02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

13 TEMMUZ 2007 CUMA tarihçe AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Geç kalan reformlar Erdoğan AYDIN smanlının geri kalışını irdelerken netleşmemiz gereken önemli bir öğe de, Osmanlının dünya egemeni olduğu dönemdeki “üstünlüğünün” anlamıdır. Çünkü bu üstünlük döneminde, Osmanlının üretim ilişkileri düzleminde de ileri olduğu inancı yaygındır. Oysa Osmanlıyı egemen yapan öğe, daha ileri üretim ilişkilerine geçen dünyanın yaşadığı çözülme döneminde, eski üretim ilişkilerinin mümkün kıldığı merkezi yapıydı. Osmanlı devleti, fetih ve talanı tamamlamak üzere sıkı denetimli bir toprak ve ticaret düzeni üzerine oturmuştu. Tıpkı eski Bizans, Sasani, Abbasi, Selçuklu vb. imparatorluklar gibi. Ne ki onlar kendi çağlarının imparatorluklarıydı. Oysa 16. yüzyıl dünyasında köprülerin altından çok sular geçmiş, bunun sonucunda Osmanlı, üretim ilişkileri anlamında çağının gerisine düşmüştü. Ne ki karşı taraf Onun hakkından gelecek askeri sıçramayı yapamadığı müddetçe, Osmanlı siyaseten üstün kalacaktı. Yani bu üstünlük, üretici güçlerin gelişim düzeyi anlamında bir üstünlük değildi. Aksine üretici güçler düzleminde O, bir önceki dönemin dünyasını temsil ediyordu. Ancak üretici güçler düzeyindeki bu geri konumu, Ona merkezidespotik bir yapı, etkin bir askeri aygıt, dolayısıyla talan ve egemenliğini yayma avantajı anlamında üstünlük sağlıyordu. Özetle başkalarının birikimlerine el koyan (fetih) ve egemenlik alanındaki üretici güçleri, merkezin ihtiyaçlarına göre ağır bir denetim altında tutan bir düzen ile karşı karşıyayız. Bu düzen, talan gelirlerinde bir kesinti olmadığı müddetçe topluma görece bir adalet ve istikrar ortamı sunuyordu; bununla birlikte onun ‘üstünlüğü’ üretken bir üstünlük olmadığı için tarihin gelişiminin önünde engel olup, ömrü de askeri üstünlüğünü sürdürebilmesiyle orantılıydı. C El insaf! 13 O ne mamul mal üretme yeteneği gösteremeyeceği gibi, kendine akan altın ve gümüşü de, enflasyon yerine zenginleşme faktörüne çeviremeyecekti. TEŞHİS YANLIŞ OLUNCA Osmanlı için tıkanma yüzyılı olacak olan 17. yüzyılda, durumu aşmaya yönelik çabalar geleneksel mantaliteye uygun olacağından, bu tıkanma giderek kangrenleşecekti. Avrupa’nın gelişmesi ve üstünlüğünün nedenlerini çözümleyemeyen, siyasal aklı, toprak düzeni ve güç dengeleri buna uygun olamayan Osmanlı, durumu “bozulma” olarak açıklayacaktı. Yani Osmanlı egemen aygıtı, kalkınma dinamiklerinin teşvik edilmesi gereğini anlayamayacak veya anlasa da kendi iktidarına tehdit görecek, dolayısıyla Rusya veya Japonya’nın gösterdiği feraseti gösteremeyecekti. Onun üretebildiği tek çare, ‘bozulma’ alanlarının YAPISAL FARKIN HANDİKAPI Bu “fütuhat gelirleri ile desteklenen tarım düzeni”, çevresindeki feodal düzenlere göre içerdiği siyasal avantajlara karşın, bu yapısı gereği bilim ve teknoloji üretim kapasitesinden de yoksundu. Dolayısıyla feodal parçalanmışlık içinde birikim ve sıçrama yapan yapılara karşı giderek geri kalmak ve aynı dünyadaki bu ileri üretim yapılarına bağımlılaşmak kaderini bizzat kendisi yaratacaktı. Bir dönem ona üstünlük sağlayan avantajlar dini metinlerle de kutsandığından, ‘bozulma’ ve ‘ihtilal’ olarak karşıladığı her türden değişimi kategorik olarak ezecekti. Fetihlerle başkalarının birikimlerine el koyma avantajı, sanal bir üstünlük yargısı üreterek üretim teknolojisini geliştirme motivasyonu ve yeteneğini de engeller. Bu yapısı gereği üretici sınıflar yerine askerisiyasi ve dini bürokrasiyi yüceltir; yani üretici değil asalak sınıfların süreğen olarak egemen konumda olmasını sağlar. Ülul emr’e (emir sahibine, padişaha) itaati zorunlu kılan (Kur’an, Nisa59) ideolojik aygıt olarak şeriatın Osmanlıdaki şekillenmesi, Ulema ve Vüzera (dini ve siyasal sınıf) dışındaki sınıfları tebaa (kayıtsız şartsız uymakla yükümlü) gören bir şekillenmeye sahipti. Bu düzenin meşruiyeti, hazinenin, askerin, reayanın, her şeyin padişaha ait olduğu (Katip Çelebi) bir eksende şekilleniyordu. Bu düzende zanaatkarlık da, Ahi düzeni içinde ustadan görülenin aynen taklidi ile salt niceliksel bir gelişim gösterirken, ticaretin katı kurallara bağlı denetimi nedeniyle, kendi içinde ve diğer ekonomilerle rekabetle nitelik yükseltme baskısından uzak yaşıyordu. Bunun sonucunda üretim, bırakalım fabrika düzeyini, manifaktür düzeyine bile yükselemeyecekti. Bu bağlamda katı denetim ve değişmezlik ilkesini hayata geçiren Osmanlı düzeni, egemenlik alanlarında sivil toplumun, bilimin ve sanatın yanında başkent dışında şehirleşmenin, rekabetin ve üretim teknolojisinin gelişimini engelleyerek Osmanlının niteliksel gelişme şansını olanaksızlaştırıyordu. Bu yapı farkından dolayı Osmanlı, ticaret yolları ve savaşlarda elde ettiği vergi, ganimet ve haracı üretimin nitelik artışına temel yapamazken, henüz bunlardan yoksun, üstelik feodal parçalanma içinde olan Avrupa’da oluşan koşullar, sanayileşmeye alt yapı oluşturacaktı. Yine bu yapı farkı nedeniyle, coğrafi keşiflerle talan edilen altın ve gümüş, Osmanlıdan hammadde çeker, üretimini tahrip eder ve enflasyon artışına neden olurken Avrupa’da üretimi besleyen bir manivelaya dönüşüyordu. Özetle Osmanlı, siyasal üstünlüğüne karşın hammadde ihraç etmek yeritekrar eskiyle değiştirilerek onarılmasıydı. Oysa bozuk olan, tıkanan, küresel gelişmenin dışına düşerek arkaik hal almış olan sistemin bizzat kendisiydi. Yani düzeltilmesi gereken merkezkaç alanlar değil bizzat merkezdi. Ne ki egemen çıkarlar gereği teşhis yanlış olunca, çözüm de, bizzat gelişme dinamiklerini tahrip etmek, kontrol dışına çıkan her gelişmeyi, her itirazı bastırmak olacaktı. Bu durum, “hayatı duran, değişmeyen, değişmemesi gereken bir düzen saymasından kaynaklanıyordu. (Esasen) Ortaçağ düşünüşünün temeli (de) budur. Ona göre varolan düzen (nizamı alem) Tanrı’nın takdir ettiği bir düzendir” (Niyazi Berkes, İkiyüz Yıldır Neden Bocalıyoruz, s.8). Ancak eskiyi geri getirmek de artık mümkün değildi, çünkü eski, yeni dünya koşullarında, Avrupa’nın kazandığı askeri ve ekonomik performans karşısında dikiş tutma yeteneğini kaybetmişti. Batıda yükselen yeni siyasi egemenlik ve ekonomik yayılma koşullarında, değişim ve atılım için gerekli bilinç ve iradeyi gösterememesinin sonucunda Avrupa’daki parasal ve malsal dolaşımın doğrudan etki alanına giriyor, giderek etkisizleşip bağımlılaşıyordu. Artık Avrupa devletleriyle karşılaşmalarında, karşı tarafın teknolojik atılımlarına bağlı olarak yenilgiler alıyor, ama buna rağmen 17., hatta 18. yüzyılda bile saldırmaya devam ediyordu. Çünkü Osmanlı devlet gelirlerinin üçte biri talan gelirlerince karşılanıyor ve bunu meşrulaştırmak üzere devreye “küfür dünyasını” teslim almaya yönelik İslamcı fetih emirleri giriyordu. Bu bağlamda Avrupa ile, ardı arkası kesilmez savaş eksenli ilişki sürdürüyordu. Özetle elindeki çözüm aracı “çekiç” olan ve bunun dışında çözüm düşünemeyen egemen akıl, sorunlara “çivi” muamelesi yapıyordu. Bu süreçte Osmanlıdan mal kaçışı olarak yansıyan Avrupa’nın ekonomik performansı yanında Osmanlının giderek savaş kazanamaz hale gelişi de bütçe açıklarını arttırdıkça arttıracaktı. Gaza akınları parasal katkı yerine yıkım getirmesine karşın Osmanlının çare arayışları hep eskiyi geri getirmeye yönelik önlem ve arayışlarca biçimlenecekti. Ancak bu yaklaşım sorunları çözemeyecekti. Öyle ki IV. Murat’ın, Koçi Bey Risalesi çerçevesinde eski sistemi getirmek amacıyla uyguladığı “kanlı terör rejimi bile para etmedi. Eski sistemi geri getirmek şöyle dursun, ona zıt gelişmeler durmadan sürdü”(N. Berkes, age, s.8). Çünkü sorun, Doğunun ve İslamın koçbaşı Osmanlının, dünyanın değişimine ayak uyduramama sında yatıyordu. Yani sorun değişmekte değil, tersine egemen güç ve ilişkilerin ve onların meşruiyet aracı olan dinsel algının değişememesindeydi. “Ortaçağ Hıristiyan Avrupa’sında olduğu gibi İslam ve Osmanlı ortaçağında da ekonomik zihniyet ‘merdud’ (reddedilen) bir şeydi. Kafalara hakim olan güç din ve gaza düşüncesi idi. Devlet idaresinde güçlü olan din ya da gaza adamları idi; yani ekonomik sınıflar (köylü, işçi, tüccar, esnaf) değildi. Ortaçağ düşünüşünde devleti yöneten kişilerin toplumsal sınıfları temsil eden kimseler olmaması ideal olan bir şeydi. Hem Hıristiyanlık hem İslamlık dünyasında devletin başında Tanrının gölgesi veya vekili bulunur; sınıflarından iğdiş edilmiş sivillerle askerler ve din adamları tarafından ‘esnaf’, yani o zamanki anlayışla toplumsal sınıflar (reaya, zanaat ve ticaret erbabı) yönetilirdi. Bu sınıflar birtakım mertebelenmiş tabakalardı. Her birinin yeri dünya düzeninde belli ve değişmezdi. Değişme daima bozulma alameti idi” (N. Berkes, age, s.9). “Ortaçağ anlayışında devlet idaresi, toplum sınıflarını oldukları yerde tutacak, toplum yapısının değişmesini engelleyecek tedbirler almak demekti. Bu anlayışta toplumun değişmesi ‘bozulma’, anarşi sayılırdı. Eski Osmanlı yazarları değişmeye ‘ihtilal’ derler, bundan kaçınılması için devlet adamlarına nasihatler verirlerdi.” (N. Berkes, age, s.13) 19. yüzyıla gelirken Osmanlı gerilemesinin asli nedeninin ekonomik olduğu, bunu ise mevcut siyasal sistemin sağladığı, dolayısıyla değişimin kaçınılmazlığı yavaş yavaş anlaşılmaya başlanacaktı. Bu bağlamda 19. yy’da reformlarla durumu değiştirmek ve toplumsal enerjiyi harekete geçirmek yönelimlerine girilecekti; ama artık geç kalınmıştı. Geriye getirilemez zamanın, kayıpların, çürümenin kaybettirdikleri nedeniyle değişim (Tanzimat), kaçınılmaz bir şekilde bağımlılaşmayla birlikte gelişecekti. “Eski günlere dönmenin artık olasılığı kalmadığı; tersine devletin hem ekonomik hem de siyaset bakımından çökme ya da dağılma haline geçtiği anlaşıldığı sıralarda zar zor, belli belirsiz yeni bir fikir doğmaya başladı. Avrupa dünyasında yeni bir uygarlığın doğmakta olduğu seziliyor, buna uymak gerektiği, yapılacak reformların buna uyması zorunluluğu kabul ediliyordu” (N. Berkes, age, s.10) Ne ki farkına varmak ile gerekli değişimi gerçekleştirmek aynı anlama gelmiyordu. Eski, yani geleneksel yapı ve ilişkiler ekonomik ve siyasal düzlemde kolay değiştirilemez bir güce sahipti. Onlardan beslenen, onlar sayesinde iktidar edenler, kalkınmak için zorunlu değişimin önünü bizzat tıkıyorlardı. Üstelik yüzyıllardır sürdürülen “gâvur”, “kâfir”, “Frenk” koşullandırmalı küçümseme ve dışlama, Batının önyargısız izlenip anlaşılabilmesi için gerekli olan iç toplumsal desteği de olanaksızlaştırıyordu. Kriz ve yenilgilerde kendisinden sürekli yardım dilenen, dua edilen, koruma istenen Tanrı’dan da bu konuda en küçük bir destek gelmiyordu. Nitekim Ziya Paşa’nın; “Diyarı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm / Dolaştım mülkü İslamı bütün viraneler gördüm” şeklindeki dizelerinde de görüldüğü gibi, “azamet” ve “ihtişam”dan geriye bir şey kalmamıştı. Bu ise dünyaya materyalist bir soğukkanlılıkla bakamayan, İslamcı koşullanmaları aşamayan pek çok aydında travmalar yaratıyordu. Türkİslamcı çevrelerin kendilerine bayrak yaptığı Mehmet Akif Ersoy’un şu dizeleri, işte bu travmanın yansıması olacaktı: Ey bunca zamandır bize te’dip eden Allah Ey âlemi İslamı ezen, inleten Allah, Bizler ki senin va’di ilahine inandık Bizler ki bin üç yüz bu kadar yıl seni andık Bizler ki beşer bir sürü ma’buda (tanrıya) taparken Yıktık o yaman şirki, devirdik ebediyyen Bizler ki birer hamlede evhamı bitirdik Mabedlere ma’budu hakikiyi getirdik Bizler ki senin ismini dünyaya tanıttık Gördükse mükâfatını, Yarab, yeter artık Çektirmediğin hangi elem, hangi ezadır Her anı hayatın bize bir ruzu cezadır (ceza günü) Ecdadımızın kanları seller gibi akmış Maksatları dininle beraber yaşamakmış Evladı da kurban olacakmış bu uğurda Olsun yine lakin bu ışık yoksulu yurda Bir huru nazar yok mu ki baksın bacasından? Bir yıldız ilahi bu ne zulme (karanlık) bu ne zindan ..... umartesi, işi gücü bırakıp televizyonun karşısına geçtim. İstanbul’da da yapılmasına çalışılan, ancak sponsor bulunamadığı için (oysa İstanbul yıl boyunca birbirinden ünlü şöhretleri ağırlıyor ve bunların çoğunun parası sponsor firmalardan çıkıyor) yapılamayan, 5 kıtada ve sekiz kentte eşzamanlı, eş sloganlı “Çağrıya Yanıt Ver!” “Live Earth” konserlerini izleyeceğim. Neyse ki, Garanti Bankası sponsor olmuş, konserler NTV’den kesintisiz yayımlanıyor ve ben kendimi aynı anda aynı sanatçıları izleyen, aynı sloganları haykıran ve dünyayı “daha iyi bir dünya yapmak” için söz veren iki milyar kişiden biri olarak hissediyorum. Konserleri izlerken dünyanın renkleri bir kez daha beni büyülüyor ve konser aralarında gösterilen, altı yaşındaki çocukların bile anlayacağı sadelikte çekilmiş kısa filmler çok hoşuma gidiyor. Çok şey öğreniyorum ve bazı kararlar alıyorum. Örneğin market ve pazarlardaki plastik torba kullanımını önlemek bizim elimizde; hepimiz yeniden annelerimizin keyifle kullandığı birer file edinmeliyiz. Ayrıca markete, bakkala giderken yanımızda kullanılmış bir naylon poşet götürerek en azından bir adet naylon poşet kullanımını engelleyebiliriz. Size çocukça mı gözüküyor, milyonlarca kişinin bunu yaptığını düşünün, rakam çok büyük. Bu kısa filmler bana çok şey öğretmiş anlaşılan, enerji tasarrufu yapan Çin işi ampullerden nefret ediyordum, ama onları kullandığımızda müthiş bir enerji tasarrufu ortaya çıkıyor ve bu daha az petrol demek, daha az ağaç kesimi demek oluyor. Ve dünya böylece daha az ısınıyor. Ben böyle “nasıl daha az yakıt kullanabilirim, nasıl daha az su kullanabilirim” diye kafa yorarken çevremde pek çok kişi de aynı durumda; sebze yıkanan sular daha sonra tuvalete dökülüyor, arabalar sadece siliniyor, elde bulaşık yıkamak yasak, evet bazıları böyle yaparken, hemen yanıbaşımda bir yıkama istasyonunda şakır şakır arabalar yıkanıyor, varoşlarda her evin önünde yeni yıkanmış en az beş halı ve sitelerde hiçbir önlem alınmadan sulanan bahçeler. İnsan gerçekten öfke duyuyor. Benim şimdiden iki vukuatım oldu: Birinde bahçeyi geçtim, sokağı sulayan bir kapıcıya sordum; “Bu su şehir suyu mu?” “Hayır abla” dedi, “kuyudan.” Aynı anda kapıdan apartman sakinlerinden biri çıkıyordu, müdahale etti: “Biz de kuyu yok ki...” Ben, “O zaman lütfen daha az sulama yapın; çiçeklerin, ağaçların altı artık su alamayacak biçimde şişmiş, görmüyor musun” dedim. Vay öyle mi, aynı anda apartman sakini bir cengâver kesildi ve bağırmaya başladı: “Sana ne? Bu suyun parasını biz veriyoruz!” Öbür vukuatım güzel, sakin bir sitede, bahçıvan kardeşle, hava iyice kapalı, belli ki, biraz sonra gürültülü bir yağmur gelecek, ama işgüzar bahçıvan C kardeşimiz eline hortumu almış, çimleri sulamıyor, adeta suya gömüyor: “Yahu” diyorum, “az sonra yağmur yağacak ne diye çimleri suluyorsun, daha sonra yaparsın. Su bitiyor.” Gene aynı yanıt: “Bizim su yandaki dereden geliyor, onun suyu bitmez.” “Biter öyle bir biter ki...” diye üstüne basarak yineliyorum, “Tövbe, tövbe” diyor, “Allah’ın işi bu, kul kısmı anlamaz, bu su bitmez!” Tartışmayı kesiyorum, az sonra şakır şakır yağmur yağıyor. Bunlar küçük vukuatlar, şimdi asıl canımı sıkan konuya gireceğim. Bu ülkede Başbakan da dahil çok fazla Fenerbahçe taraftarı olduğunu biliyorum, Fenerbahçe Kulübü’nün çok parası olduğunu da biliyorum, ama böylesine bir israf ve her şeye sahip çıkma tavrı; doğrusu bu çok fazla oluyor, daha doğrusu pek çok kişiye fazla geliyor. Malumunuz bu yıl Fenerbahçe Kulübü 100. yılını kutluyor. Helal olsun, şampiyon oldular, Kadıköy kilitlendi, şampiyonluk sonrası kutlama yapıldı; gene Kadıköy, Bağdat Caddesi kilitlendi. Bu gösterilerde inanılmayacak kadar çok havai fişek kullanıldı; kimse yaşlıları, çocukları düşünmedi, korkan, deliler gibi sağa sola uçan kuşları saymıyorum. Cadde sadece Fenerbahçelilerin oldu ve o gecelerde yakınlarından biri kalp krizi geçirenler ne yaptı bilmiyorum. Bir arkadaşım hiç üşenmemiş sadece harcanan havai fişek parasıyla neler yapılabileceğini hesaplamış. Bir çocuk yuvası baştan sona mükemmel bir biçimde döşenebilirmiş. Diyebilirsiniz, “Sana ne? Kulübün parası var yapar!” Ben de sizi kolunuzdan tutar, Bağdat Caddesi’ne getiririm ve Fenerbahçe Kulübü’nün bitmek bilmeyen 100. yıl kutlama şenlikleri nedeniyle hafta başı itibarıyla Bağdat Caddesi’nde Şaşkınbakkal’dan Caddebostan’a kadar her yirmi beş metrede bir kurulan ve ancak şeyhlikle idare edilen bir Arap ülkesine yakışacak ışıklı taklarını gösteririm. Bunların ne biçim bir şey olduğunu gözünüzde canlandırmanız için, Akmerkez’in kapı önü ışıklı süslemesine bakınız. Aynı ışıklı süsleme Fenerbahçe Stadyumu’nun önünde de var, ikisini de bir İtalyan firması yapmış; İtalyanların bu denli zevksiz olduğunu düşünmüyorum. Muhtemelen o kadar çok para gördüler ki bizi bir Arap şeyhliğiyle karıştırdılar. Bu süslemelerde kaç ampul yanıyor ve neden bu gösteriş? Dünya “Live Earth” konserleriyle yerinden oynarken, küresel ısınma artık çocukları bile korkutmaya başlarken, bu israf neden? Spor kulüplerimizin çok parası olabilir, ama burası sporcuların kaç para alıp kaç para vergi ödediklerini bilmediğimiz, yoksulluk sınırında yaşayanların yüzde 25’i bulduğu bir ülke, bu paralarla kaç okul, kaç yurt, kaç spor alanı yapılır, hiç düşündünüz mü? Ayrıca düşünüyorum Kadıköy sadece Fenerbahçelilerin mi? [email protected] ANKARA’NIN ÇEŞİTLİ EKONOMİK ÇEKİNCELERİ VAR Gelibolu’ya anıtmezar Deniz BERKTAY KİEV Rus iç savaşı sırasında Kızıl Ordu birlikleri karşısında bozguna uğradıktan sonra İstanbul’daki İtilaf Devletleri kuvvetlerine sığınan ve Gelibolu’ya yerleştirildikten sonra soğuk ve açlıktan ölen Çarlık yanlısı askerlerin anıtmezarları, Gelibolu’da yeniden inşa edilecek. Rusya’dan bir heyetin bu ay içinde Gelibolu’yu ziyaret ederek konuyla ilgili son incelemeleri yapması ve gelecek ay mezarın inşasına başlanması, kasımda ise anıtmezarın açılması bekleniyor. 1917 Ekim Devrimi’nden 6 ay sonra, Kafkasya ve Sibirya’da güç toplayan Çarlık yanlısı General AB’den Kyoto’yu imzalayın baskısı Dış Haberler Servisi Avrupa Komisyonu, çevre müzakere başlığına ilişkin tarama raporunda Türkiye’nin bir an önce Kyoto Protokolü’nü onaylamasını istedi. Küresel ısınma ile savaşım için sera gazı salınımını 2020’ye dek yüzde 20 düşürme hedefini üye ülkeler için zorunlu hale getiren AB, aday ülkelerin de bu hedefe uygun politikalar benimsemesini istiyor. Komisyonun Kyoto’yu çevre başlığı için açılış kriteri olarak öngörmemesine karşın konseydeki görüşmelerde üye ülkelerin müdahale etmesi halinde Kyoto’nun açılış ya da kapanış kriteri haline getirilme riski bulunduğu belirtiliyor. Buna karşın Ankara, Kyoto’yu büyük enerji ve sanayi yatırımlarını tamamlamadan onaylamasının ciddi ekonomik ve toplumsal sorunlara neden olabileceğini savunuyor. Kyoto’nun çevre başlığı için açılış kriteri olmasına karşı çıkan Türk tarafı, bu tür bir kriterin zaten yüklü bir başlık olan çevrede süreci ağırlaştıracağını savunuyor. Komisyonun çevreye ilişkin raporu bugünden itibaren konseyin genişleme grubunda ele alınacak. İstanbul’daki İtilaf Devletleri kuvvetlerince Gelibolu Yarımadası’na yerleştirilen ancak yardım beklerken ölen Beyaz Ordu askerlerinin anısına yapılacak anıtmezarın kasımda açılması planlanıyor. Anton Denikin ve Amiral Aleksandr Kolçak’ın kuvvetlerinin saldırıya geçmesiyle Rus iç savaşı başladı. Denikin ve Kolçak’ın Kızıl Ordu karşısında bozguna uğramalarından sonra, İngiliz ve Fransız işgal güçlerinin desteğindeki General Piyotr Vrangel’in komutasındaki karşıdevrimci Beyaz Ordu 1920’de şansını son kez denedi. Ama bozguna uğradı. Kaçan 150 bin Rus, Gelibolu Yarımadası’na yerleştirildi. Bu göçmenlerden 250’si, Avrupa ve Balkan ülkelerine aktarılmayı beklerken açlık ve salgından öldü. Ölenlerin anısına inşa edilen kilise, 1949 depreminde hasara uğradıktan bir süre sonra kaldırılmıştı. Gelibolu’da geçirilen dönem, Rus diyasporasının benliğinde önemli bir yer tutuyor. Anıtmezarın yapılması, bir taraftan Vladimir Putin yönetiminin devrimden kaçan Rus diyasporası ile ilişkileri kuvvetlendirmesi, diğer taraftan da Lenin dönemini mahkum etme çabası olarak değerlendiriliyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle