12 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 08 28/2/08 15:36 Page 1 CUMARTESİ EKİ 8 CMYK ? Benimle Evlenir misin? (27 Dresses) Anne Fletcher’ın yönettiği filmde Katherine Heigl, James Marsden, Malin Akerman ile Brian Kerwin rol alıyor. Şeytan Marka Giyer’in senaristinin elinden çıkan bu film idealist, romantik ve kendinden çok başkalarını düşünen Jane’nin karakterini merkez alan hikayesini konu alıyor. Uzun soluklu bir gelin nedimeliği kariyerini sürdürmeye karar vermiş gibi duran Jane’in kendi mutlu sonu her ne kadar pek ufukta gözükmemekteyse de, gizliden gizliye aşık olduğu patronunun kalbi, kız kardeşi tarafından çalınınca, Jane de bu nedimelik kariyerinin bir yerlerinde hata yapmış olabileceğini düşünerek, herşeyi tekrar gözden geçirir. Si ne ma 8 (Charlie Bartlett) Yönetmenliğini Jon Poll’un yaptığı filmin başrollerini Anton Yelchin, Robert Downey Jr, Hope Davis ile Kat Dennings paylaşıyor. Gittiği her okuldan kovulan Charlie sonunda devlet okuluna gitmeye başlar. Erkekler tuvaletine doktor tabelasını asar ve okul arkadaşlarının özel itiraflarını dinleyen bir deli doktoruna dönüşür. Sonra Charlie en büyük hatasını yapar, okul müdürünün güzel ve cesur kızına aşık olur. Acemi psikiyatristlik oyunu sona erince, fark yaratmak için çok daha başka şeylerin olduğunu keşfeder. ? Charlie İş Başında (August Rush) Kirsten Sheridan’ın yönettiği ve Freddie Highmore, Keri Russell, Jonathan Rhys Meyers ile Terrence Howard’ın oynadığı Kalbini Dinle, bu dünyayı farklı bir şekilde duyan bir çocuğun hikayesini konu alıyor. August Rush bir müzik dahisidir. Bulunduğu yetimhaneden ailesine kavuşmak için kaçar. Sokaklarda yaşayan bir serseri ona sahip çıkar ve yeteneğini kullanması için yönlendirir. August Rush bir yandan büyülü yeteneğini insanlarla paylaşmaya başlarken, diğer yandan da ailesine kavuşmak için tutkuyla giriştiği macerada zorlukların üstesinden gelmeye çalışır. ? Kalbini Dinle ??????????????????????????????????? İnsan insanın kurdudur Sıra dışı bir ergenlik hikâyesi “En büyük korkum insanlardır. Bu korkuyu anlamak için 21. yüzyıl insanına bakmak yeterli. Sanıyorum ki 20. yüzyıl insanını mumla arayacağız. İnsanların ne olumsuzluklar yapabileceğini düşünmek bile beni ürkütüyor. Filmimde onların ölçüsüzce acımasız olabileceğini anlatıyorum. Bence bu birçok dönem için de geçerli bir konudur. ASLI İnsanların korkuya kapılınca SELÇUK mantığını yitirmesi sonucunda nelere başvuracaklarının kökenleri Yunan tragedyalarına dek uzanır” diyen yönetmen Frank Darabont The Mist’le (Öldüren Sis/2007) dördüncü kez bir Stephen King uyarlamasını beyazperdeye taşıyor. Darabont, ilk kez 25 yıl önce King’in Dollar Babies adlı kısa öyküsünden The Woman in Room’u (1983) ardından The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli/1994) ve The Green Mile’ı (Yeşil Yol/1999) sinemaya uyarladı. Dark Forces (Karanlık Güçler/1980) adlı antolojinin içindeki The Mist adlı kısa öyküyü Darabont o günlerde filmleştirmeyi düşünmüştü ama aradan geçen 27 yıl onun öyküyü geliştirip günümüz sorunlarını gündeme taşıyan bir korkugerilim çekmesini sağladı. ABD’nin küçük bir sahil kasabasında şiddetli bir fırtınanın patlamasıyla kasabanın dışında yaşayan afiş tasarımcısı David (Thomas Jane), karısı Stephanie (Kelly Collins Lintz), beş yaşındaki oğulları Billy (Nathan Gamble) evlerinin bodrumuna sığınırlar. Ertesi sabah elektriklerin kesik, ağaçların devrilmiş olduğunu görürler. Stephanie gölün üzerinden yoğun bir sisin evlerine doğru yaklaşmakta olduğunu farkeder. Fırtınadan zarar gören evini onarmak için David oğluyla malzeme almak için kasabanın süpermarketine gider. Fırtına dinmiştir fakat kasabanın üstüne sıradışı yoğunlukta bir sis tabakası çökmüştür. Babaoğul kasa kuyruğunda beklerlerken kasabanın yerlisi Dan (Jeffrey DeMunn) üstü başı kana bulanmış markete doğru koşar. Dan korkuyla “Sisin içinde birşeyler var. Arkadaşımı çekip aldılar. Kapıları kapatın” diye haykırmaktadır. doğasında bu olası mıdır? King’in bu terör öyküsünde uygarlığın maskesi düşerken gerçekten korkulması gereken tek varlığın aslında insanoğlunun çıkarcı karakterinin olduğu anlatılır. Gerçek tehdit sisteki yaratıklar değildir, marketin içinde sıkışıp kalmış, dayanışma duygularını hızla yitirmiş kasabalılardır. Hepsi birbiri için tehdit unsuruna dönüşmüştür. Fanatik Bayan Carmody delicesine İncil’den bölümler okumaya başlar, Armageddon’ın sonunda geldiğini haykırır. İnsanın ayda yürümek, atomu parçalamak, kürtaj, kök hücre çalışmaları gibi bilimsel sıçramalarından ötürü Tanrı’nın dünyayı lanetleyerek insanları gözden çıkardığını, dünyanın sonunu engellemek için köktendinci önlemler alınması, insan kurban edilmesi gerektiğini savunur. Darabont, Öldüren Sis’te önceki filmlerindeki gibi ‘Bay İyi Adam’ın olmadığını, insanoğlunun gizli kalan karanlık yüzünü yansıttığını vurguluyor: “Filmimde mantığın yerini korkunun aldığı baskıcı bir ortamda kalan insanları değerlendiriyorum. Korku duygusu bizi birleştirir mi yoksa ayırır mı? Stephen King yapıtlarında korkunun denetiminin deneyimlenmesini anlatır. Beni asıl ürkütense korkunun engellenemeyen gücüdür” diyen sinemacı Öldüren Sis’i 37 günde, 18 milyon dolarlık sınırlı bir bütçeyle gerçekleştirmiş. Gerilimin baştan sona dek sürdüğü filmini belgesel tadında, el kameralarıyla, doğaçlama oyunculukla, King’in beğenerek onayladığı çarpıcı bir son koyarak çekmiş. İzleyici ne kadar azını görürse o denli ürkütücüdür ilkesiyle yaratıkları yarı yarıya göstererek seyircinin düş gücünü devreye sokmayı yeğlemiş. Sessizliğin müzikten daha korku verici olduğunu savunan Darabont müziğin kullanımını en düşük düzeyde tutmuş. Dead Can Dance’in bir numaralı hayranı olarak onların The Host of Seraphim şarkısını insan soyuna bir kitle ağıtı olarak sıklıkla yinelemiş. Geçmiş ve gelecek unsurların bileşiminden oluşan süpermarket setinde, tek mekanda geçen Öldüren Sis, insanların aşırı baskı, panik, korku altında kalınca onlarda oluşan toplumsal çözülmeyi çok başarılı bir sinema diliyle aktarıyor. Dün gösterime giren, köktendinciliği, küresel ısınmayı, çevre kirliliğini, nükleer çalışmaları, radyasyonun etkilerini eleştiren, 11 Eylül’e, Katrina Kasırgası’na, Amerikan komplo teorilerine gönderme yapan, düşündürücü etik sorgulamalar içeren Öldüren Sis izlenmesi gereken bir çalışma. Ergenlik çağında anne adayı olan Juno’nun sıra dışı öyküsü, eminim sizleri önce duygulandırıp sonra gülümsetecek. Sonbahar, kış ve ilkbahar… İşte, kendine göre yonttuğu erdemleri, kural dışılığı, cana yakınlığı ve masumiyetiyle büyüleyen Juno’nun üç mevsime yayılan yolculuğu… Gövdesinde yeni bir yaşam büyürken o kendini keşfedecek. Bazen yalpalayacak, bazen umutsuzluğa kapılacak ama eninde sonunda doğru yolu bulacak. ALPER Juno, görkemli Roma TURGUT İmparatorluğu’nun baş tanrısı Jüpiter’in hem kız kardeşi hem de karısıydı. Vakti zamanında yaratıcılığı ve yaşamı sembolize eden bu ana tanrıça (eski Yunan mitolojisindeki Hera’ya denk geliyor), doğurganlığın ve gençliğin de bir numaralı temsilcisidir. Tarihi bir kenara bırakmadan önce filmin adının, tebessüme davetiye çıkaran bu hayli sempatik öyküye cuk diye oturduğunu belirtelim. Juno’nun Hollywood ölçekli bir yapım için çok düşük bir bütçesi (yaklaşık 7,5 milyon dolar) var. İyi film çekmenin parayla pulla alakasının olmadığının ispatı gibi… Her gösterime girdiği ülkede beğenildi ve resmen gişeleri (şimdilik 160 milyon dolar) salladı. Üstüne de En İyi Orijinal Senaryo Oscarı’nın (Diablo Cody) da aralarında bulunduğu 36 ödül kazandı. Sımsıcak bir filmse aradığınız, özgün ve düzgün bir yapıta hasret kaldıysanız, inanın Juno (müzikler de müthiş) sizi pişman etmeyecek. Şimdiden notunuzu alın, Juno, 21 Mart 2008’de sinemalarda… Juno’nun genç yönetmeni Jason Reitman’ı 2005 tarihli “Sigara İçtiğiniz için Teşekkürler” (Thank You for Smoking) adlı yapımdan hatırlıyoruz. Reitman, bu proje için 50’den fazla yönetmen arasından seçildi ve böylelikle şeytanın bacağını kırabildi. Gelelim Diablo Cody’e… Filmin 30 yaşındaki senaristi Diablo, eski bir striptizci ve telefonla seks operatörü çalışanı… Onun şansı, internetteki blogunu sürekli izleyen bir yapımcının kendisiyle temasa geçmesiyle açılıyor. Şeker Kız lakaplı Diablo (İspanyolca iblis), önce bir striptizcinin anı ve deneyimlerini içiren kitabını yayımladı ardından da KİM DAHA TEHLİKELİ? Kasabalılar dükkanda rehin kalmışlardır. Bir kadın çocuğunu evde bıraktığını söyleyerek çevreden yardım ister, herkes can derdine düşmüştür, kimse ona yardım etmez, kadın tek başına yoğun siste kaybolur. Herkes paniktedir. Bu sırada filmin ana karakterlerini tanımaya başlarız: David’le oğlu Billy, Dan, gözüpek yaşlı öğretmen Irene (Frances Sternhagen), marketin yönetici yardımcısı Ollie (Toby Jones), köktendinci Bayan Carmody (Marcia Gay Harden), kasabaya yeni atanan genç öğretmen Amanda (Laurie Holden), David’in yazlıkçı avukat komşusu Brent (Andre Braugher). Marketin dışında bilinmeyen bir boyuttan gelen ölümcül yaratıklar pusuya yatmıştır. Sisin örttüğü bu canavarlar mı yoksa dükkanın içinde mantığını yitirip düne kadar komşu, dost bildiğiniz korkunun sardığı kasabalılar mı daha tehlikelidir? Sis, kasabanın yakınındaki askeri üssün çok gizli sürdürdüğü Arrowhead Projesi deneylerinin sonucunda oluşmuştur. Kurtuluş ancak ortak savaşımdan geçmektedir ama insanın korkudan tümüyle çıkarına dönmüş kendisine Oscar getiren senaryoyu yazdı. Filmde, 16 yaşında hamile kalan yeniyetme Juno’yu, 21 yaşındaki Kanadalı aktris Ellen Page canlandırdı. Şirin, minyon, çıtı pıtı Ellen, 10 yaşından beri sinema sektörünün içinde yer alıyor. “Lolipop” (Hard Candy) ile harikalar yaratan ve aklımıza kazınan Ellen Page, Juno ile adeta kendini aşıyor. Michael Cera, Jennifer Garner, Jason Bateman, Allison Janney, J.K. Simmons ve Olivia Thirlby ise filmin yükünü çeken diğer isimler… Öykümüz, soğuğuyla meşhur Minnesota’da geçer. Kolej öğrencisi Juno McGuff, gözlerinde zeka pırıltılarıyla dolaşan, patavatsız, dürüst, romantik ve farklı bir kızdır. Özgüven timsali ve espri makinesi Juno, can sıkıntısından sınıf arkadaşı Paulie Bleeker’i baştan çıkarır. Tek kişilik bir koltuk üzerinde yaşanan bu ilk deneyim, istenilmeyen bir gebeliği de beraberinde getirir. Juno’nun tam tersi bir karaktere sahip olan Paulie, çokça içine kapanık, öğrenciler arasında “inek” tabir edilecek denli çalışkan ve hayatını koşmaya adayan bir gençtir. Juno ve Paulie’nin çocukluktan çıkıp ebeveyne dönüşmeleri mümkün değildir. Önce sırdaşı Leah’a ardından da babası Mac ile üvey annesi Bren’e hamile kaldığını açıklar. İlginçtir, büyümüşte küçülmüş tavrıyla göze batan hanım kızımız Juno’ya hiç kimse olumsuz bir tepki vermez. Yetişkin kadınlarda dahi pek göremediğimiz kendi kurallarıyla yaşamak fikri onda beden bulmuş gibidir. Juno, güçlü bir kadın özleminin portresidir. İlk işi kürtajdan vazgeçmektir. Arkadaşlarının müstehzi bakışlarına ve toplumun değer yargılarına aldırmayan Juno, kararını vermiştir. Bebeğini doğurup, evlat beklentisiyle yanıp tutuşan bir çifte teslim edecektir. Kısa sürede talihli çift belirlenir; Mark ve Vanessa Loring… Kentin zengin mahallesinde, Glacier Valley Malikâneleri’nde oturan Mark ve Vanessa, sevinçten havalara uçarlar. Kendilerine ait olacak bebeğin gelişimini izlemek için Juno’dan izin almaktan da geri durmazlar. Sonra zaman geçer. İçinde büyüyen bebek, onu olgun kadına doğru yürüyüşe çıkarır. Kâh mutlu olur, kâh intihara meyilli haller takınır. Genç bir bedeni saran sıkışmışlık duygusunu, başucunda toplanan ve her daim yardımına koşan altın kalpli insanlarla birlikte atlatır. Baba Mac, kızına sarılır ve “Üzülme büyüyünce kendine ait çocuklarında olur” der. Evlilik kurumunda boğulan ve Juno ile yakınlaşan Mark ise kocalığı bile beceremezken baba olacağı düşüncesine katlanamaz. Eşinin istediği adamı bir kenara bırakır ve rock yıldızlığına terfi etmek için evi terk eder. Alışveriş çılgını ve tüketim delisi gibi gözükse de anne olmayı tüm dünya nimetlerinin üstünde tutan Vanessa yapayalnız kalır. Juno hamileliğinin son günlerinde, ürkek Paulie’ye aşkını haykırır. Karşılığını da kat be kat bulur. Artık bu saf sevda hikâyesinin sonu gelmiştir. Gençlere özgü hataları, binlerce yıllık aile kavramını ve ahlak adıyla beslenen önyargıları masaya yatırmanın vakti değildir. Önemli olan sadece bebeğin akıbetidir. Andy Fickman’ın yönettiği filmde The Rock, Kyra Sedgwick, Roselyn Sanchez ile Morris Chestnut rol alıyor. Öğrenciyken futbol oynadığı yıllarda The Rock’ın hayali günün birinde Amerikan Futbol Ligi’nde oynamaktı. Aksiyon filmleriyle büyük çıkışını yakalamadan önce komedi yapma isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Bu nedenledir ki, 7 yaşında bir kız çocuğunun ortaya çıkarak kızı olduğunu iddia etmesiyle bekar hayatı darmadağın olan futbol starını anlatan bu filmde oynama fırsatını hiç düşünmeden kabul eder. Murat Şeker’in ikinci filmi olan Plajda’da Sarp Apak, Gürgen Öz, Tuba Ünsal ile Tuğçe Ersoy rol alıyor. Ali ve Can’ın en büyük hayali sinema filmlerinde oynamaktır. Günün birinde davetli olmadıkları bir film tanıtım partisine giderler. Amaçları Plajda isminde bir gençlik filmi çeken ünlü yönetmene kendilerini göstermektir. Aradıklarını bulamayan ikili parti çıkışı bir anda mafya hesaplaşmasının ortasına düşer. ? Oyun Bozan (The Game Plan) ? Plajda Belgesel yönetmeni Mehmet Eryılmaz’ın ilk uzun metraj filminde Zümrüt Erkin, Fatih Al, Erol Babaoğlu ile Erol Tezeren rol alıyor. Hazan MevsimiBir Panayır Hikayesi, panayırda geçen umutsuz bir aşk öyküsünü anlatıyor. Günümüzde kaybolan kültür miraslarımızdan biri olan 4 ayrı panayırda çekilen Hazan Mevsimi’nde gerçek panayır çalışanları da rol aldı. İkisi de bir yerde kök salamayan, rüzgar nereden eserse oraya savrulan Cemal ve Nurşen’in hikayesinde, her ne kadar renkli ve eğlenceli bir hayat olduğu sanılsa da, panayırda çalışmanın hiç de göründüğü gibi olmadığı anlaşılıyor. Film, yavaş yavaş hayatımızdan çıkan panayırlarda, ezilen insanların arasındaki şiddet dolu ve dengesiz ilişkileri gösteriyor. ? Hazan Mevsimi: Bir Panayır Hikayesi
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle