Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
22 3 EKİM YAKLAŞIYOR Filippos Savvidis C S T A Ali KÜLEBİ TRATEJİ ürkiye çevresel gelişmelere hazırlanmalı To VimaYunanistan luslararası ilişkiler temel bir aksiyona göre düzenlenir: Bir devletin hedeflerine ulaşabilmeyi başarması için zamanı iyi deU ğerlendirmesi ve özellikle de tekrarlanması zor olan bazı koşullardan en iyi şekilde yararlanması gerekir. Helsinki politikası zamandan ve Avrupa düzeyindeki koşullardan faal bir şekilde yararlanma temeli üzerinde kurulduğu için başarılı oldu. Helsinki’den vazgeçmekle Yunanistan ve Kıbrıs tarafı zaman ve koşullar avantajını kaybetti. Böylece, Avrupa’da biçimlenmekte olan yeni veriler, AvrupaTürkiye cephesinde ve Kıbrıs topraklarında durumu karıştırıyor ve askıda tutulmakta olan “ulusal konular”ın çözümlenmesine ciddi engeller koyuyor. Başka bir ifadeyle, çözümlerin “zaman içinde” elde edileceği mantığı çerçevesindeki “hareketsizlik” ve “geciktirme” politikası tamamıyla çıkmaza sokuyor. AB üyesi bazı ortaklar, Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasına tepki gösteriyor, ancak bu ülkeyle özel ve imtiyazlı bir ilişki amaçlıyor. Türkiye ile yakın olmak istiyorlar. Bu bağlamda, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Ankara tarafından tanınmaması nedeniyle Avrupalılar arasında bir “çatlak” veya “Türk aleyhtarı” bir cephe oluştuğu şeklindeki değerlendirme yanlıştır. Kıbrıs konusunun (ve de TürkYunan konularının) sadece “çıplaklığı örten incir yaprağı” olarak, hem de geçici bir süre için kullanılabileceğini herkes biliyor. Çünkü, Avrupa’daki Türk kaygısının, askıda tutulmakta olan bu konulardan çok daha önemli nedenleri var. Özellikle, Kıbrıs konusu Avrupalılar için bir “tüketim” konusudur. Lefkoşa ile Atina’nın (2004 yılı Aralık ayında olduğu gibi) önümüzdeki haftalarda yine Kıbrıs ve Yunan çıkarları için rezalet sayılacak bir karar yönünde sürüklenmesi tehlikesi var. Atina ve Lefkoşa’nın amacı, 3 Ekim’de ABTürkiye üyelik müzakerelerinin başlaması olmalı. Çünkü, sadece bu prosedürle Ankara, Avrupa arabasına sıkı sıkı bağlanacak. Sonuç olarak da Yunanistan ile Kıbrıs faal bir politika uygulayarak, “ulusal konuları” hassas bir çözüme yöneltebilirler. Atina ile Lefkoşa’nın önünde, 3 Ekim arifesinde, iki temel seçenek bulunuyor: 1. Bu dönemdeki koşullardan yararlanmak: a)Kıbrıs sorununun iki kesimli, iki toplumlu federasyon temelinde ve yeniden gözden geçirilmiş Annan planı mantığı çerçevesinde kapsamlı bir şekilde çözümlenmesine yönelik müzakerelerin yeniden başlaması için ön şartların oluşturulması gerekir. Cumhurbaşkanı Papadopulos’un bu yönde hareket ederek ve AB ile BM’nin çağrısına olumlu cevap vererek, Annan planının düşünce çerçevesini ve dengeleri bozmadan, Kıbrıs Rum tarafının istediği değişiklikler listesini sunmalı. Buna paralel olarak, Kıbrıs Rum tarafı, ilgili iki taraf arasında bir anlaşmanın elde edilebilmesi için net bir zaman çizelgesi sunarak, Türk ve Kıbrıs Türk tarafını sorumluluklarıyla yüz yüze getirmeli. b) Ege kıta sahanlığına bağlı bütün konular üzerinde nihai bir düzenlemenin başarılması için Atina, Helsinki tipi yeni bir zaman çizelgesi hakkında belirli bir öneride bulunmalı. 2. “Hareketsizlik” ve “geciktirme” politikasını sürdürerek, “ulusal konular”ın çözümlenme yoluna girmesi için koşulların oluşturduğu fırsatlardan yararlanmamak: Bir yandan, Lefkoşa, bu politikayla Kıbrıslı Türkleri Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bünyesine katmaya çalıştığı belirtileri veriyor. Başka bir ifadeyle, açıklamalarına rağmen, aslında iki kesimli iki toplumlu federasyon mantığından vazgeçiyor ve gelecekte Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yapısına dahil olmaktan başka bir seçenekleri olmayacağını umuyor. Öte yandan, Atina, Türk Yunan sorunlarının şimdi çözümlenmesini amaçlarsa, bunun siyasi maliyetinin büyük olacağına inanıyor. Bu bağlamda, Atina, Türkiye Avrupa “mengenesi”nde sıkışırsa, bu sorunların kendisi için daha olumlu şartlar altında çözümlenebileceğine inanıyor. Belirtilere göre, Atina ile Lefkoşa, bu iki seçenekten ikincisini benimsemiş bulunuyor. Böylece, ikisi de, konuların en önemlisi olan kapsamlı çözümler yönünde dikkatlerini toplayacaklarına, ikinci derece önemi haiz konular için siyasi sermaye harcıyorlar. Başka bir ifadeyle, Lefkoşa, Ankara’nın Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımadığı hakkındaki deklarasyonun geri alınmasını, (bu, Kıbrıs sorununun siyasi çözümü başarılmazsa hemen hemen imkansızdır) ve ABTürkiye müzakereleri çerçevesi nihai metnine KıbrısTürkiye ilişkilerinin “düzene sokulması” ile ilgili genel bir ifadenin dahil edilmesini istiyor, Atina ise, belirli bir zaman çizelgesi olmadan, Ege’ye ilişkin konular için AB’nin, tezlerini tekrarlamasını istiyor. Bu seçenek, Kıbrıs ile TürkYunan konuları için herhangi bir hareketlenmenin kaydedilmesi olasılıklarının pek az oldukları düşüncesine yol açıyor. Tam aksine, sorunun adanın taksimiyle çözümlenmemesi için mevcut bir fırsat kapısının kapanması ve TürkYunan cephesinde sorunların sonsuzluğa kadar çözümsüz kalması tehlikesi var. Stratejik öncelikler BD’nin İran ve Suriye’ye olası bir müdahalesi için Rusya’nın bile şimdiden stratejiler hazırladığı görülürken Türkiye’nin yanı başındaki iki ülkeyle ilgili olarak bilinen bir hazırlığı bulunmuyor. Bu tür bir müdahale durumunda Irak’taki Kürt oluşumunun Suriye ve İran’a yayılma ihtimali de bulunuyor. Türkiye’de Çin ve Rusya’da olduğu gibi Stratejik Kuvvetler Komutanlığı kurulması gerekiyor. lar dairesi olan Office of Net Assessment’ın (ONA) başındaki Andrew Marshall’ın (halen de bu kısmın başında olan Marshall şahinlerin en etkinlerindendir) bunu daha 1980’lerin başında çok gerçekçi bir şekilde tespit etmiş olması, ancak konunun gizli tutularak, Amerikan silah sanayisini beslemek amacıyla "Sovyet Ayısı"nın gücünün abartılarak takdim edilmesi önemlidir. Bu şekilde bir takdimle, NATO içindeki müttefiklerin Varşova Paktı’ndan korkarak, ABD’nin her istediğini kabul etmelerini sağlamak gibi bir amaç da güdülmüş olabilir. Sovyet ordusunun konvansiyonel gücünüm zafiyetleri, 1990’lar sonrası Varşova Paktı ülkelerindeki Rus silahlı kuvvetler tesislerini gezen Türk ve yabancı yetkililer tarafından da hayretle tespit edilmiştir. 90’lı yılların başında Türkiye’nin, Karabağ’ın Ermenistan tarafından işgaline karşı tavır koyamaması, Azerbaycan ordusuna destek verememiş ve NahçıvanAzerbaycan koridorunun bu fırsatta ele geçirilememiş olması, stratejik hazırlıklarımızın yetersizliğine bir örnektir. Yine bu bağlamda, Sovyet parçalanmasına hazırlıksız bir şekilde yakalanmamız; askeri, ekonomik, siyasi ve kültürel refleksleri gereğince göstermememiz ve gösterdiklerimizde devamlılık sağlayamamış olmamız çok önemli zafiyetlerdir. Diğer hazırlıksızlık örnekleri 964’te Kıbrıs’ta Rumların başlattıkları katliamlara, askeri müdahale açısından hazır1 lıksız yakalanmış olmamız, elimizde çıkarma gemilerinin ve deniz piyade gücünün olmaması, eksiklik ve hazırlıksızlıklarımızın acı örnekleridir. Ama 1967’de de bu konuda tam bir hazırlığa erişememiş olmamız, 1974’te bile özellikle muharebe sistemlerimizi ve karahavadeniz müşterek harekat yeteneklerimizi geliştirememiş olmamız durumu daha da düşündürücü hale getirmiştir. NATO sistemlerine ve savunma konseptine fazla bağlı kalarak NATO dışı güçlerimizi araç, gereç ve taarruza dönük harekat alanında tam olarak geliştirememiş olmamız zafiyet olarak nitelendirilmelidir. Kıbrıs’a müdahalede siyasi planlamanın eksikliği ve adanın tamamının ele geçirilmesine neden yeşil ışık yakılmadığı da önemlidir. ABD’nin o günlerde Yunan cuntasına karşı tavır koymuş olmasından, Yunanistan’daki siyasi çalkantılardan, seferberlik konusundaki fiyaskolarından, askeri uyuşmazlıklarından ve Yunan halkının genelinin sisteme karşı olmasından niye yararlanmadığımız ve elimize daha büyük bir koz geçirememiş olduğumuz da sorgulanmalıdır. Bosna katliamı ve ikinci Irak savaşı ize her fırsatta insan hakları dersleri verme küstahlığında bulunan sözde uygar B Avrupa ülkelerinin sınırlarından birkaç yüz kilometre uzakta cereyan etmiş olan soykırıma, 260.000 Müslüman Bosnalının katledilmesine, göz yummalarına yeterli tavır koymamamız da bir eksikliktir. Bir kısmı Türk asıllı ve Osmanlı’nın egemenliğinde Müslümanlığı seçmiş olan bu tarihi, kültürel ve dini mirasımızı yalnız bırakmış olmamız, Avrupalılara bir şekilde ders vermemiş olmamız bu tür konularda da hazırlıksız olduğumuzu gösterir. O günlerde deniz piyade güçlerimiz tümen seviyesinde olsaydı ve bunları, Bosna’nın denize açılan iki dar TUSAM Ulusal Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi Başkanvekili [email protected] eçmişte bütün planlarını muhtemel bir Sovyet saldırısına karşı NATO savunma anlayışına göre hazırlayan Türkiye, 1990’lara kadar kendini doğrudan ilgilendiren durum ve fırsatları bu çerçevenin getirdiği kısıtlamalar sebebiyle değerlendiremeyip çevresindeki ilgi ve yaşam alanı olarak nitelendirebilecek yerlere yeterli ilgi göstermemiş, gerektiği durumlarda da müdahale edememiştir. Bunda askeri açıdan hazırlıksızlığın yanı sıra siyasi tereddütler ve özellikle Sovyet tehdidi ve bununla ilgili dünya dengeleri de rol oynamıştı. Aynı zamanda çevremizdeki ülkelere ait istihbarat değerlendirmelerinin de yetersizliği ve hatta yanlışlıkları da söz konusu durumu etkilemiştir. Stratejik planların doğru istihbarata dayandırılması ön şarttır. Özellikle 1990 öncesi ve sonrası Suriye ve Irak silahlı kuvvetlerinin gücünün kağıt üzerinde abartılarak ele alınması, ellerindeki binlerce tankın, zırhlı muharebe aracının ve topun, yüzlerce uçağın gereğinden çok önemsenmesi, bu ülkelerin ordularının eğitim düzeyi, savaş hazırlıkları ve motivasyonlarının gerçekçi şekilde ele alınmamış olması da birçok durumda pasif davranmamıza yol açmıştır. Bu bağlamda, Birinci Körfez Savaşı’nda Irak ordusunun gücünün abartılı bir şekilde ele alınmış olduğunu da hatırlatmakta yarar var. Savaş öncesinde, ABD’nin, Türkiye’ye kuzeyden Irak’a girmesi için yeşil ışık yaktığı ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın "Ama girersek çıkamayız" yanıtına karşı Baba Bush’un "Biz de sizden bunu istiyoruz" dediği kulislerde konuşulmaktadır. Ama anlaşılan o günlerdeki stratejik, taktik ve istihbarata dönük hazırlık eksikliği bunu engellemiştir. O günlerde böyle bir girişime belli ölçülerde hazırlıklı olmuş olsaydık, bugün Irak’ın kuzeyindeki siyasi oluşum herhalde hiç gerçekleşmemiş olacaktı, hakkımız olan Musul petrollerinden bize düşeni alacak, Türkmenlerin kalıcı ve haklarını koruyan bir yönetim gerçekleştirmelerini sağlayacaktık. Yine PKK’nın Suriye ve Irak’ta 1990’ların sonuna kadar üslenmesini engelleyecek, birçok şehit vermeyecek, teröre karşı milyonlarca Dolar masraf da yapmayacaktık. G Sovyet silah gücünün abartılmış olması ine aynı şekilde, 1990 sonrası ileri sürülen tezlerden biri de, Sovyetler Birliği orY dusunun konvansiyonel yönden zafiyetlerinin gizliliğidir. Pentagon’un özel stratejik araştırma ?