11 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESİ 10 CMYK 10 1 MART 2008 CUMARTESİ Bu filmi izlemeye eliniz ‘Bayrampaşa Ben Fazla Kalmayacağım’, her şeyiyle bir ilk olma özelliği taşıyor. Senaryo mahkumlar tarafından yazıldı, müzik mahkumlar tarafından yapıldı, oyuncular yine mahkumlar ve infaz koruma memurları. Öyle ki filmin afişini bile cezaevi tabur komutanı çekti. Filmin geliri cezaevlerine gidecek... irenler unutmaya çalışıyor, girmeyenler bilmezden geliyor, belki bulunduğu semtten gelip geçiyor. Oysa ki çok fazla suç işleniyor ülkemizde ve dünyada. Cezaevlerinde çok sayıda insan yatıyor. Suç ve ceza... Tartışılır... Ancak bu yok sayılan yere yakındaki biri girmediyse belki de gazetede küçük bir haber görmedikçe akla gelmiyor. Şu an kendini özgür sayan herkes günün birinde bir ZUHAL mahkum olabilir. Pek imkansız gibi AYTOLUN de düşünmemek gerek. Peki cezaevi nasıl bir yerdir? Mahkumlar orada, hiç görmediğimiz uzak bir yerde, dört duvar ardında, parmaklıklar arkasında nasıl yaşarlar? İşte bu sorulara muhtemel yanıtlar veren Bayrampaşa Ben Fazla Kalmayacağım, herkesin mahkum adayı olduğunu hatırlatıyor. Senaryosu mahkumlar tarafından yazılan, müziklerini yine mahkumların yaptığı ve 100’den fazla mahkum ile 26 infaz koruma memurunun rol aldığı film her şeyiyle bir ilk olma özelliği taşıyor. Yanlışlıkla tutuklanıp, derdini anlatamadan yıllarca cezaevinde kalmak zorunda bırakılan bir adamın öyküsünü konu alan film, sistem eleştirisi yaparken hem güldürüyor hem de duygulandırıyor. Adalet ve Kültür Bakanlıklarının desteği ve Digitürk’ün sponsorluğunda çekilen filmin yapımcılığını Birol Güven’in kurucusu olduğu Mint Yapım üstlendi. Afiş fotoğrafını da cezaevi tabur komutanı çekti. Filmde infaz koruma memurları ile mahkumlara, oyuncu Vural Çelik, Yasemin Conka, Hakan Yılmaz ve Okan Tangücü eşlik eti. Halil Ergün, Tamer Karadağlı, Yeşim Salkım, Savaş Ay ile Doğa Rutkay da konuk oyuncu olarak filmde yer aldılar. Filmde rol alan mahkumlardan dördü tahliye olsa da, diğerleri halen cezaevlerindeler. Ancak filmin yönetmeni Hamdi Alkan, mahkumları oyuncu adayları olarak değerlendirdiğini aksi halde filmi çekemeyeceğini söylüyor, filmde rol alanlardan belki de hiç içeriden çıkamayacak insanlar olduğunu da hatırlatarak. “Cezaevi yaşamın ve toplumun bir gerçeği” diyen ve bu zorlu çekim süreci sonunda ortaya çıkan filmin verdiği mesajların yerine ulaşacağını umduklarını mahkum G belirten Alkan’la kendisinin de ilk deneyimi olan filmi ve sanatın suç üzerinde yarattığı kırılma noktalarını konuştuk. Sender’in 2006 yılında gerçekleştirdiği senaryo derslerinin ardından gelişen film sürecini anlatır mısınız? Nasıl gelişti? “Senaryo Yazarları Derneği’nin Bayrampaşa Cezaevi’nde gerçekleştirdiği senaryo atölyesi etkinliği ile başladı süreç. Haftada bir gün gidilerek senaryo çalışmaları yapılıyordu. Bu tür faaliyetler zaten gerçekleştiriliyor cezaevlerinde. Resim ve tiyatro kursları da yapılıyor. Ancak bir sinema hikayesi oluşturmak güçtü. Ortaya güzel bir hikaye çıksa da onu filme çekmek zor. Daha önce de bu tür çalışmalar denenmiş ancak gerçekleştirilememiş. Biz bu filmle bir ilki gerçekleştirdik.” Çekimlerde ne gibi zorluklar yaşadınız? “18 gün tam zamanlı çalıştık orada. Tek mekan olduğu için kolay oldu. Oyuncular da tam vaktinde setteydiler. Nerede olacaklarsa başka! Oyuncu kaprisi yok. Ancak teknik donanım ve 60 kişilik bir ekiple gidip, oradaki kurallara uymak zor oldu. Her gidişimizde 56 güvenlikten geçiyorduk, zaman alıyordu. Tabii bu bir kural. Ayrıca sesli çekimle doğal ortam sesi almaya çalıştık. Ancak cezaevinin alışılagelmiş bir ritmi var orada. Örneğin yemek arabasının çıkardığı ses olduğu anda çekim yapmanız imkansızlaşıyor. Zannedersiniz ki şimendifer geliyor. Tabii bağrışlar geliyor diğer yandan. Benim tek şartım sigarasız koğuşta çekim yapmaktı. Cezaevinde de sigarasız koğuş bulmak zor tabii. Koğuşu seçerken ışık, sinemasal açıları uygun ve sigarası az olanı tercih ettik ve filmi B1 koğuşunda çektik. Filmde görev alanlar yine B1 koğuşundalar şimdi.” Doğal ortamı sağlamak kolay oldu mu? “Çok az tekrarla çektim filmi. Kalabalıkta kameraya gözü takılan da oldu ama çekimi tekrarlamadım. O işin doğallığını bozmak istemedim. Kurcalamadım ve dokunmadım. Neyse o olsun istedim. Zaten onlara da söyledim, ‘Kendiniz olun yeter’ diye. Belki yaşamında hiç kamerayla ilgisi olmamış belki de baba diye çağırıldığı için ağırlığı olanlar vardı. Uzay sahnesinde oynadılar. Filmde aynı cezaevinde yatan bir baba oğul da oynadı. Ya da bir diğeri ‘Ben bu adamla oynamam, beni bu yakalattı’ dedi. Bu da işin trajikomik yanı. Baktığınız zaman onlar suç işleyenler ama suç işledikleri için de yok sayamayız. Filmin çekimleri bittiğinde çıkıp anlatmaya çalıştım onlara. ‘Burada 18 gün iyi bir şeyler yapmaya çalıştık. Aslında iyi şeyler yapılabiliyor. Neden bu film yaşamınızda iyi şeylerin bir başlangıcı olmasın’ diye. Sonunda onlar da ağladı ben de. Her türlü duygu yüksek orada.” Piyango sana da çıkabilir Sizin daha önce gitmişliğiniz var mı cezaevine? “Benim babam 7 yıl baş gardiyanlık, 31 yıl da baş mübaşirlik yapmıştır. Bir adliyeci çocuğuyum aslında. Teyzem ve eniştem de emekli gardiyan. Bu da küçük bir ayrıntı aslında filmle benim aramda. Adliye koridorlarında büyüdüm. Çocukluğumdan hayal meyal hatırlıyorum. Ama suç ve suçlu kavramı hiç değişmiyor. Suç her yerde, her zaman suç yine. Fakat çok uzak değilim cezaevlerine. Ancak orada suçlularla çalışıyoruz. Standart bir bakış açısına sahip bir yönetmen belki de çekemezdi bu filmi. Bir de önceden komedyen yönüm olduğu için sempati oluşturdum. Benim o yıllarda yaptığım skeçleri çocuk ya da gençken izleyen bugünün suçlularıyla çalıştım. Orada sinirlenebileceğiniz çok şey olsa da o sistemle çalışmak durumundasınız. Kuralları var. Sen film çekerek o ritmi bozuyorsun.” Peki siz çekim sonrası ritim bozukluğu yaşadınız mı? Etkisinden kolay çıkabildiniz mi? “Ben etkisinden çok zor çıktım. Çünkü çok etkilendim. Oranın bir kokusu, bir yaşamı vardı. Sen gidiyorsun ve onlar orada kalıyor. Ama sonuçta onlar suçlu. Çok fazla duygu bir arada. Artık yüreğime öküz oturmuştu. Hatta daha önce kimseyle paylaşmadığım şeyler de yaşadım.” Ne gibi şeyler yaşadınız? “Bir gün biri seslendi çekimler sırasında. ‘Hamdi abi beni hatırladın mı?’ diye. Şaşırıp kaldım. ‘Hamdi abi, sen kapalıçarşıda bana gelip kızına kristal oyuncak alırdın’ diye hatırlattı kendini. Belki de 15 gün önce ondan alışveriş yapmıştım ama şimdi bir sebepten cezaevinde. Başka bir gün de bir çocuk bakıyordu sürekli. Sordum niye baktığını. ‘Abi beni hatırlamıyor musun?’ diye sordu. Hatırladım sonradan. Bizim köydendi. Köyde muslukları çalarken yakalanmış. Ne kadar yakın aslında. ‘Her özgür insan bir mahkum adayıdır’ sözü burada doğrulanıyor. Hepimizin başına gelebilir. Hele de bu trafik yoğunluğunda. Hiç beklemediğin bir anda piyango sana da çıkabilir.” Beykozlu Şahin Hoca Makedonya’nın İştip bölgesinde 1888’de dünya gelen Hayrettin Bey ile Bulgaristan’ın Petriç kasabasında doğup akrabalarıyla Türkiye’ye gelen Emetullah Hanım İstanbul’da evleniyorlar. Damat, Balkan Harbi’nde Osmanlı Ordusu saflarında fedakarca savaşmış bir neferdir. Osmanlı yenilince artık doğduğu topraklarda yaşamayacağına inanarak Selanik’e ardından da İzmir’e geliyor. O sırada 1. Dünya Savaşı patlıyor, Seferberlik ilan ediliyor, Hayrettin Bey yeniden askere alınarak bu sefer de Irak Cephesine yollanıyor. Bir yenilgi de orada alıyor. Yetmiyormuş gibi İngilizlerin eline esir düşüyor. Mütareke sonunda İngilizler, Osmanlı esirleri Batum’a götürüp serbest bırakıyorlar. Kahramanımız bir gemiyle İstanbul’a gelerek yeni hayatını kuruyor. Beykoz’da Tekel Deposu’na bekçi olarak giriyor. Yeni evli çiftin 22 Şubat 1924 günü ilk çocukları dünyaya gözlerini açıyor. Hayır açamıyor: Ben yedi aylıkken dünyaya gelmişim. Şahin Hoca Doğduğum vakit gözlerim kapalıymış ve kırk gün sonra belgeselin açılmış. Annem gözlerime süt sürermiş gözlerime açılsın yapımcısı diye, babam da “bırak, boşuna uğraşma belli ki, yaşamayacak bu çocuk” diyormuş. Nazım Ama o çocuk yaşıyor, büyüyor hem de çok büyüyor. Alpman’la... Beykoz Orta Okulu’nun efsane beden eğitimi öğretmeni Şahin Köktürk oluyor! HÜLYA ŞEN binası o yıllarda İstanbul Erkek Muallim Mektebi olarak hizmet veriyordu. Şahin Köktürk gözde bir sporcusu olarak Muallim Mektebi’nden başarıyla mezun oluyor. Zeki Akkök, Ahmet Şıvgın ve Şahin Hoca Ankara’ya gidip Gazi Terbiye Enstitüsü Beden Eğitimi Bölümü’nün sınavlarına giriyor. Bu “üçlü” hayatları boyunca birbirlerinden hiç ayrılmayacaklardır. Her şeyin “zor” olduğu yıllar sürmektedir: Arkadaşlarım Ankara’ya bir gün evvel gitmişlerdi. Bir otelde kalıyorlar. Benim kalacak param yok. Beni o akşam gizlice odalarına aldılar. Sabahleyin otelci fark etti. Sınavlar da başladı, üç gün sürüyor. Bir gece ben Gençlik Parkında yattım. Üçüncü gece de annemin bir yakını vardı, utanarak orada kaldım! Okula 25 kişi alınacaktı, 25. olarak kazandım. Ama mezuniyette “Okul Birincisi” olmuştum. 19 Mayıs mı, 27 Mayıs mı? Şahin Köktürk, Mersin’de başladığı beden eğitimi öğretmenliğine Edremit, Adapazarı’nda devam ettikten sonra doğup büyüdüğü yere, geçmişi başarılarla dolu deneyimli bir öğretmen olarak dönüyor: 1962’de geldim Beykoz’a. Baktım hiçbir şey yok. Ne yapabilirim dedim burada, kros yapabilirim. Koruda başladım koşturmalara. Seçimler yapıldı, sonra antrenmanlar. Ben bisiklete biniyordum, öğrenciler koşuyordu. İlk önce sınıflar arası yarışlar yaptırırdım. En iyi ilk 10’u aldım. Sonra onları kendi sınıf gruplarında koşturdum. Onların ilk 10’unu aldım. Sonra okul birinciliği yaptırdım ve ilk 15’ten okul takımı kurdum. Şahin Hoca 1962’nin Temmuz ayında Güzel Sanatlar Akademisi mezunu resim ve İngilizce öğretmeni Lale Hanım ile evleniyor. Bu mutlu beraberlik 45 yılı geride bırakmış bulunuyor. Şahin Hoca, yeni kurulan Cumhuriyet’in yokluk, yoksulluk, zorluk, çilelerle dolu inşa dönemindeki sıkıntılarından ziyadesiyle nasibini almıştı. O yılların acısını, öğrencilerinin başarı ve mutluluğuyla hayattan çıkarmanın keyfiyle emeklilik günleri sürdürüyor. Ama dinamizminden hiçbir şey kaybetmemiş olarak… Haftada üç gün kondisyon merkezinde kültür, fizik ve ağırlık çalışması yapıyor. Yani Şahin Hocamız bildiğimiz yolunda ilerliyor. Cumhuriyet’le birlikte çalışmaya başlayan, ondan güç alan ve ona güç veren bir enerji santralının sessiz dinamosu gibi… TARIK ZAFER BEYKOZ’DA Şahin Hoca, Ahmet Mithat Efendi İlkokulu’nu bitirdikten sonra 1936 Eylül’ünde Beykoz Orta Okulu’nun ilk öğrencilerinden biri olarak 6. sınıfa başlıyor. Okulun Fransızca öğretmeni daha sonra Türkiye’nin ünlü Anayasa Profesörü olacak Tarık Zafer Tunaya’dır. Sulhi Garan matematik öğretmeni… Okumaya devam edecek bütün Beykozlu çocuklar gibi o da Kabataş Erkek Lisesi’ne kaydını yaptırıyor. Kabataş’ta Beykozluların ayrı bir yeri vardır: Kabataş’a girmişiz, aynı sınıfa vermişler bizi. Beykozluları çok küçümserlerdi. 4H sınıfında 85 kişiydik.. Peki kim sizi küçümserdi? Kabataşlı öğretmenler bizi tutmazlardı. İlk karne sonunda durum değişti. 85 kişiden 13 kişi doğrudan doğruya sınıfı geçmişti. Ve bu 13 kişiden 7’si Beykozluydu. Gönlünüzde bir meslek var mıydı? Tıp fakültesine girip doktor olmak istiyorum. Ama o sene Ağustos oldu, Kabataş’a devam edemeyeceğimi anladım. Çünkü hem vapur parası, hem kitap parası hem de yemek parası yetiştiremiyordum. Mecburen Öğretmen Okuluna başvurdum, orada yatılı okuma imkanı vardı. Daha önemlisi yemeği okul idaresi veriyordu! Şimdi Beşiktaş Balmumcu’daki İl Jandarma Komutanlığı Fotoğraf: SERDAR SÖNMEZ Şahin Köktürk, Adapazarı Lisesi’nde meslekteki 10. yılını doldurduğu günlerde “27 Mayıs 1960 İhtilali” de birinci yıl dönümünü kutlamaya hazırlanmaktadır. Kentin askeri valisi Albay Sedat Kirtetepe disiplini ile Adapazarı’nı “er eğitim alayı” kıvamına getirmiştir. 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlamaları öncesinde kentteki üç lisenin beden eğitimi öğretmenlerini çağırıyor: Sizden 27 Mayıs’a layık bir 19 Mayıs töreni hazırlamanızı istiyorum. Herkes “baş üstüne efendim” deyip çıkmaya hazırlanırken Şahin Hoca söz alıyor ve diyor ki: Biz ancak 19 Mayıs 1919’a layık bir 19 Mayıs töreni hazırlayabiliriz! Asker vali kurşun yemiş gibi oluyor: Peki öyle olması için ne istiyorsunuz? Gösteri yapacak öğrencilere bir hafta izin verilmesini… Bütün okulları bir hafta tatil ediyorum, istediğiniz kadar öğrenci alın, çalışın. İzci kampından çıkan yıldız Şahin Köktürk askerlik görevinden sonra öğretmenliğe Edremit Orta Okulu’nda devam ediyor. Ders yılı bitince 15 erkek öğrenciyle Küçükkuyu Edremit arasında yaz kampı kuruyor. Çocuklarla her gün değişik bir etkinlik düzenliyor: Edremit’te günlük izci çalışması yapıyoruz. Yürüyüşler, doğayı, ağaçları tanıma… Yemek zaten kendileri yapıyor. Akşamları ateş yakıp ateşin etrafında toplanıyoruz. Öğleden sonra zaten tamamen deniz ve spor oluyor. Öğrencilerinin arasında Edremit Kaymakamı’nın oğlu da var. Kaymakam Bey Amerika’da dış görevden yeni dönmüş talihli bir devlet memuru. Çocuğun Amerika’dan getirdiği bir de köpeği var. Hayvan et ile beslenmeye alışmış, ama izci kampında eti kim kaybetmiş ki, köpek bulsun? İki gün sonra köpek de patlıcan yemeğine doğranmış ekmekle karnını doyurmayı öğreniyor. Öğrenciler kamp sonunda izci yemini edecekler. Şahin Hoca onlar için bir tören hazırlıyor. Öğrencilerden Orhan İyiler’in yazdığı oyunu sahneye koyuyorlar. Kaymakamın oğlu da piyeste rol alarak sahneye çıkıyor. Başarılı oluyor. Çok da alkışlanıyor. Şahin Hoca’nın öğrencisi o gün çıktığı sahnede bugünde alkışlanmaya devam ediyor. Bu öğrencinin kim olduğunu da Şahin Hoca söylesin: Tuncel Kurtiz!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle