuklan "teset- türe" sokup cami avlulanna koltuk altla- nnda mini mushaflarla sürenler mi ararsı- nız, aynı yaşlardaki yoksul çocuklan alıp konforlu, bakımb çocuk yurtlannda ta yüksek öğrenimlerini biürtinceye, bir ta- kım mevkilere getirünceye kadar beyinle- rini yıkaya yıkaya büyütenler mi? Devlet ve hükümet kademelerinde, si- yasal parti çevrelerinde tıs yok zaten. En ilerici geçinen, Atatürkçülük dendi miydi tozu dumana katan örgütlerde ise havan- da su dövmekten başka bir şey yok. Hepsi kişi olarak kendi çıkarlanna alet edebil- dikleri sürece bir takım fıkirlerin peşinde görünmeyi biliyorlar, hepsi o kadar. Nice Atatürkçü adını taşıyan kuruluşlar, nice kadın dernekleri buna dahil. Bilmem ne yönetmeliğinin fılanca maddesi için so- kaklara dökülen onbinlerce üniversiteli genç bugün vatan elden giderken bile kıl- lannı kıpırdatmıyorlar; diskoteklerde, park köşelerinde, cin pantolonlu kızlarla- diz dize, dip dibe seksoloji eğitimlerini sür- dürüyorlar. Bir de edebiyatçılanmız, şairlerimiz var... Haala en kişisel aşk ve özlem duygu- lannı oya gibi işlemenin san?f •" 1 '""' ı8 ı olduğunu saruyorlar. Anlaşılmaz, anlam bile çıkanlmaz kınk-dökük mısralarla sa- nat yaptıklan vehmi içindeler. Dağlarca'- lar, Anday'lar, Cumalflar, Birsel'ler yaş- landılar da ondan mı sustular! Ya gençlere neler oldu, neden onlar duygusallıklan kişisel kadın erkek ilişkile- rinin aşk vehimlerinin, beden ve temas vuruculuklanrun ötesinde bir şeylere yö- nelmiyorlar? Namık Kemal'ler, Tevfık Fikret'ler, Emin Bülent'ler, Mehmet Emin Yurda- kul'lar, hatta hatta benim bile adını çok yeni duyduğum Osman Fahri'lerle, önce- ki ve sonraki gerçek yurtsever şairler ka- dar yurdunu, pınl pınl Türkiye'mizi seven şairlerimiz yok mu bugün? Fikret'in: "Kanun diye topraklara sür- tüldü cebinler / Kanun diye, kanun diye kanun tepelendi" dizelerini; Yurdakul'un: "Ben bir Türk'üm dinim, cinsim ulu- dur, Sinem, özüm ateş ile doludur tnsan olan vatanınm kuludur Türk evladı evde durmaz giderim " dörtlüğündeki yurtsever ruhu taşıdığın- dan hiçbir zaman şüphe etmememiz gere- ken şairlerimiz neredeler? KENAN HARUN PENCERE AmanDokiop- Okurum, adını ve açık adresini yazmış, ben yine saklı tu- tuyorum, zengin Arap ülkelerinden birinde çalışan bir doktor; hepimizi ilgilendiren bir hayat memat sorununa parmak baismış, gönderdiği mektubu yayınlıyorum. "Sayın llhan Selçuk, Önce kronik bir Cumhuriyet okuru olduğumu vurgulaya- rak mektubuma başlamak istiyorum. Yurtdışında yaşadı- ğımızdan elime biraz geç geçen 26 Haziran 1992 günlü Pencere'nize iki genç doktoru konuk etmişsiniz. Bu genç meslektaştarın yakınmalanna karşılık 37senelik tecrübesi olan bir hekim olarak bazı gerçeklere değinmek istiyo- rum. Bu genç arkadaşlarım diyorlar ki 'Bir doğum görmeden, bir dikiş atmadan, tıp fakültesinden mezun olduk.' Söyle- mek istediklerine katılıyorum. Gerçekten kendilerini zor günler bekliyor gelecekte. Düşününüz ki bu gençler İstan- bul Tıp Fakültesi'nden mezun. Bir de Anadolu'daki içler acısı tıp fakültelerinden mezun olanları düşünün, ne du- rumdalar!.. Tanrı kendilerine yardım etsin!.." Bu noktada okurumun mektubunu kesip bir soru sormak istiyorum: Tanrı genç doktorlara mı yardım etsin? Yoksa hastalara mı? Okumaya devam edelim: "Bu gerçekleri kabul ettikten sonra değinmek istediğim nokta şu: Dünyanın hiçbir yerinde tıp fakülteleri teorik bil- ginin yanında her öğrenciye yeterli pratik bilgi vermezler, vermeleri de beklenemez. Bu çocuklar daha ileri ülkelerin tıp fakültelerinden mezun olsalar, yeterli doğum pratiği veya her türlü yarayı dikme pratiği kazanmış olacaklar mıydı? Kesinlikle hayırl.. Ancak olsa o/sa bir miktar daha kapsamlı teorik bilgi edineceklerdi. O kadar. Şimdi diye- ceksiniz ki ileri saydığımız ülkelerdeki pratisyen hekimler bu kadar tecrübesiz midirler? Tabii değildirler ve meslek- lerini bilirler. Işin püf noktası da buradadır. Dünyada geri kabul ettiğimiz memleketler de dahil, genellikle tıp fakülte- sini bitiren birisi, tıp fakültesi mezunu olur, ama hekim olamaz. Nasıl ki bir hukuk fakültesi mezunu, 6e/// aşama- lardan geçmeden hâkim ya da avukat olamıyorsa... Halen benim bulunduğum ülke dahi, pek çok memleket, tıp fakültesi mezunu gence, belirli hastanelerde bir yıl ça- lışma koşulu getirmektedir. Dahiliye, hariciye, kadın, do- ğum, çocuk kliniklerinde asistan gibi çalışarak, görerek, yaparak çalışan ve teorik bilgisini pratiğe çeviren genç doktora 'lisans' verilir, çalışma izni sağlanır. Ancak bu //- sans, bir ülke, hatta o ülkenin belirli bir bölgesi için geçer- lidjr; her zaman ve herhangi bir nedenle 'iptal' edilebilir. Bu durumda o kişi bir daha hekimlik yapamaz. Daha ileri ülkelerde (Almanya gibi) iki sene daha yeterlik belgeli hastanelerde çalışıldıktan sonra lisans atınabiliyor, Ame- rika ve Kanada örneğinde aynca bir pratisyen hekimin yanında belli bir süre staj yapması öngörülüyor. Gördüğünüz gibi sıkıntı tıp fakültesinde değil, sistemin bozukluğunda, eğer bu çocuklar da verdiğim örneklerdeki gibi daha bir süre eğitim görseler, hiçbir sıkıntı kalmaya- cak, onlar da hekim olacaklar, tıpkı bizim olduğumuz gibi, yanılma, öğrenme ile... Nasılsa Türkiye'de insan hayatı çok ucuz... Çocuk ölümlerinde Afrika yı solladığımız ve biryaralıya en kritik zaman olan ilk 20-30 dakikada müdahale edeme- diğimiz bu dönemde, bırakalım ölen ölsün... Nasılsa kalan sağlar bizimdir." • Zengin Arap ülkesinde hekimlik yapan okurumun mektu- bu bu köşeye sığmayacak, altını çizdiğim satırlarla bitir- mek istiyorum: "Sayın Selçuk, önemli olan insan hayatı. En az zararla, en yüksek sonuca varmak için çok şey yapmak gerekiyor. Halkın da bilinçlenmesi, hakkını araması, her olayı kadere bağlamaması gerekiyor. Bakınız benim çalıştığım bu ül- kede en ufak bir hata yapmayasınız, dünyayı başmıza yı- karlar. Benim çalıştığım hastanede her şey bilgisayarla takip edilir, hiçbir hata gözden kaçmaz, haftada bir topla- nan tıbbi kurulda incelenir, soruşturulur. Aynca aileler son derece duyarlıdır, en küçük bir olayı üst otoritelere, hatta krala yansıtırlar. Burada bulunduğum yedi yıllık sürede birkaç defa şikâyet edildim, çok üst düzeyde soruşturma ile karşı karşıya kaldım. Düşünüyorum da bildiğim bilme- diğim ne çok hata yapmışım Türkiye'deki meslek hayatım- da!.. Bunlardan dolayı hiçbir ciddi soruşturma ile karşılaş- madım." ^ Arap krallıklarından birinde çalışan Cumhuriyet okurunun mektubu ilginç değil mi? t Türk Dili Dergisi Türk Dili Dergisi, alü yaşında! Temmuz-Ağustos sayısı bütün büyük kitapçılarda. "Türk dilinin bağımsızlık ülküsünü hiçbir kötülük düşünen yok edemez" Türk Dili Dergisi'nin hesap numarası Posta Çcki No: 1228O7'ye 25000 TL. yatırarak bir yıllık dergi üyesi olunuz. 50000 TL. iki yıllık... P.K. 118 Kadıköy 81302 İstanbul. \ ü B E L D E L E R İ UYGUN FIYAT, KOLAY ODEM BİR ODA BİR SALON, İKİ YÜZ KIRLANGIÇ, BOL UÇURTMA... Y E N İ B İ R Y O R U M "Artan nûfusa ve ülke ihtiyaçlarına paralel olarak, vatandaşlanmızın konut edinebilmeleri için, gereken ucuz kredi mekanizmalan oluşturulacak, öncelikle hiç evi olmayana kredi verilecek ve vatandaşı konut sahibi edebilecek bir ortam sağlanacaktır" Hükümet Programı Kasım 1991. Evet... Toplu konut projeleri; hızlı, ekonomik inşaat teknikleri ve ucuz girdilerie, herkesin ulaşabileceği maliyetlere kavuşuyor. "İnsarf'ı ön plana atarak, mutluluğa herkesin hakkı olduğu ilkesinden hareketle yeni bir yoruma kavuşuyor. Uygulma Temmuz 1992. T.C. BAŞBAKANLIK TOPLU KONUTİDARESİBAŞKANUĞI M U T L U Ç O Ğ U N L U K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear