22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

31 MAYIS 2008 CUMARTESİ 7 Gerçek oyuncu gerilla gibi olmak ister Kendi deyimiyle ‘yamyamlar piyasası’nda farklı bir portre çizen Fikret Kuşkan, oyunculuğun iyi para kazandırdığı gerçeğinin ‘işini doğru yapandan çok yanlış yapana, olması gerekene değil şebeklerin işine yaradığını’ söylüyor. Kuşkan, “Parasal yaptırım ve yoksunluğun bu ülkede birçok kıymetli yaratıcıyı zedeleyip, yalnız bıraktığı ve ölüme terkettiği” gerçeğinin altını çiziyor. Fikret Kuşkan, hiç tartışmasız Türkiye’nin son yıllardaki en yaratıcı, yetenekli ve büyük aktörlerinden biri… Zülfü Livaneli‘nin Sis‘i ile başladığı sinema serüveninde 20 yılı doldurdu, Ankara, İstanbul ve Antalya film festivallerinden en iyi erkek oyuncu ödülleriyle dönmesini bildi. Kendi deyimiyle artık çıraklık dönemi bitti, sıra tüm sorumluluğu üstlendiği kalfalığa geldi. İki Başlı Dev, Gizli Yüz, Yaz Yağmuru, Muhallebicinin Oğlu, C Blok, Dönersen Islık Çal, Deniz Bekliyordu, Avcı, Dansöz, Şellale, 9, Meşrutiyet Abdülhamit Düşerken, Hititler, Mustafa Hakkında ALPER Herşey, Sen Ne Dilersen, İstanbul ile Babam ve TURGUT Anlat Oğlum… En kötü tahminle, bu alperturgut.blogcu.com filmlerden birini veya birkaçını izlediniz. Onu hala tanımadıysanız başka seçenekler de var. TV dizileri gibi… Gençler, Issızlığın Ortası, Şaşıfelek Çıkmazı, Artık Çok Geç, Emanet, Şapkadan Babam Çıktı, Esir Şehrin İnsanları, Yolculuk, Kâbuslar Evi ve son olarak Bıçak Sırtı, Fikret Kuşkan’ın evlerimize konuk olduğu yapımlar. Haksızlığa isyan eden sivri dili, kronik muhalifliği, delifişek halleri ve durup durup kabaran Arnavut damarı yüzünden geçmişte başının dertten kurtulmadığı belki malumunuz… “Yamyamlar Piyasası” dediği sinema sektöründe, bu “gerilla aktör”ün her koşulda yine de ayakta kalması takdire şayan, alkışa değer. Peki, Fikret Kuşkan’ı birebir karşılayan kelime sadece oyunculuk mu? Kesinlikle hayır. Çünkü o bir hiperaktif. Küçükken düz duvara tırmanıyormuş, bugün de yerinde duramıyor. Şiir yazıyor, fotoğraf çekiyor… Kâh gitmeleri geliyor, kâh kendisine çeşitli meşgaleler buluyor. Nasıl bir çocukluktu sizinki? 22 Nisan 1965 yılında İstanbul Halıcıoğlu’nda doğdum. Henüz 1 yaşındaydım İstinye’ye taşındık. Ben daha 6 yasındayken babam felç oldu. Eyüp amcam gibi babam da aşçıydı. Bana, genç yaşında yaşamını yitiren Fikret amcamın adını vermişler. Babamın iki dükkânı varmış, batmış. Sonra Sütlüce’deki büyük bir şirkete aşçı olarak giriyor. Babam, haksızlığa dayanamayan bir adam… Patronların, sen karışma ısrarına karşın işçilerin grevine katılınca işten atılıyor. Babam 8 yıl felçli yattı. Çocuk yaşta onu kaybedince ben de okuldan ayrıldım. Anne ve dört abla… 5 kadın arasında büyümek hiç de kolay olmasa gerek. Bulgaristan Deliormanlı bir anne… Hem de ne anne, tam manasıyla dominant. Hem iyi hem de kötü polis… Sonra, her zaman gözleri üstümde olan ablalarım; ne de olsa kazandibiyim. Diğer yandan babamın arkadaşları da sürekli kolluyordu beni. Bir gün tarih öğretmeni olan eniştem Salih Zeki, okul olayına el koydu. Eniştem, Mahir Çayan’ın ilkokul arkadaşı ve eski bir THKPC’liydi. Memleketi Tokat’a sürgüne gönderilmiş ilim adamı, siyaset adamı diyeceğim bir insan… Benim de bir dönem öğretmenliğimi yaptı. Bana ‘Niye okumuyorsun?’ diye sordu. ‘çorba kaynamıyor’ diye yanıtladım. Sonra okumayıp, iş sahibi olmamı isteyen annemi ikna etti ve beni 1977 yılında Almus’a götürdü. Kavak, selvi ve çınar ağaçları içinde kaybolmuş küçük ahşap evleriyle Almus, tam bir masal köyü… Neyse… Siyasi hareketlerin oraya da sıçramasıyla ortaokul son sınıfta İstanbul’a geri döndüm ve Hasköy Lisesi’ne kaydoldum. çevrenin, genlerin, aile yapısının ve ekonomik şartların bunda etken olmadığını gördüm. Peki, oyuncu olmak fikri nasıl gelişti? İş ortağım üniversiteye girmişti. O zaman ben de girecektim. Ben onun için görüntü yönetmenliği hayal ediyordum. O, türkoloji okudu. Kendime de oyunculuğu ya da güzel sanatlar, resim, heykeli yakıştırıyordum. Yıl 1985, bir gün şehir tiyatrosuna gittim ve yüreğim hopladı. Geçmişte ortaokul son sınıfta başlayan tiyatro sevdası yeniden hortladı. Ortaokul son sınıfta başladığım tiyatro ve oyunculuk lise son sınıfa kadar sürdü. Sahneye her yıl bir veya iki oyun koydum. Bütün öğretmenlerim, müdür dâhil, neredeyse bütün okul, oyuncu olmamı istiyordu. Her yıl 12 zayıfa rağmen, öğretmenlerim tarafından mezun edildim. Bu mezuniyet, müdürümüz Mustafa Tiryaki sayesinde gerçekleşti. Çünkü kendisi beni bugün bulunduğum yerde görmek istiyor ve hatta görüyordu. Onun için eğitim çok yönlü idi. Uzak görüşlü ve ilim adamıydı. Eğitim ve öğretime inanırdı. Türkiye’nin eğitimine bu öğretmenlerden binlercesi gerekli… Sonra konservatuarı kazandınız. İlk seferde hayır… Mimar Sinan’ın konservatuar sınavı vardı. Yanıma tiyatro ile ilgili 100150’ye yakın kitap alıp Saros’a gittim. Kurdum çadırı, balık avlayarak ve okuyarak 3 ay boyunca deli gibi çalıştım. Teoriyi kapmıştım ancak pratikten bihaberdim. Sınava 10 gün kalmıştı ve hocaların karşısında oynamam gerekiyordu. Kazanamadım. Ardından İstanbul Devlet Konservatuarı‘nda şansımı denedim ve olması gereken oldu. Yaratıcıları beslemeyip yiyorlar Oyuncuların birçoğu işsizlikten yakınıyor… İşsizlik, sadece sinemanın sorunu değil ki… Tüm toplum bu sorunla karşı karşıya ve aslında ülke, 40, 50 yıldır bu durumda… Üçüncü dünya ülkeleri, engellemeler karşısında bir türlü başlarını doğrultamıyor. Ve özellikle bakın Türkiye’nin son 20 yılına, görün getirisini, tam bir facia. Yaratıcılık bu ülkede asla desteklenmedi. Sanat ve kültür, bu ülkenin para dağılımında sıralanan bütün fonların en arkasında yer aldı. Genç oyuncuların hali duman desenize… Evet öyle. Bugün her başarılı oyuncunun misyonunu yerine getirmesi gerekmekte. Gelmekte olan kuşağın önü açılmalıdır. Benden daha genç oyuncuların bugün parladıklarını gördükçe hayranlıkla seyrediyorum. Onlara gıpta ediyorum, çok sancılı ve acılı bir dönem olduğunu da biliyorum. Buna rağmen mesleki açıdan kendilerini besleyip bu işe kafa çatlatıp, gönül verenlerin yetenekli veya değil yanındayım. Bence sektör, mesleğine emek verenlerin hakettiği bir sofradır. Gereksiz oyum, buyum, şuyum, on parmağımda on marifet diyenlerin sofrası değil bizimkisi. Mesleği yaşamına anlam katan, kişiliğini, duruşunu, bu hayattaki varlığını temsil eden yaratıcıların yeri, kayıpların arası olmamalı. Bu ülkede, başarılı veya doğruyu yapmaya çalışan insanların, hangi alanda olursa olsun, hakettiği yerde olduğuna inanmıyorum. Benim jenerasyonum nispeten daha avantajlıydı, şimdi tam bir keşmekeş. Ben kıymetli oyunculara gerçekten büyük önem veriyorum. Konservatuar yıllarımdan beri yetenekli gördüklerimi çalıştırmaya başlamıştım. Unutmadan söyleyeyim, şu an ikisi de hayatta olmayan usta yönetmenler, Ömer Kavur ile Okan Uysaler’in üzerimde büyük emeği vardır. Bu sektör yamyamlar piyasası. Acımasız, vahşi kapitalizmin atar damarı. Bu ülkede, yaratıcıları beslemek yerine yiyorlar. Meslektaşını korumak ve kollamak zorundasın. Gerektiğinde, ben değil o görev almalı bu yapımda diyebilmeli, rolün ona daha uygun olduğunu söyleyebilmelisin. 21 yaşımdan beri, kendime koyduğum kurallarla yaşıyorum. İnanın, sabırla bekledim. Büyük bir kitle, beni ancak Babam ve Oğlum’dan sonra görebildi. Gizli Yüz’ü yaptığımda 25 yaşındaydım ve “yönetmen seçen oyuncu” yaftasını yapıştırdılar. “Nereden geldin, sen de kim oluyorsun?” dediler. Ben de ekmeğimi baska iş alanlarından çıkardım. Bugün mesleğimde bana ters düşen birşey olduğunda yine gider başka bir alanda varolurum. Kul olmak bana uygun birşey olmadı olmayacak da. OYUNCUNUN CEBİ DOLU OLMALI Anlaşılan o ki oyunculuk zor bir zanaat… Sarayda sanatçı olunmaz. Saray sanatçıyı ancak koruma altına alır. Televizyonda, “ailenizin çocuğu” olmak oyuncuyu beslemez. Oyuncu sokakları arşınlamalı ve her an cepleri dolu olmalı. İki ayaklı, yürüyen bir fotoğraf makinesi gibi kaydetmeli… Ben bir demirciyim, dövdüğüm metale, çeliğe şeklini ben veririm. Bir devrim çıkar altından. Sanatçı kelimesini kullanmayı sevmiyorum, ben zanaatkârım. Bir roman yazdığımda, resim, heykel yaptığımda veya senaryosunu yazdığım filmi yönettiğimde sanatçı olabilirim. Ben ekip işi yapan bir malzemeyim. Nerede çıkıp çıkmayacağımı da belirleyen benim. Çünkü bir süre sonra kabak tadı da verebilirsiniz. Yemişin iyisini sona saklarım. Dur demesini, ayar vermesini ve pişmesini bilmeli insan. Oyuncunun başını yiyen durmayı bilmek değil, çok şeyi bir arada yapma isteğidir. Bana zevk veren, pespaye bir oyunculuk değil, derinliği olan, denenmemiş olan bir karakter, bir hikâyedir. Türkiye’de iyi oyuncuların sayısı iki elin on parmağını geçmez ve sanırım onlar da bu söyleme katılırlar. Bugün artık mesleği oyuncuk, oyuncak ve oyunculuk diye sıralayabiliriz. Oyuncuk ve oyuncak gırla, oyuncu ise az… Sanat can yakar, cici bici bir ev kedisi değildir, sokak kedisidir. Dikenli güldür, kaktüs gibidir. Tutmasını, ayıklamasını bileceksiniz. Ne yazık ki bugün oyuncunun misyonu, sektörün çıkarlarına ters düşmeyip aksine korumakla eşdeğer… Ancak gerçek oyuncu gerilla gibi olmak ister. Tabii burada yönetmene de çok iş düşüyor. Ancak yine ne yazık ki Türkiye’de sinema yönetmenlerinin çoğu oyuncu psikolojisi nedir, oyuncu yönetimi nasıl olmalıdır bilmiyorlar. 35 kelime ile konuşan tolum Ancak oyunculuğun para kazandıran bir iş olduğu da gerçek… Bu gerçek nedense işini doğru yapandan çok yanlış yapana, olması gerekene değil şebeklerin işine yaradı. Bu ülkede doğru birsey yaptınız mı, hangi alanda olursa olsun işiniz çok zor demektir, her türlü engelle karşılaşırsınız. Bugünlerde (hatta son 20–25 yıldır) oyuncu ve para gerçeği şöyle işlemekte; tiyatroda para yok, sinemada para yok, televizyon denen aptal kutusu para saçmakta. Orada her türlü maymunluğun bedeli var. İsime göre ve şebekliğinize göre değişir. Televizyonda kaliteli ve düzgün bir projeyi oluşturabilmek, devamını getirebilmek ve izlenmesini sağlayabilmek oldukça zor… Yılda 80–90 adet dizi yapılırken, bunların içinden üç tane hoş, kaliteli projeye denk gelebilmek de mesele. Hadi yakaladınız diyelim, para yok. Neden? Düzgün ve kaliteli ya… Sonuçta bu ülkede kaliteden çok ucuzluğa ve basitliğe önem veriliyor. Bu da yapımcı ve kanal sahiplerinin işine geliyor (reytin cihaz göstergeleri = para). Çünkü bu toplum (halk diyemiyorum) 35 kelime ile konuşuyor ve televizyon denen vahşi kapitalist kurum, toplumun bu zaafından yararlanıp onları her geçen sene geliştirmek yerine kendi çıkarlarını ve menfaatlerini düşünüp toplumu ucuzluğa, kimliksizliğe yönlendirmektedir. Bugün televizyondaki reyting ölçüm sonuçları, korkarım ki bu toplumun beğenisinin, zekâsının, beyninin göstergesidir. Bütün bunların karşısında oyuncuların, sinema arkası çalışanlarının yapabileceği çok birşey yok gibi gözükmekte. Şu andaki yasal sistemde oyuncunun ve sinema çalışanlarının bir birlik oluşturup hakları olan telif ücretlerini alabilmesi oldukça zor görünmekte… Bu ülkede birçok oyuncu, gelmekte olanlarla birlikte, oyuncu telif hakları yasasından yararlanabilseydi, birçok zevzek işin altına imza atmayabilirdi. Yanlış olanı, doğru olmayanı yapmak zorunda kalmaz, oyuncu kimliğini zedelemezdi. Hergün televizyonda değişik kanallarda üçer beşer filmi oynayan oyuncular ve sinema çalışanları büyük zorluklar yaşamaz, hatta bazılarının kendine özel adaları bile olurdu. Parasal yaptırım ve yoksunluk bu ülkede birçok kıymetli yaratıcıyı zedelemiş, yalnız bırakmış ve ölüme terketmiştir. Ufukta yeni projeler var mı? Elbette var. Son altı aydır 26 sinema senaryosu okudum. Bunlardan sadece üçünü ayırdım. Artık meslekte çıraklık bitti, kalfalık dönemi başladı. Oyunculukta artık sadece bir senaryo, bir rol veya bir yönetmen için çalıştığım dönemler geride kaldı. Çıraklık dönemlerinde bu denemeleri yeterince yaptım. Şimdi ise dükkânımı açtım, işçiliğim bana ait, yaptığım masa sandalye, yonttuğum heykel benim. Ustalığa gideceksem şayet, bundan sonra sorumluluk da bana ait. Tabii ki bu sorumluluk eşittir doğru yönetmen, yaratıcılığı yüksek bir senaryo ve doğru bir yapımcı, beni parça parça edecek bir rol, mükemmel bir teknik ekip. Belki de çok şey istiyorumdur. Ama bu benim hakkım. Çünkü 26 yıldır mesleğim için bu hayalleri kurdum. Tolga Örnek’in çekeceği yakın tarihimizle ilgili “Devrim Arabaları” filminde sanırım birlikte çalışacağız. Sinemanın asi çocuğu Fikret Kuşkan, 2005’te kendisi gibi oyuncu olan Bahar Kerimoğlu ile evlendi. 30 Nisan 2008’de oğulları “Kuzgun” dünyaya geldi. HİDROLİK PRESTE BİLE ÇALIŞTIM Bir röportajınızda bugüne dek 20 farklı işe girip çıktığınızı söylemiştiniz… Doğru… Mesela 2,5 sene dikiş makinesi tamirciliği yaptım. Kallavi Sokak’ta bildiğiniz Singer makineleri tamir ettim. Sonra 5 yıllık marangozluk deneyimim var. Okuldan arta kalan zamanlarda buzdolabı, çamaşır makinesi tamirciliği de yaptım. Birçok insan bilmez ama hidrolik presslerde 1 sene çalıştım. Sıcak demircilikten pazarcılığa, ekmeğin geldiği her yerde oldum. 6 seneye yakın, 4 yıl amatör, 2 yıl da profesyonel fotoğrafçılıkla uğraştım. 1984 yılında Sirkeci’de Günaydın gazetesinin karşısında, çocukluk arkadaşım, bana fotoğraf sanatını öğreten, Turgut Erkişi ile birlikte fotoğrafçı dükkânı açtık. İkimiz de birbirimize bir söz vermiştik. Ya ikimiz de okuyacaktık ya da ticaret ile uğraşacaktık. Mahalleden geldiğimiz için sanat okullarında okuyabilme şansımızın olabileceğini düşünmüyorduk. Çünkü geçmiş dönemden gelen bir alışkanlıkla sanatla ilgili işlerde nedense burjuva, aristokrat, ekonomik anlamda zorluk çekmeyen ailelerin çocuklarının tercih edildiği, onların buluştuğu ve bulundurulduğu bir yerdi. Bana göre konserve kutusu. Yıllar sonra, gerçekten sanatın ve yaratıcının nereden ve ne şekilde çıktığını görünce, Yönetmeni çıldırma noktasına getirmek Geçtiğimiz gün Al Pacino’nun son filmi 88 Dakika’yı izledim, yapım gerçekten kötüydü. Usta ve yetenekli bir oyuncunun, ‘keseden yemek’ veya ‘kötü filmde yer alma hakkını kullanmak’ gibi bir ayrıcalığı var mıdır? Hayır, buna katılmıyorum, mutlaka bir terslik olmuştur. ‘Keseden yemek’ diye bir şey olamaz. Zaten oyuncunun buna hakkı da yok. Oyuncu kendini sürekli yenilemek ve geliştirmek zorundadır. Yurtdışındaki büyük aktörlere bakıyorsun bir yıl ortalarda yoklar, tiyatroya dönmüşler, kendilerini tekrar etmekten kurtarıyorlar. Başka bir örnek vereyim; Jack Nicholson, Al Pacino ve Robert de Niro toplanıyorlar bir yerde, kafalarına göre bir proje oluşturup kendi aralarında oynuyorlar. Adamlar gerçekten çok çalışıyorlar ve hepimizden daha fazla emek sarf ediyorlar. Sean Penn, Tom Cruise benden 35 yaş büyük aktörler, onları görünce utanıyorum kendimden. Oyunculuk büyük disiplin gerektirir. İşte onların yaptığı bu; yani, disiplini hayata yedirmek… Oyuncu, en iyi kendi canını yakanı oynar. Oyuncular tutkulu ve hırslıdır, yirmi aksiyonla oyun oynamak ister ve böylelikle bir yönetmeni çıldırma noktasına getirebilirler. Yurtdışındaki oyuncuların neredeyse hepsi ışığı, kamerayı, nerede duracaklarını çok iyi biliyorlar. Sinema, kadraj oyunculuğudur. İstisnasız hepsi mutfağı biliyor. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle