19 Kasım 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Bir Bulut Olsam’ın doktoru Engin Altan Düzyatan, oyunculuğu doktorluk, kimyagerlik gibi “olmazsa olmaz” bir meslek olarak görmüyor. Ona göre oyunculuk bir eğlence işi, dizilerde oynayarak da sinema için idman yapıyor. Engin Altan Düzyatan, şu sıralar “Bir Bulut Olsam” adlı dizideki performansıyla çok konuşuluyor. O, “Oyunculuk işi eğlence işi. Doktorluk gibi bir ŞİRİN meslek değil bu. Olmazsa GÜVEN dünyanın sonu gelmiyor, insanlar açlıktan ölmüyorlar” diyecek kadar gerçekçi bakıyor işine. “Mutlaka oyuncu olmak zorundayım. Çok hırslıyım, başaracağım” dememiş hiç ama lisede sahnenin tadını aldıktan sonra başka bir şey de istememiş doğrusu. Konservatuar yıllarındaki idealistliği ve tiyatro yapma arzusu, izlediği kötü bir oyunla sonlanmış. “Bunun gibi işler yapmak için mi okudum ben?” diyerek tiyatroya küsmüş ve birden dizilerde bulmuş kendini. Sonra istediği gibi tiyatrolar da çıkmış karşısına. Pek iş seçememiş belki ama vücuduna yaptırdığı şövalye yemini dövmesini de unutmamış hiç: “Onurum hayatımdır”... Bu meslekte bir duruşa sahip olmak ve kendini kaybetmemek adına... Konservatuvara girmeye lisede oynadığınız bir oyundan sonra niyetleniyorsunuz sanırım... Evet, lisede Kanlı Nigar oynadık. Zaten oyun için bizi çalıştıran hocamız da 9 Eylül Üniversitesi’nin konservatuarındandı. Daha sonra iki, üç oyun oynadıktan sonra konservatuara gireyim dedim. Oyunculuk 6 24 EKİM 2009 CUMARTESİ eğlence işi Harekete geçmenin tam zamanı Altın Portakal Film Festivali’nde Sinema Emek Ödülü ile onurlandırılan emektar set işçisi Halil Dede set çalışanlarını yoktan var edenler olarak tanımlıyor. Sektörde eskiden yardımlaşma ve dayanışmanın var olduğunu söyleyen Dede “Bugün dizilerdeki çalışma temposu nedeniyle set işçilerinin hali perişan” diyor ve ekliyor: “Sosyal güvence ve çalışma saatlerinin düzenlenmesi için harekete geçmenin tam zamanı.” Tam 41 yıl ve 300’ü aşkın film... Evet, rengârenk bir yaşam öyküsü var 63 yaşındaki Halil Dede’nin... O, Sinema ALPER Emekçileri (SİNETURGUT Sendikası’nın SEN) yedi numaralı kurucu üyesi ve Yeşilçam’ın unutulmaz set amiri... 46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, sinemamızın isimsiz kahramanı Dede’yi, unutmadı ve “Sinema Emek Ödülü” ile onurlandırdı. Dede, daha önce yine Altın Portakal’dan Yavuz Özkan’ın “Maden” (1978) filmiyle En İyi Set İşçisi ödülünü kazanmıştı. Sinema sevgisini yedeğine alıp Yeşilçam setlerinden yola çıkan ve büyük bir özveriyle günümüze ulaşan ve hatta yarınları dahi planlayan bir adam. Türk Sineması’nın asıl yükünü çeken set işçilerinin piri olan Halil Dede, zaten ödülünü de onlar adına aldı. Ömer Lütfi Akad, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez, Halit Refiğ, Memduh Ün, Şerif Gören, Yavuz Özkan, Erden Kıral... Neredeyse çalışmadığı yönetmen kalmayan Dede, günü gelmiş Kadir İnanır’ın dublörü olmuş ve günü gelmiş Kemal Sunal’ın beyazperde ile flörtüne aracılık etmiş. Halil Dede kimdir? Giresun’un Görele ilçesine bağlı deniz kıyısındaki Çavuş Köyü’nde doğdum. Aslen yedi kardeştik, biri erken vefat etti. Benim ikizim ise kız. Balıkçı köyünde geçti çocukluğumuz, ilkokulu ise hastalandığım için 11 yılda bitirebildim. Babam 96 yaşındayken vefat etti, hiç hasta olmadan ve muhtaç duruma düşmeden gitti. Ben de öyle yaşamayı, yaşlanmayı düşlüyorum. Küçükpazar’daki bir kahvede Kemal Sunal ile karşılaştım. Rahmetli etrafındakilere kahkahalar attırıyordu. Hemen Ertem Ağabey’in yanına koştum ve durumu anlattım. Kemal Sunal’ı görmek istedi. Aldım sete getirdim, Ertem Eğilmez, daha kapıdan girer girmez, ondaki ışığı hemen farketti. Kemal Sunal, her görüşmemizde “beni sen aktör yaptın” derdi. Hiçbir şeye bağlılığım yok Çok didindim demiyorsunuz yani. Şans eseri gibi miydi biraz? Oyuncu olmazsam hayatım biter gibi bir şey yoktu tabii. Hatta hâlâ öyle bir şey yok. Bir şey olmazsan hiçbir şey değişmez hayatta. Çünkü onu olmazsan başka şey olursun. Zaten oyunculuk doktorluk ya da kimyagerlik gibi bir meslek değil. Eğlence bu iş sonuçta. Olmazsa dünyanın sonu gelmiyor, insanlar açlıktan ölmüyor. Ayrıca hiçbir şeye karşı bağlılığım yoktur zaten benim. “Mutlaka oyuncu olmak zorundayım. Çok hırslıyım, başaracağım” demedim hiç. Ama istedim... Yani o sahnenin tadını aldıktan sonra başka bir şey de istemedim açıkçası. Kötü bir oyunla tiyatroya küstüm İzmir’de mezun olduktan sonra sizi İstanbul’a bir dizi teklif getirdi sanırım... O yıllarda tiyatroda çok idealist oluyorsunuz. Ama aslında baktığınız zaman bir oyunculuk mezununun işi çok da kolay değil Türkiye’de. Çok fazla oyunculuk okulu var. Hepsinin kalitesini tartışırız. Hangisinde gerçekten oyuncu yetiştirdikleri üzerine ayrıca çok konuşmak gerek çünkü yeterli eğitimler verilmiyor. Her oyunculuktan mezun ve iki yıl oyunculuk yapmış insan bir anda hoca oluyor ve kendine bir kurs açıyor. O kursu bitirenler oyuncu olduklarını zannediyorlar falan... Yani aslında oyunculuk açısından ortalık çok karışık. Açıkçası hiçbirimiz okulu bitirince televizyona iş yapacağımızı düşünmedik. Aklımın ucundan bile geçmedi. Zaten tiyatro yapmayı planlıyordum o dönemde. Ama ilk işiniz tiyatro değil dizi oldu... Evet, İzmir Devlet Tiyatrosu’nda çok kötü bir oyun izlemiştim. “Okuldan mezun olduktan sonra bunu yapacaksam vah halime. Ben böyle şeyler yapmak istemiyorum” dedim. Gerçekten umutsuzluğa düşmüştüm: “Türkiye’de oyunculuk bu kadar. Devlet Tiyatrosu’na gireceksin ve bu oyunlarda oynayacasın. Beş yıl sonra da seni öldürecekler, ne kadar yeteneğin varsa hepsini alıp sömürecekler. Artık beş yıl sonra zaten hiçbir şeyden anlamayan, aynı yere bakan, ne verilirse onu oynayan bir adam olup çıkacaksın” diye... O yüzden küsmüştüm tiyatroya. Televizyon hiç aklıma gelmiyordu o zamanlar ama bir projesi önerildi ve böylece anlaştık. Kopamayacağımı anladım İstanbul’a ne zaman göç ettiniz? Babam karayollarında çalışıyordu, işçilere çavuşluk yapıyordu. 1963 yılında İstanbul’a taşındık. Önce gaz ocağında çalıştım, ardından da elektrikçilik ve kunduracılık yaptım. Kadın ayakkabıları üzerine ustalaştım. Dansöz kadınlar hep bana gelirdi, hem işimde iyiydim hem de çok yakışıklı bir çocuktum. Top oynuyordum, sırım gibi delikanlıydım. Peki, sinemaya nasıl geçtiniz? Set görevlisi arkadaş hastalanınca, biraz da şans eseri kendimi kamera arkası ekibi içerisinde buldum. Film seti, Kasımpaşa’da idi ve ilk işim de bez panoları (o yıllarda sunta kullanılmıyormuş) boyamaktı. Sırasıyla “Urfa İstanbul”, “Bataklı Damın Kızı Aysel” ve “Sazlı Damın Kahpesi” filmlerinde görev aldım. Ayda 100 lira kazanıyordum ve bu benim için iyi bir paraydı. Askerlik dönüşü artık asla film setlerinden kopamayacağımı anladım. Ertem Eğilmez’in Hülya Koçyiğit ile Kartal Tibet’in başrollerini üstlendiği filmi “Senede Bir Gün” ile başladım, “Yol”, “Endişe”, “Kambur”, “Salako”, “Manisa Tarzanı” derken bugünlere geldim. Setler ekip ruhundan beslenir Seks filmleri furyası döneminde çalıştınız mı? Asla. Hatta altı veya yedi ay boyunca boşta kaldım. Zaten zengin olmak gibi bir derdim hiç olmadı. Tarlabaşı’nda bir evim, emekli maaşım ve Çalışacak enerjim var. Sette çalışan bir insanın sosyal hayatı da pek yoktur, katılır mısınız? Örnek vermem gerekirse çok çalıştığım için evliliğim sona erdi. Eski karımla evlenme hikâyemiz de ilginçtir. Samsun’da film çekiyorduk, dünya güzeli bir Çingene kızı gördüm ve görür görmez aşık oldum. Kız istemeye Orhan Gencebay ile gittik vermeselerdi, kaçırmayı da göze almıştım. Evliliğimden kızım Vuslat (27) dünyaya geldi. Ben ilkokuldan sonra okuyamadım ancak Vuslat’ı okuttum. Seneye üniversitenin restorasyon bölümünden mezun olacak. Son çalıştığınız film hangisiydi ve yeni bir projeniz var mı? Kadir İnanır’ın başrolünde olduğu “Son Cellat”ta görev aldım. Arada klipler ve reklam filmlerinde görev aldım. Ay sonunda Makedon bir ekip Türkiye’ye gelecek, onların projelerinde yer alacağım. Eski ile yeniyi karşılaştırırsanız... Set çalışanı üretken ve yoktan var edendir. Aklınıza gelebilecek her işe onlar koşturur. Eskiden yardımlaşma ve dayanışma had safhadaydı. Çünkü film setleri, ekip ruhundan beslenirler. Bugün TV dizilerindeki çalışma temposu nedeniyle set işçilerinin hali perişan. Geçen yıl iki arkadaşımızı yitirdik ve bu acı olay, sektör çalışanlarının silkinip kendilerine gelmelerine vesile oldu. Derneğimizin üyesi sayısı ise bin küsura yükseldi. Artık sosyal güvence ve çalışma saatlerinin düzenlenmesi için harekete geçmenin tam zamanı... Fotoğraf: VEDAT ARIK Paraya ihtiyacınız var, gidip oynuyorsunuz ve unutulmasını umuyorsunuz Çok dizide rol aldınız şimdiye kadar. Memnun musunuz? Evet, her yıl bir işte oynadım. Oyunculuk eğlence benim için. Bunu televizyonda yapıyor olmanın şöyle bir artısı var. Sonuçta sinema diye bir gerçek var. Ve her oyuncunun idealinde bir yerlerde mutlaka sinema isteği vardır. Televizyon biraz onun provası gibi oluyor. Sürekli prova yapıyormuşsunuz gibi yani... Sonuçta oyunculuk zaten sürekli pratik isteyen bir iş. Sinema için hazır bir şekilde bekliyor oluyorsunuz televizyon işleri sayesinde. Yani bir film geldiği zaman kendizi hazırlama süreciniz kısalıyor. Peki pratik yapıyor olmanın dışında? Türkiye’de televizyonda bir erkeğin oynayabileceği roller belli. Dört ana rol var, size onlardan birini sunarlar. Sen olmasan Ahmet oynar. Ama ne Ahmet, ne Mehmet farklı şeyler oynarlar aslında. Hatta aynı oynarlar... Çünkü farklı istemezler zaten. Alışılmış bir jargon, alışılmış bir kalıp var. Çünkü kolay olan bu. Türkiye’de her şey kolay zaten, kimse sizin kendinizi zorlamanızı istemez. Peki ya tiyatro? Tiyatro çok zevkli... Hatırlıyorum o yıllarda sinirleniyordum bu duruma. Birleşip bir tiyatro kurmamız gerektiğine inanıyordum. Gençler bir şeyler yapmıyor diye kızıyordum. Sonuçta gelmişim İstanbul’a ama tiyatro yapamıyorum. Neden yapamıyorsunuz? Yer yok çünkü, nerede yapacaksınız? Zaten kimse sizi beklemiyor, “Hoşgeldin Altan. Gel tiyatro yapalım” demiyor. Ama onun dışında başvurmak istediğim yer de yoktu açıkcası. Nereye gidip de başvuracaktım? Ne vereceklerdi bana oynamam için? O nedenle kendimiz kuralım diye düşünüyordum. Nasılsa aynı kafada adamlarız, yeni mezun olmuşuz, daha enerjiğiz... “Brecht 20 yaşında bitirmiş her şeyi. Biz 25 olmuşuz, niye yapmayalım” diye düşünüyordum. Ama yapamadık tabii. Ama hep aklım bundaydı. Yani kendi aklımıza uyabilecek, kendi standartlarımızda bir tiyatro... O sırada DOT çıktı önüme. Onların bir oyununu izledim. Türkiye’de izlediğim en iyi oyunlardandı. Benim aradığım her şey vardı. Böylece Murat Daltaban’la tanıştık. Sonra bir gün beri arayıp yeni bir oyuna başlayacaklarını söyledi. Kürklü Merkür’e... Teksti bir okudum, aklım yerinden oynadı. Hatta teksti bitirdikten sonra ağladım. Hüngür şakır... Sonra da Murat’ı arayıp hangisini istiyorsan oynarım dedim. olsalar olurdu... Sonuçta zaten oyuncu olarak sinema bekliyor oluyorsunuz. Diziyi de filme idmanlı olmak için yapıyorsunuz zaten... Ayrıca televizyonda da, tiyatroda da kendimi tatmin ettiğim, iyi hissettiğim çok iş yaptım. Sıra sinemada... Neden vücudunuza Latince olarak “Onurum hayatımdır” yazan bir dövme yaptırdınız? Bir şövalyelik yemini bu... Bu “Onurum hayatımdır. Onurumu kıranı mahvederim” gibi bir şey değil tabii ki. Bir kitapta okumuştum. Bence çok hoş bir söz. Onurum için hayatımı falan vermem tabii ama bence onur önemli bir şey. Hele bizim yaptığımız işte... Bir duruşunuzun olması gerekiyor. Kendinizi kaybetmemek adına... Arada sırada hatırlamaktan ve hatırlamak için de vücuduma yazdırmış olmaktan mutluyum. İş seçerken mi hatırlıyorsunuz bu cümleyi? Ben ancak yeni yeni iş seçmeye başladım. Çünkü Türkiye’de oyuncuyu şartlar belirliyor. Yani devam etmeniz gereken bir hayat var ve sizin işiniz oyunculuk. Sonuçta para kazanmak zorundasınız. İşler geliyor ama iyi iş gelmiyor mesela. Hepsi kötü... Ve paraya ihtiyacınız var. Ne yapacaksınız? Kapatıyorsunuz gözlerinizi, gidip oynuyorsunuz. Ve unutulmasını umuyorsunuz. Zaten bizde her şey çok çabuk unutuluyor. Ama neyse ki unutulur diyeceğim kadar kötü bir işin içinde hiç olmadım. Ama olmasa da olur işlerin içinde oldum evet. Kemal Sunal’ın ışığı Zamanın ünlü oyuncularını bir de sizden dinleyelim. Setlerin afacanı Ayşecik (Zeynep Değirmencioğlu) idi. Erol Taş ve Hayati Hamzaoğlu, dünya iyisi insanlardı. Coşkun Göğen’e (namı diğer Tecavüzcü Coşkun) ise tüm kadın oyuncular hayrandı. Göksel Arsoy, hem yakışıklı hem de kaprisli bir adamdı. Tüm set onun telefon trafiği yüzünden beklerdi. Türkan Şoray bana, ben de ona aşıktım. Hatta Atıf Yılmaz’ın “Cemo” (1972) filminin setinde Şoray’ın attan düşmesini engeleyemediği için Fikret Hakan’ı asla affetmedim. Şerif Gören’in “Tomruk” filmindeki meşhur sal sahnesinde, Kadir İnanır’ın dublörü oldum. Kemal Sunal’ın sinemaya girişine vesile olduğunuz doğru mu? Ertem Eğilmez, “Tatlı Dillim”‘i (1972) çekiyordu, Unkapanı Sıra sinemada Birçok güzel dizi ve tiyatroda oynadınız. Peki ya onlar kadar içinize sinen bir sinema filminde oynadınız mı? Hayır sinemada daha öyle bir projede oynamadım. Benim de aklımda kalan şey o zaten. Tabii ki kendine göre iyi filmlerde oynadım. İyi yönetmenlerle çalıştım, ama bazıları daha iyi C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle