27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

20 ARALIK 2008 CUMARTESİ 7 Kalbim acıyor Altın Portakal ödüllü 2005 tarihli “Türev”e dek kısa filmlerde rol almışsınız. Okul yıllarında (1999–2000) kısa filmlere başlamıştım. Kısa filmlerde oynamayı, o güzelim ve samimi projelere dâhil olmayı seviyorum. Bugüne dek 15 kısa filmde rol aldım ve almayı sürdüreceğim. “Türev”, “Yumurta” ve “İki Çizgi”... Genellikle gişe beklentisi olmayan festival filmlerinde boy gösteriyorsunuz. Gerçeği söylemek gerekirse sanatsal yönü baskın yapımlar baştan tu kaka ilan ediliyorlar. Siyasi filmlerin hataları ise ya görmezden geliniyor ya da büyük bir anlayışla karşılanıyor. Diyeceğim o ki; siyasi filmler kayrılıyorlar. Ortada tam manasıyla kendin çal, kendin oyna durumu var. Sadece festival filmlerinde oynarım gibi bir söylemim ise hiç olmadı. Benim hayata dair bir derdim var. Senaryonun, yönetmenin de bir derdi var mı? İşte benim bir filmi seçme kriterim budur. Sonuçta filmi yaptık ve bitti. Asıl önemlisi iş bittikten sonrasıdır. Yönetmen olsun, oyuncu olsun, oturabilecek miyiz tekrar, eskisi gibi yüz yüze bakabilecek miyiz? Yeni bir film projesi var mı? Çeşitli festivallerde gösterilen buhranlı bir şehir kadınını canlandırdığım İki Çizgi, yakında vizyona girecek. Bunun dışında Caner ve Alper Özyurtlu’nun bir projesinde yer alacağım. Filmi 2009 yazında çekeceğiz. Sinema olmazsa ölürüm Elveda Rumeli’de Hatice’yi canlandıran Gülçin Santırcıoğlu hayata dair bir derdi olduğunu anlatırken soruyor: “Senaryonun, yönetmenin de bir derdi var mı? İşte benim bir filmi seçme kriterim budur. Derdi olan kadınları canlandıramazsam soluk dahi alamam.” Gülçin Santırcıoğlu… Müziksiz yaşayamayan ve hayatını biricik aşkı sinemaya adayan güzel bir kadın... Festival filmlerinde şehirli kadınları canlandıran Gülçin Santırcıoğlu’nu, tüm Türkiye “Elveda Rumeli” dizisinin köylü Haticesi olarak tanıdı. Dostlarının efsane aktris Meryl Streep’e benzettiği, deniz fenerlerine ALPER tutkun Gülçin Santırcıoğlu’nun en TURGUT büyük keyfi ise kamera denildiğinde “canlandırdığı karaktere bürünüp, alperturgut.blogcu.com 1001 ruhlu hissedebilmek”… Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Makedonya’daki dizi setini ziyaret edecek diye tepki gösterip sete gitmeyen, karanlığa inatla karşı koyan bağımsız ve modern kadınları anlatmak isteyen Gülçin Santırcıoğlu; “Her şeyin farkındayım ve bu kalbimi acıtıyor. Herkesin unutmaya çalıştığını ben unutamam. Kendimi ifade edebildiğim sinema olmazsa ölürüm, derdi olan kadınları canlandıramazsam soluk dahi alamam. İşte bu sebeple çok kanırtıyorum kendimi” diyor. Peki, sizce haksız mı? İsterseniz en başa dönelim. Nasıl bir çocukluktu sizinki... İzmir Alsancaklıyım. Tekstil işleriyle uğraşan babam İbrahim, Manisalı… Ev hanımı annem Selime ise Balkan göçmeni... Kız kardeşim Elçin ise Eskişehir’de mastır yapıyor. O benden daha yararlı bir iş yapıyor. Çocukların konuşma bozukluğunu gidermeye çalışıyor. Varlıklı bir ailenin oluşturduğu korunaklı bir yaşam alanında büyüdüm. Hiç yokluk çekmemiş, dünyadan bihaber bir çocukluk... Çocukluk anılarım belki de bu yüzden mutlulukla dolu… Konservatuardan önce Ankara’da İspanyol edebiyatı okumuşsunuz. Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde İspanyol edebiyatı okudum. Ankara’da geçirdiğim bir buçuk yıl, hayatımı tam anlamıyla değiştirdi, bende devrim yarattı. Aydınlanmamı ve büyümemi sağladı. Hiç para sorunu çekmemiş bir kişiydim, harçlarını dahi ödeyemeyen akranlarımı tanıdım. Hiç unutmam, Dil Tarih Coğrafya harç eylemleri sırasında işgal edildi ve polis öğrencilerin gösterisini zor kullanarak bastırdı. Çıkan olaylar sonrasında 127 öğrenci gözaltına alındı, 51 polis ve 100 öğrenci yaralandı. Yaşadıklarımdan sonra artık eskisi gibi olmam mümkün değildi. Lay lay lom bir hayat sona ermişti. KARAMSARIM Ve geldik “Elveda Rumeli”ye… Sinema benim gayem, dizi oyuncusu olarak anılmayı kesinlikle istemem. Oyuncular genellikle para kazanmak için dizileri tercih ediyorlar ama dönem dizisi Elveda Rumeli gerçekten iyi ve başarılı bir yapım. Tanınmamı sağlayan Elveda Rumeli’nin bendeki yeri apayrı… Öncelikle kızı birine âşık oldu diye evladını öldürmeyen bir adamın (Sütçü Ramiz) dizisi bu. Bu nedenle Elveda Rumeli’de yer aldığım ve aşkının peşinden giden bir kadını canlandırdığım için gurur duyuyorum. Üstelik insanlar bu diziyi çok seviyorlar. Peki, Gülçin Santırcıoğlu, siyasetle ilgili mi? Siyasi olarak sol taraftayım. Herhangi bir “ist”e dâhil olmak değil, hayatın içinde bunu ne kadar uygulayabildiğin önemlidir. Faşist bir filmde kesinlikle oynamam ama rolüm gereği bir faşisti canlandırabilirim. Bunun dışında üçüncü dünya savaşının çıktığını biliyorum. Gerekli bilgiyi 20.00 haberlerinden alanlardan asla olmadım. Okuyorum, görüyorum, fark ediyorum. Üstelik karamsar bir insanım. Kalbim acıyor. Gelecekte sosyal sorumluluk projelerine ağırlık vermek istiyorum. Kadınların öyküleri, açmazları, yaşadıkları ve yaşayamadıkları dikkatimi çekiyor. Vicdana ve eşitliğe inanan bir kadın olarak biliyorum ki; kendimi sinemayla anlatabilirim. ‘Bedenin kıvrımlarında ruhu arıyorum’ ‘ C MY B C MY B Çıplaklığı neden işlediğimi düşündüğümde asıl ulaşılmak istenenin bedenin kıvrımları arasında ruhun kıvrımlarını görebilme çabası olduğunu düşünüyorum. Fotoğraflarımda kadın, bedeniyle barışmakta ve özgürdür. Bedeniyle iç içedir artık ve izleyici de umrunda değildir. Gazetelerde, televizyonlarda, ambalajların üzerinde, araba reklamlarında kadın bedeninin bir meta olarak kullanılması toplumsal bir yozlaşmayı ve duygu kirlenmesini beraberinde getiriyor. Benimkisi buna bir tepki. Belki de bir çeşit eylem benimki. Çıplaklığın sanat içinde gösterilmesi hâlâ kabul edilir bir durum değil maalesef. Oysa çıplaklık bakanın gözündedir. İzmirli sanatçı Nilay İşlek, nü fotoğraf sergisine Gaziantep’te sergi salonu bulamadığını, oysa çıplaklığın bakanın gözünde olduğunu anlatıyor. Lise yıllarında amatör olarak fotoğrafla ilgilenmeye başlayan İzmirli fotoğraf sanatçısı Nilay İşlek, “Farklı olmak farkındalık kavramıyla beraber yürür, birşeylerin farkındaysanız ve sorguluyorsanız, ortaya koyduklarınız da sizi bir diğerinden farklı kılar” diyor. Kadınsı içgüdüyle fotoğraf makinesiyle temasa geçen sanatçı kendini şanslı görüyor ve vizöründen farklı yaşamlar sunuyor bizlere. Yani “kadınca fotoğraflar.” Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde master eğitimine devam eden sanatçı, İzmir Fotoğraf Sanatçıları Derneği (İFOD) bünyesinde eğitmen olarak görev yapıyor. Kişisel sergilerinin yanı sıra yurtiçi ve yurtdışında pek çok karma sergiye de katılmış olan İşlek, profesyonel olarak doğum ve düğün belgeseli çalışmalarını sürdürüyor. Sanatçıyla “fotoğraf dili” üzerine söyleştik. Fotoğraf ‘sanat’mıdır yoksa tarihi belgeleyen unsur mudur? “Fotoğraf tarihi belgeleyen bir zaman, gözlem ve gerçegi görünür kılma sanatıdır. Sanat kavramını herhangi bir materyal ile dışavurum şekli olarak düşünürsek buradaki materyal yazar için söz, ressam için boya olabildiği gibi fotoğraf da olabilir. Fotoğraf sanat mıdır, değil midir tartışması uzun süreden bu yana yapılmaktadır. Ama bana göre artık sanatsal bir ifade biçimi olarak güzel sanatlar içerisinde yerini bulmuştur ve sanatsal boyutunun yanı sıra önemli bir iletişim aracıdır. Ama burada bir nokta çok önemli. Öyle ki sanatsal her fotoğraf otomatikman bir belge niteliği taşır fakat belge niteliği olan her fotoğrafı da sanatsal olarak ele alamayız.” Fotoğrafladığınız insanlar içinde sizi derinden etkileyen nedir? SERDAR AĞIR ’ “Kadrajımdaki insanların yaşanmışlıkları etkiler beni. Bu ister bir belgesel, ister stüdyoda poz veren bir model olsun objektife yönelen bakışlardan hissedersiniz. Fotoğrafa baktığınızda sizi alıp götüren bir şeyler bulursunuz. Çünkü gözün ve yüreğin buluştuğu noktada durmaktadır fotoğraf.” Dijital fotoğrafçılığa sıcak bakıyor musunuz? “Fotoğraf dünyada anlaşılan tek ortak dildir. Bu dil yabancılaşırsa anlaşılması da zorlaşır. Teknolojinin getirdiği bazı kolaylıklar yanlış kullanılmakta ve bu ortak dil yabancılaşmaktadır. Aslında sayısal fotoğrafın hayatımıza girmesi bana göre fotoğraf adına çok büyük bir değişim değil, şöyle ki analog olsun, dijital olsun yine mekanik bir araç yardımıyla görüntüyü oluşturuyoruz. Burada yine düşünsel boyut önemli olmalı. Fakat yanlış bir bilinçlenme var artık dijital fotoğraf denilince. İlk akla gelen şey photoshop kavramı oluyor. Sayısal fotoğrafın aydınlık odası olan photoshop karanlık oda mantelitesiyle uygulanırsa sadece işlemleri hızlandırmış oluruz. Ama malesef photoshop sadece fotoğrafın kusurlarını örten, gerçek dışı görüntüler üreten bir araç olarak algılanıyor. Orjinal fotoğraftan çok fotoğrafın dijital simülasyonları üretiliyor. Fotoğraf üretirken bakmak ve görmek kavramlarından uzaklaşmayıp görme ayrıcalığımızı kullanmaya devam etmeliyiz. Gerçek bir fotoğrafçı farklı bir görme yetisine, farklı bir bakış açısına sahip olmalıdır. Estetik kaygılar taşırsak, düşünsel ve yaratıcılık boyutumuzu teknolojiye esir etmez sadece bilgisayara bağlı görüntü üretip fotoğrafın niteliklerini yok etmezsek dijital fotoğrafa biraz daha ılımlı yaklaşabiliriz.” Farklı çalışmalarınız var. Belgesel, doğa, nü, insan. Öncelikle bir fotoğraf karesi nelere sahip olmalı? “Farklı olmak, farkındalık kavramıyla beraber yürür bence. Bir şeylerin farkındaysanız ve sorguluyorsanız ortaya koyduklarınızda sizi bir diğerinden farklı kılar zaten. Son dönemlerde çok fazla ezber ve tekrar edilmiş fotoğraflarla karşılaşıyoruz. Günümüzde özgünlüğün yitirildiği düşüncesindeyim. Artık insanlar çok fazla düşünmüyor, sorgulamıyor. Bir fotoğraf karesi için en önemli şey fotoğrafa bakanı düşündürmesi, birşeyleri sorgulatmasıdır bence.” ALBÜM ÇIKARMAK İSTİYORUM Konservatuar bilinçli bir tercih miydi? Ankara’dan tekrar memleketime döndüm. Dokuz Eylül Üniversitesi Sahne Sanatları, Opera ve Şan Bölümü’ne kaydımı yaptırdım. Altı yıl süren zorlu, sancılı ve problemli öğrencilik dönemi, mezun olmama yetmedi. Oraya bir türlü ısınamadım, okuduğum bölümü ne yaptıysam sevemedim. Çünkü aklım fikrim sinema oyunculuğundaydı. Operayı tercih edişimin tek nedeni oyunculuk eğitimi almaktı. Okulda bize hem temel tiyatro hem de müzik eğitimi verdiler. Ama ben operacı olmak ve tiyatro yapmak istemedim. Ancak anladığım kadarıyla müzik sayesinde hayatınızı idame ettirdiniz… Evet, oyuncu olmadan önce uzun süre müzisyenlik yaptım. İlk kez İzmir Cumba’da sahne aldım. Sahne serüvenim neredeyse aralıksız 10 yıl sürdü. Nota sehpalarını taşıyarak, işimin hamallığını yapıp hakkını vererek çalıştım. Üç kuruş paraya şarkılar söyledim. Ama kazandığım bu para benim kalitesiz TV dizilerinden uzak tutabildi. İstanbul’da da Kız Kulesi, Cezayir Sokağı ve otellerde sahne aldım, caz okudum. Sonra dizi müzikleri seslendirdim. Badem grubunun 2. albümünde “Kalpsiz” şarkısının akustik versiyonuna düet yaptım. İlerde içime sinerse ve kaliteli bir iş olduğuna inanırsam bir albüm çıkartmak istiyorum. SİNEMAYA KAVUŞTUM İzmir, Ankara, İzmir ve tabii İstanbul… Oyuncu olmayı kafaya koymuştum. İzmir’de bu düşümü gerçekleştirme fırsatını yakalamam imkânsıza yakındı. Ondan çok şey öğrendiğim görüntü yönetmeni eski eşim ile birlikte 2002 yılında İstanbul’a taşındım. İstanbul’da şan hocalığı da yapmışsınız… Ruhi Su Kültür Sanat Vakfı‘nda üç yıl boyunca şan hocalığı yaptım. Orada konservatuara öğrenci hazırladım. Şimdi sinema sorularına geçelim. Nereden geliyor bu sinema tutkusu? Çocukluğumdan beri resmen sinemaya âşıktım. Ancak yıllar önce izlediğim ‘Piyano’ filminden sonra oyuncu olmaya karar verdim. Holly Hunter’ın oynadığı Ada McGrath karakteri beni müthiş etkiledi ve heyecanlandırdı. “Fahriye Abla”da tabuları yıkan ve kapıları kıran Müjde Ar ben ve birçokları için itici bir güç oldu. Hiç yılmadan sinemanın peşinden koştum. Kadere ve kısmete inanırım. Sabrettim ve 26 yaşında sinemaya kavuştum.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle