Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
22 tur. 19. yy.dan itibaren Avrupa’da iki ulus anlayışı belirmiştir. Bunlar kontrata ve kolektif ruha dayalı ulus anlayışlarıdır. Bu iki tarz, yazarlara göre “medenî ve etnik, politik ve kültürel, devrimci ve kabileci, liberal ve bütünsel, rasyonelişbirlikçi ve organikmistik gibi sıfat çiftleriyle de ifade edilmektedir. Kabaca belirtilirse, kontrata dayalı ulus, yasa önünde eşit vatandaşların iradî katılımıyla serbestçe oluşan ulustur; kolektif ruha dayalı ulus ise, daha cemaatçi ve etnik bir ulus anlayışını temel alır. Fransa’da aydınlanma felsefesinin devrimci söyleminde ifadesini bulan ilk anlayış, ulusu yurttaşlar topluluğu olarak tanımlar; Almanya’da Herder'in Volkgeist kavramına dayanan ve romantik felsefede ifadesini bulan ikinci anlayış ise ulusu, aralarında kan bağıyla bağlı insanların oluşturduğu bir etnik topluluk, aynı bir kültür grubuna mensup kişilerin topluluğu olarak tanımlar. Birinci anlayış Fransız cumhuriyetçilerinin ve Amerikan liberallerinin anlayışı iken; ikincisi 1990’ların ortalarına kadar Almanların ve ayrıca dünyanın pek çok bölgesinde ayrılıkçı hareketlerin anlayışı olmuştur. Fransa ve Almanya'nın uluslaşma sürecinde öne çıkardığı kavramlardaki ayrımlar nelerdir? ransız modelinde ulus, doğal bir veri gibi düşünülmez. Ulus, bir soy, boy veya renk topluluğu değildir. Köklere, cemaatlere dayanmaz. Burada halk, kendini, bir ulus halinde inşa eder, oluşturur. Kök veya cemaatlere karşı değildir; ama cemaatçiliğe karşıdır. Hiç kimse, bir aidiyet zorunluluğuna tabi değildir ve hiç bir cemaat, kendi dünya görüşü adına hüküm süremez. Farklılıkları aynı yasalar altında birleştirmeye, entegrasyona çalışır. İnsanın kendini bir yurttaş olarak düşünmesini öngörür. Bu anlamda hiç kimse, ulusun doğal üyesi değildir; ama herkes üye haline gelebilir. Romantiklerin anlayışında ‘Alman zaten Alman olandır; başkası Alman olamaz’. Burada halk, kendini doğal olarak ulus sayar; aynı bir halk olarak kendi kendinedir; bir başkası bulunamaz. Dolayısıyla farklılıkların bir bütün içinde ve karşılıklı bağımlılık halinde varlığını ifade eden entegrasyon fikri dışlanır; zira farklı olan kendini bir başkası olarak sunarsa, ya dışlanır, ya da benzer kılınarak yutulur, asimile edilir. Irk, kan, dinsel veya etnik aidiyet terimleriyle düşünüldüğünde hedef, dışarıda genişleme, içerde tek biçimlileşmedir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda neden Fransa'nın seçtiği ulus kavramı örnek kabul edildi? Türkiye Cumhuriyeti’nin, bir imparatorluğun yıkıntıları üzerinde büyük mücadeleler sonrasında nasıl kurulduğunu biliyoruz. Anadolu toprakları üzerinde yaşayan çok çeşitli etnik ve dinsel aidiyetleri olan insanlardan bir ulus oluşturma projesi, ancak ve ancak bu modelle mümkün olabilirdi. Üstelik çağın ruhuna da uygundu. Modern ulus C S ların pek çoğu, doğal bir topluluğun dışavurumu olmamıştır. Örneğin İtalyan ve Fransız ulusları da bu yolla inşa edilmişti. İtalyanlık veya Fransızlık zaten mevcut olan kategoriler değildi. Cumhuriyetin modeli, açık bir modeldir. Bu aslında birlikte yaşama konusunda yüzyıllardır insanlığın keşfettiği ve izlediği bir yola da benzerdi. Şöyle ki Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi büyük dinler, kabileler, kavimler, ırklar üstü nitelikte gelişmiş ve ‘dindaşlığı soydaşlığa üstün saymıştır’. ‘Yurttaşlığı soydaşlığa üstün’ tutan ’ Cumhuriyetin ulus anlayışı bunun seküler versiyonudur. Cumhuriyet, dıştan katılıma kapalı olan etnik ya da cemaatçi bir ulus anlayışını temel alamazdı. Birey ve yurttaşı geliştirmek isteyen demokratik bir toplum, ancak bu şekilde gerçekleştirilebilir. Husserl’in bir sözü var; ‘özü itibariyle halkların zoolojisi yoktur’ diye. Hiçbir cemaat, hiçbir kabilemsi topluluk bireyi bütünüyle tüketemez. Oysa biz insanları ait oldukları türler, ırklar üzerinden tanımladığımızda, bir yandan kolektif kimlikleri oturturken öte yandan bireylik yitimine (deindividuation) yol açarız. Cemaatiyle tanımlanan insanlar, cemaatlerinin önyargıları ve stereotipleriyle konuşurlar. Üstelik kentleşme, yer değiştirme ve dışa açılma yönünde sosyal hareketlilik artıkça, sosyal gruplar arasında karışma, birbiri içine geçme ve bir tür melezleşme olgusu da artmaktadır. Bu ülkede yüzyıllardan beri, farklı etnik kökenden olmakla birlikte birbiriyle evlenen, yaşam tarzları giderek birbirine daha çok benzeyen, aynı gündelik sorunlarla boğuşan, aynı mezarlıklara defnedilen, yani bir bakıma kültürlerarası bir durumda yaşayan insan sayısı küçümsenemeyecek oranlardadır. İlke olarak bu tür insanlar, saflık yerine melezliğe, ayırma veya dışlama yerine bütünleşmeye, daralmak yerine genişlemeye izin veren, kamusal anonimliği benimseyen ortamlarda daha rahat edebilirler. Türkiye'de "Türk" kavramı neden siyasal bütünlüğü içerir? umhuriyetin kuruluş sürecinde ‘Türklük’ veya ‘Türk’ün tanımı, az önce değindiğim ulus anlayışıyla tu TRATEJİ da bunu dile getirmek söz konusu olabilir. Yabancı ülkelerde ayrıca köken belirtmek gerektiğinde de şu veya bu asıllı / kökenli Türküm demenin de bir sakıncası yoktur. 1960’lı, hatta 70’li yıllarda bu böyle değil miydi? Burada, kimliklerin sosyal görünürlüğünü azaltmak ve fazla ‘kimlikçi’ olmamak gerektiğini vurgulamak istiyorum. Tıpkı laiklikte olduğu gibi, yurttaşlık planında da kamusal alan, kimlikler açısından renksiz olmalıdır. Kimliklerin olanca ağırlığıyla damgasını vurduğu bir kamusal alan, cemaatçi (komünotarist) bir yapıya dönüşür. Altüst kimlik ayrımına neden bugün özellikle vurgu yapılır oldu? er şeyden önce, kültürel kimlik arayışları ve giderek bir kimlik siyaseti gütme yönündeki gelişmelerin son çeyrek yüzyılın önemli bir özelliği olduğunu belirtmek gerekir. Tüm dünyada kimlik arayışları bir yükselme dönemi yaşadı. Bununla ilgili olarak dünya ölçeğinde küreselleşmenin büyük boyutlara ulaşması, geleneksel toplum yapılarının dağılması, komünist bloğun çözülüşü, ‘sosyal sınıf’ kavramının kenara itilmesi, büyük uluslar arası şirketler ile ulusdevletler arası gerilimin artması gibi çeşitli nedenler sayılıyor. Öte yandan başta büyük devletler olmak üzere, herkes kendi evlerinde birlik ve bütünlüğü korumaya çalışırken başkalarının evindeki farkçı akımları teşvik ediyor, destekliyor. Medyatik kimlik söylemleri ise, bu durumu yansıttıkları kadar da meydana getiriyor. Toplumlar bir tür sosyal entropiye maruz kalıyor. Bu bağlamda ülkemiz de ayrılıkçı kimlik siyasetinin acı sonuçlarını yaşıyor. Alt ve üst kimliklere gelince, işin aslında, ulusdevletlerde kimlikler çoğu kez birbiriyle iç içe geçmiş halde bulunur. Altkimliklerin bir üstkimlik altında toplanmasında sorun yok. Sorun bunlar arasındaki ilişkileri nasıl anladığımızda. Bu kavramlar 15 yıl kadar önce sorun olmuyordu. Şimdi sorun olmaları, kullanan kişilere, bağlamlara, neye karşılık cevap olarak kullanıldığına ve bunlardan ne anlaşıldığına bağlı. Bu konuda kamusal alanda söz alanların, sözlerinin ağırlığını hissederek konuşmaları gerek. Nihayet alt kimliklerin siyasetin kolektif öznesi gibi değil, etnolojik anlamda, bir kültür alanı olarak anlaşılması önemli. Cumhuriyetçi anlayış, tüm etnik grupların veya cemaatlerin sivil toplum alanında kendi varlığını sürdürmesini, ancak siyasal düzen söz konusu olduğunda, bu kültürle arasına mesafe koyarak, ‘ulusal kimlik’te birleşmesini öngörmektedir. Bu da, sanılanın aksine, tıpkı laiklikte olduğu gibi farklılıkları korumanın ve birlikte yaşatmanın en mümkün ve etkili yollarından biridir. İlke olarak bir Cumhuriyette etnik kimliklerden biri diğerinin veya ulusal kimliğin ötekisi olamaz; ulusal kimlik de herhangi bir etnik kimliğin ötekisine olamaz. Herhangi bir kişi, aidiyeti dolayısıyla bir imtiyaz edinemez; mağdur da edilemez. Bunların aksi varitse, üstüne gidilmesi gerekir. Bu, Türkiye Cumhuriyeti için de söz konusudur. “Ulus, bir soy, boy veya renk topluluğu değildir. Köklere, cemaatlere dayanmaz. Burada halk, kendini, bir ulus halinde inşa eder, oluşturur. Kök veya cemaatlere karşı değildir; ama cemaatçiliğe karşıdır. Hiç kimse, bir aidiyet zorunluluğuna tabi değildir ve hiç bir cemaat, kendi dünya görüşü adına hüküm süremez. Farklılıkları aynı yasalar altında birleştirmeye, entegrasyona çalışır. İnsanın kendini bir yurttaş olarak düşünmesini öngörür. Bu anlamda hiç kimse, ulusun doğal üyesi değildir; ama herkes üye haline gelebilir. H F C tarlıdır. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve Cumhuriyeti kuran herkes bu kapsama alınmıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca, dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmelere bağlı olarak, Türklük anlayışında etnik yöne doğru kaymalar olmuştur; ama özünde bunlar sapmadır; asıl olan Türklüğün yurttaşlık olarak tanımlanmış olmasıdır. Türk sözcüğünün aynı zamanda bir kültür topluluğuna göndermesi sorun edilmektedir. Bu sorun sadece bizde değil. Örneğin Fransa’da da Fransızlık bizimkine benziyor. Orada da ‘Franklar’ gibi etnik bir grup mevcuttu. Elbette ki ulusun adı başka türlü de konabilirdi. Ama bana göre zamanın koşullarında bu şekilde belirlenen ve bugünlere miras kalan bu niteleme, sorunların özüyle doğrudan ilgili değil. Ayrılıkçı kimlik siyasetleri, bir vokabüler sorununa indirgenemez. Kaldı ki hiçbir kavramın değişmez sabit bir anlamı yoktur. Kavramı şu veya bu yönde geliştirmek, Türklüğü de soydaşlıktan ziyade yurttaşlık yönünde anlamlandırmak bizim elimizdedir. Türk veya Türklük terimi bundan neyi anlarsak onu ifade eder, bir anlam inşası söz konusudur. Şu anda Türk terimine, etnik bir anlam yükleme ve bunun içine kapatma çabaları var. Oysa, yapılması gereken, tam da bunun aksi olmalıydı. Eğer ufkumuz, insanların barış ve huzur içinde birlikte varoluşu ise, kavramları okuma ve inşa çabalarımız da buna paralel olmalıdır. Öte yandan gündelik yaşamda Türk nitelemesini, bu ülkenin kendi içindeyken kullanma gibi bir tutum da anlamsız; bir aidiyet seçme ve belirtme gereği yok; sadece dış ülkelere gidildiğinde ve ‘milliyet’sorulduğun “Cumhuriyet, dıştan katılıma kapalı olan etnik ya da cemaatçi bir ulus anlayışını temel alamazdı. Birey ve yurttaşı geliştirmek isteyen demokratik bir toplum, ancak bu şekilde gerçekleştirilebilir. Husserl’in bir sözü var; ‘özü itibariyle halkların zoolojisi yoktur’ diye. Hiçbir cemaat, hiçbir kabilemsi topluluk bireyi bütünüyle tüketemez.”