Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
14 Ortadoğu’da sinirler gergin H. Miray VURMAY Dünya, insan suretinde vücuda gelseydi şayet, hiç kuşkusuz ki kalbi Ortadoğu olurdu. Yine hiç kuşku yok ki Ortadoğu gibi bir kalbe sahip olan dünya, kronik bir hipertansiyon hastası olurdu. Kalbi Ortadoğu olan bir dünya aynı zamanda her daim gergin ve sinirli olurdu. Hatta kalp kapakçıkları bozuk, damarları tıkanık, kalp romatizması ve hatta kalp yetmezliği de çekerdi. Yani dünya, kalbinden (Ortadoğu’dan) son derece muzdarip bir "insan" olurdu. Bu çizilen insan suretindeki hastalıklı dünya profili her ne kadar bir hayal ürünü olsa da kimi zaman yaşanan olaylar, imkansız olduğunu bile bile insana "acaba" dedirtmiyor da değil hani. Genel anlamda Ortadoğu’da yaşanan olayları düşünün ve dahası olacakları tahmin etmeye çalışın, nasıl bir dünya canlanıyor zihninizde? Cevap oldukça açık ve net tam kalbinden –Ortadoğu’dan başlayarak giderek yükselen tansiyon ve bitmek bilmeyen sinir harpleri… Peki en çok nerede bu sinir harpleri? Kesinlikle Ortadoğu’da; Ortadoğu’nun da ABD Dışişleri Bakanı Condelizza Rice’nın deyimi ile "miadını doldurmuş olan" sınırlarında. Yine ABD tahayyülüne göre söz konusu sınırlar Suriyeİsrail, SuriyeIrak, İranIrak, SuriyeLübnan, TürkiyeSuriye, Türkiyeİran ve son dönemin en hararetli sınırı TürkiyeIrak… Listeyi uzatmak mümkün ancak şimdilik elimizdekilerle yetinelim zira özellikle son üç sınır Türkiye’nin gelecek dönemdeki gündem maddelerini oluşturmaya aday görünüyor. Hatta TürkiyeIrak sınırında kılıçlar çekildi bile. Bu yazı kaleme alındığında 331 kilometrelik TürkiyeIrak sınırında sinir harbi "sınır harbinden" çok önceleri başlamış hatta son raddesine gelmişti bile… devralan oğul Esad ile birlikte ise ilişkiler hiç olmadığı noktalara kadar ulaştı. Söz konusu sürecin son halkası ise yukarıda belirtildiği üzere Beşşar Esad liderliğindeki Suriye heyetinin son derece kritik bir dönemde gerçekleştirdiği hedefinde olan İran’ın Türkiye’ye karşı sergilediği tutumdu. Peki İran neden böylesine çelişkili bir tutum içerisine girmişti? Hatta Suriye’yi de aynı tutum içerisinde olmaya "zorlamıştı"? Bu ne yaman bir çelişkiydi böyle? Evet çelişki oldukça yaman ancak cevap klasik bir güç dengesi sendromundan ibaret olacak kadar basit. İran kesinlikle Irak’ın toprak Hatta kimi Arap basınında Türkiye’nin asıl amacının terör örgütü değil Irak’taki bölgesel Kürt yönetimi ve hatta daha da ileri gidilerek tüm Kürtler olduğu iddia edildi. Sürece ve duruma ilişkin yapılan yorumlar arasında Türkiye’nin asıl amacının "terör tehdidini bahane ederek" Ortadoğu’da "bir güç haline gelmek" olduğunu ileri sürenler de oldu. Hatta ve hatta Lübnan’da yayın yapan El Müstakbel gazetesinde yer alan yorumlarda C strateji 9 KASIM 2007 CUMA Sığınmacı ve göçmenlerin tıbbi sorunları sürüyor Belkıs ÖNAL PİŞMİŞLER BOCHUM Çeşitli nedenlerle oturum hakları ellerinden alınmış veya son derece kısıtlı koşullarda yaşayan sığınmacı ve göçmenlerin, mahrum kaldıkları tıbbi yardımlara yönelik çalışmalar yapan “Sığınmacılara Tıbbi Yardım Derneği” (Medizinische FlüchtlingshilfeMFH), 10’uncu kuruluş yılını Bochum Müzesi salonlarında kutladı. MFH, ağır travmalar ve psikolojik basınçlar altında ülkelerinden ayrılarak belirsizliklerle dolu bir yaşamı göğüslemeye çalışan sığınmacılara yönelik sağlık hizmeti sağlama çalışmalarını içeren bir insan hakları organizasyonu. Yasalardaki ayrımcı ve günlük uygulamalardaki dıştalayıcı düzenlemelere yönelik politik bir tutumu da sergileyen MFH’nın 10’uncu yıl töreninde, Bochum, Essen ve Dortmund gibi kentlerdeki 56 hekim, psikolog, ebe ve tamamlayıcı tıp uzmanlarının çabasının her zaman minnetle anılmaya değer olduğu vurgulandı. Yasa ve belge tanımayan ani diş ağrıları, sığınmacıları hareketsiz bırakan yasaklar, kaçak belgesiz ve güvencesiz bir kadının doğum sancıları ya da kimi kez ölümcül bir hastalığın eşliğinde veya yaşanan travmaların izleri altında Kosova, Gana, Brezilya, Türkiye, İran, Irak, Mali, Beyaz Rusya, Sırbistan, Bosna Hersek gibi dünyanın sorunlu parçalarından kopup gelmiş insanlara yönelik sağlık yardımı çalışmalarına ilişkin değerlendirmeleri de yine iki genç hekim, derneğin kurucularından Georg Eberwein ile Knut Rauchfuss yaptılar. Geçen yıl 74 başvuruya yanıt vermeye çalışan dernekten yardım talep edenler içinde önceki yıllarda Türkiye’den gelenlerin ağırlık taşıdığı, bu sırayı şimdilerde Afrika ve Kosovo’dan gelenlerin aldığı belirtildi. Aynı etkinlik çerçevesinde Köln’de kurulu bulunan “Kein Mensch ist Illegal” (Hiç Kimse Yasadışı Değildir) örgütünün düzenlediği afiş sergisi, Ruhr Üniversitesi ve Bochum Volkshochschule (Halk Eğitim Merkezi) salonlarında izlenime sunulurken, yine BM Mülteciler Komiserliği Temsilciliği’nin MFH ile birlikte uluslararası mülteci kadınların “Her Şeye Karşın Yaşıyorum” konulu sergisi de Engelsburgerstr. Siebold Haus’da 21 Aralık tarihine dek görülebilecek. Öte yandan, “Bin bir güçlükle bıraktıkları ülkelerine geri dönmeye zorlanan, karanlık ve sisler içinde bulundukları mülteci kamplarından alınarak acımasız doktorların sakinleştirici iğne yapmaları, çocukların doğdukları ülkelerden sökülüp alınmaları sürdükçe, bir hoşnutluktan söz edilemeyeceğini” vurgulayan Dr. Eberwein ve Dr. Rauchfuss, her gün düzinelerce insan cesedinin İtalya ve Kanarya adaları sahillerinde görüldüğü sürece, bu insanlık dışı tutuma karşı gösterilecek direnişin her zamankinden daha elzem olduğunu dile getirdiler. İki hekim de, konuşmalarında, gönüllü katkı çağrısında bulundular. Konuşmalarda, uluslararası “Eşitlik İyileştirirCezasızlığa Karşı Mücadele Kampanyası” çerçevesinde dünyanın diktatör ve tiranlarına karşı, zulmün kimsenin yanına kâr kalmayacağı ve özellikle Latin Amerika’da dünyayı asıl zalimlerin barınamayacağı bir yer haline getirme mücadelesinin verildiği de dile getirildi. MFH’nın kutlama törenine, bu düzenlemeye destek veren Stadtwerke Bochum’un yanı sıra, Sol Parti, Yeşiller Partisi gibi örgütlerin temsilci ve eyalet milletvekilleriyle, Bochum Büyükşehir Belediye Başkan Yardımcısı, sığınmacılara yasalara rağmen tedavi uygulayan hekimler ve sığınmacılar da katıldı. İLİŞKLER VE ÇELİŞKİLER Türkiye’nin sınır ötesinden gelen teröre karşı "sınır ötesi harekat" yapmasına yeşil ışık yakan tezkerenin TBMM’den geçtiği günden bu yana tüm dünyadan Türkiye’ye yönelik, değişen derecelerde baskılar yağıyor. Başta Irak’taki komşumuz ABD olmak üzere AB ve neredeyse tüm Ortadoğu ülkeleri Türkiye’ye farklı düzeyler ve biçimlerde baskı uyguluyorlar. Deyim yerindeyse Türkiye topyekün bir "sınır ötesi" baskısı altında. Ne kadar şaşırtıcı öyle değil mi? ABD’nin "teröre karşı savaş doktrini" çerçevesinde işgal edip kontrolü altında aldığı komşusu Irak’ın topraklarından gelen "terör tehdidi" ile karşı karşıya olan Türkiye, ABD ve her ne kadar işlevselliği son derece tartışmalı da olsa, Irak Hükümeti’ne diplomatik ve siyasi anlamda baskı yapması gerekirken aynı baskının hem de misli ile hedefi haline gelmiş durumda. Öyle ya ne de olsa uluslararası ilişkiler Türkiye sınırları içerisine girdiği andan itibaren uluslararası çelişkilere dönüşüveriyor birden bire… Hatta sınırları biraz genişletirsek aynı durumun Ortadoğu için de geçerli olduğunu görmek işten bile değil. Alın size can alıcı bir dolu örnek. ABD’nin ya da genel anlamda Batı’nın, üzerinde kurduğu baskılara karşı Türkiye’yi nefes borusu olarak görüp, geçmişin kötü anılarına bir sünger çekip Türkiye’ye yak(ın)laşma politikasında ısrarcı davranan Suriye, tezkerenin meclis gündemine geldiği ve hatta oylandığı günlerde Devlet Başkanı Beşşar Esad başkanlığında ve neredeyse kabinenin yarısının de içinde olduğu kalabalık bir heyetle Türkiye’deydi. Ne kadar ilginçtir ki bundan sadece 9 yıl önce, bugün Irak ile yaşanılan gergin trafiğin bir benzeri yine aynı özne(ler) nedeni ile Suriye ile yaşanmıştı. Hatırlanacağı üzere dönemin Suriye Devlet başkanı Hafız Esad, belki de o güne değin hiç olmadığı kadar kararlı bir duruş sergileyen Türkiye karşısında, genel kanıya göre konjonkturel nedenlerden dolayı, fazla "direnememiş" ve ciddi bir çatışmanın eşiğinden dönülmüştü. Suriye’nin terörü Türkiye’ye karşı bir dış politika aracı olarak kullanması başta olmak üzere su sorunu ve Hatay meselesi nedeni ile uzun yıllar boyunca karşı saflarda yer alan Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkiler, Şam’ın mecburen de olsa Ankara’ya doğru "beyaz bayrak açtığı" 1998 yılından bu yana giderek yükselen bir seyir izledi. İzlemeye de devam ediyor. Esad yönetimi tarafından yıllarca başkent Şam’da "ağırlanan" terör örgütü liderinin sınır dışı edilmesi ile başlayan süreçte kum saati adeta tersinden akmaya başladı. Hafız Esad’ın ölümünden sonra iktidarı Türkiye ziyareti oldu. Hatta –daha sonra yalanlanmış da olsa Beşşar Esad’ın "Türkiye'nin PKK terör örgütü ile ilgili aldığı tüm kararları destekliyoruz" ifadesini kullanması söz konusu terör örgütünün bir zamanlar en büyük destekçisi olan bir ülkenin Devlet Başkanı’nın ağzından duymak son derece ilginç bir deneyim oldu. Türkiye bu "ilginç deneyimin" şokunu henüz atlatamamıştı ki Beşşar Esad ve heyeti Suriye’ye döner dönmez Suriye Enformasyon Bakanı’ndan "Devlet Başkanı’nın sözlerinin yanlış tercüme nedeni ile yanlış aksettirildiği" açıklaması geldi. Esad, aslında Türkiye’nin diplomatik yolları denemesinin arkasındayız demek istemiş ama işte yanlış tercüme nedeni ile yanlışlık olmuş… Suriye’den gelen bu "u dönüşü"nden sonra Irak’ın toprak bütünlüğü konusunda Türkiye ile ortak paydada buluşan; kendisi de aynı terör örgütünün yerel versiyonu ile şiddetli bir mücadelenin içerisinde olan ve hatta zaman zaman terör örgütüne karşı Türkiye ile "ortak operasyon" söyleminin bile yüksek sesle dillendirildiği İran’dan da Türkiye’nin "sınır ötesi harekata" ilişkin olumsuz sinyaller geldi. Hatta İran basını Türkiye’de söylediği sözler nedeni ile Beşşar Esad’ı acımasız bir şekilde eleştirdi. Zira aynı dozdaki eleştiriler neredeyse tüm Ortadoğu basınından ve daha da önemlisi yönetimlerinden gelince Suriye’den "tercüme hatası" açıklaması zaman kaybedilmeden geldi. İşte bu noktada da Ortadoğu’nun iflah olmaz çelişkilerinden birinin daha Türkiye’nin yakasına yapışmış olduğu açıkça gözler önüne serildi. Ancak yanlış anlaşılmasın, buradaki asıl çelişki Suriye’nin "u dönüşü" değildi. Hatta bu tutum bölgeyi, Suriye’yi yakından takip edenleri hiç de şaşırtmadı. Bu noktadaki asıl çelişki Irak’ın toprak bütünlüğünü en az Türkiye kadar ciddi bir şekilde savunan, Irak’ın kuzeyinde kurulması muhtemel bir Kürt devletinden yine en az Türkiye kadar rahatsız olan, yine Türkiye gibi aynı kaynaktan beslenen bölücü terörün bütünlüğünü istiyordu, yine aynı kesinlikle kuzeyde kurulacak olan Kürt devletine karşı çıkıyordu ama aynı kesinlikle de Türkiye’nin sınır ötesi harekat ile Irak’ta söz sahibi olma olasılığından daha açık bir ifade ile Türkiye’nin Irak’ta İran’ın karşısına çıkacak yeni bir güç unsuru olmasından da ölesiye rahatsızlık duyuyordu. İşte bu güç dengesi sendromu nedeni ile İran Türkiye’nin sınır ötesi harekatına kesin bir dille karşı çıktı. ORTADOĞU’NUN AÇMAZLARI Türkiye’nin karşı karşıya olduğu çelişkiler İran ve Suriye ile sınırlı kalmadı. Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan gibi Irak’ın diğer komşuları ve Lübnan, Ürdün, Mısır gibi Ortadoğu’nun diğer "hatırı sayılır" ülkeleri de tezkereye karşı muhalif tavırlar sergilediler. Özellikle Lübnan, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin yazılı basın organlarında Türkiye’nin sınır ötesi harekâtına ilişkin oldukça sert eleştiriler içeren makaleler yer aldı. (Bknz. Çeviri, Abdul Rahman EL Raşid, "Neden Türklere Karşı Koymalıyız?" El Şark’ul Esvat.) Ancak, Türkiye’yi eleştiren ve olası harekatı sert bir dille reddeden Arap ülkelerinin çoğunun hatta neredeyse hepsinin ABD ile siyasi ve ekonomik anlamda dirsek teması içerisinde oldukları hatta birçoğunun ABD ile özellikle Irak politikaları bağlamında sırt sırta verdikleri göz önünde bulundurulduğunda takınılan bu muhalif tavır hiç de şaşırtıcı gelmedi. Buradaki çelişki söylemlerin birbirini tutmamasından kaynaklandı. Irak’ın toprak bütünlüğünü savunduklarını ileri süren, bu bağlamda Irak’ta kendini gösteren mezhep çatışmalarından ve Kürtlerin kuzeydeki bağımsızlık çabalarından rahatsızlık duyduklarını dile getiren Arap ülkelerinin, Irak sanki bir istikrar timsaliymişçesine "Türkiye’nin müdahalesi Irak’ta istikrarsızlığa neden olur" şeklinde ortak bir söylemde bulunmaları Arap dünyasının yeni bir açmazın tam ortasında olduğunu gösterdi. olduğu üzere, Türkiye’nin amacının aynı bahaneyi kullanarak Irak’ın kuzeyindeki petrol yatakları olduğu bile iddia edildi. Arap basınındaki bu "panik havasının" ardında ise hiç kuşku yok bilinç altındaki "Osmanlı’nın hayaleti Ortadoğu’ya geri mi dönüyor" sorusu daha doğrusu korkusu vardı. Pek dilendirilmese de bölgenin sosyolojisine ve düşünsel yapısına hakim olanlar çok iyi bilirler ki, "Osmanlı Hayaleti" meselesi Türkiye her ne kadar bu sıfattan uzak dursa da, her daim kesinlikle böyle bir hevesi olmadığını ısrarla belirtse de karşı taraf hiç de böyle düşünmüyor… Görüldüğü üzere Türkiye’nin teröre karşı verdiği mücadeleye dünyanın birçok yerinden olduğu gibi, konuyla direk olarak bağlantısı olan Ortadoğu ülkelerinden de destek gelmiyor. Her birinin kendi açısından farklı hesapları olduğu su götürmez bir gerçek. Kimi "Irak’ta istikrarın bozulmasından (!) kimi de Türkiye’nin hedefinin terör örgütü değil tüm Kürtler olduğundan, kimi de Türkiye’nin Irak petrollerini ele geçirmesinden endişe ediyor kimi ise Türkiye’nin Osmanlı’nın hayaleti siluetinde bölgeye "egemen" olmaya çalışmasından rahatsızlık duyuyor. Ama asıl korkunun asıl endişenin Türkiye’nin sınır ötesi harekat ile Ortadoğu’daki mevcut güçler dengesini derinden sarsacak olması olduğu açıkça görülüyor. Sizler bu satırları okuduğunuz sıralarda harekete geçilmiş, harekat başlamış olur mu bilinmez ancak malum, Başbakan Erdoğan, Irak’ın egemen gücü ve Ortadoğu’nun kontrolörü olan ABD’de olacak. Washington’da neler konuşulacak, görüşmeden hangi kararlar, nasıl sonuçlar çıkacak şimdiden kestirmek güç ancak tarihin kristal küresi Türkiye’nin son derece hassas ve kritik bir döneme girdiğini açık ve net bir şekilde gösteriyor. Ortadoğu’da düşmek bilmeyen tansiyonun ve bölge ülkelerinin içerisinde bulunduğu kronik açmazların bu dönemi daha da ağırlaştıracağını görmek için kristal küreye gerek bile yok… Neden Türklere karşı durmalıyız? Abdul Rahman El Raşid El Şark’ul Esvat "Kürt asilerin" uyguladıkları yöntemler Irak’taki ve Ortadoğu’daki vahşi silahlı gruplarınkinden farklı olmadığı günden beri, Kürtlerin Türk Devleti’ne karşı silahlı eylemlerde bulunma haklarını savunmayı reddediyorum. Türkiye’nin kendi topraklarında terörizmle savaşması Türklerin hakkı; bu tartışılmaz bir olgu. Bununla beraber, son derece ciddi bir durum ile karşı karşıyayız. Yaşanan gelişmeler gösteriyor ki Türkiye her halükarda söz konusu militan Kürt grupları takip etme bahanesi altında Irak’taki Kürt federasyonunu yok etmeyi amaçlıyor. Irak’taki Kürt bölgesi, 1991’de Kuveyt’i özgürleştiren savaştan sonra otonom hale geldiğinden yani Irak’tan ayrıldığından beri Türkiye tarafından kabul görmüyor. Bu bağlamda sorulacak en yerinde soru şu: Arap dünyası olarak Irak içinde ve dışında tartışmalara neden olan Irak Kürdistan’ının kurtuluşu ile ilgilenecek miyiz? Biliyoruz ki Irak’taki Kürt modelinin yok edilmesi, herkesin Irak’ın bütünlüğünü muhafaza etmenin önemini tekrarladığı bir dönemde, Irak’taki siyasi ayaklanmaların ülkenin geri kalanına yayılmasına yol açacaktır. Kürdistan’ın yıkılması, Irak’ta göreli olarak istikrar içerisinde yaşayan tek bölgenin ve binlerce Iraklının ülkenin geri kalanını kirleten şiddetten kaçtığı tek sığınağın yıkılması anlamına gelecektir. Şimdi ise doğru denklemin, tam olarak, düzgün bir şekilde anlaşılmasının tam zamandır. Bizim, Kürtlerden bazı taleplerimiz var. Arap dünyası Kürtlerden Irak içerisinde kalmalarını ve Kürt bölgesinin bağımsızlığın eşiğinde olması gerçeğine rağmen Irak’tan ayrılmamalarını istiyor. Ayıca Irak bayrağını dalgalandırmalarını ve petrol gelirlerini Bağdat’a bırakmalarını istiyor. Silahlı peşmerge güçlerinin Bağdat’taki kurumların korunması görevine katılmalarını da talep ediyor. Dahası Kürtlerden devletin ve devlet kurumlarının karalarına saygılı olmalarını ve bağlı kalmalarını istiyoruz. Şimdi biz Araplar, Kürdistan’ın sorumluluklarını ortaya koyup sıraladığımız gibi Kürtlerin bir takım haklara sahip olduğunu da kanıtlamalıyız. Kürtler, Türk tanklarının üzerlerinden geçmesini önlemek için kendi yanlarında Türklere karşı durmamızı hak ediyorlar. Bizler ayrıca Irak ve Amerikan hükümetlerine, Bağdat’ı teröristlere karşı savundukları gibi Kürdistan’ı da savunmaları için baskı yapmalıyız. Pratik olarak konuşursak Türkiye’nin Kürt bölgesini yok etme kararı SünnilerŞiiler, komşu devletler ve uluslararası güçler arasındaki bitmek bilmeyen savaşa bulaşmış Irak için son darbe olacaktır. Irak Kürdistan’ı ülkedeki tek başarılı modeli ve yegane istikrarı temsil ediyor. Ayrıca Kürdistan örneğinden hareketle tüm Irak’ın da birliği ve istikrarı başarabileceği ümit ediliyor. Eğer Türklerin Kürdistan’ı ezmesine izin verilirse bu, İran’ın aynı şeyi bir savaş alanı olması yakın olan Güney Irak’a girmesi için yeşil ışık yakacaktır. Bu durum ise tüm komşu ve bölge ülkelerinin bütünlüğünü korumak için uğraş verdiği Irak’ın sonunu getirecektir…