19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 20 ARALIK 2008 CUMARTESİ ‘İyi insanlara adanmış’ romanlar ‘Feminizm kocam bulaşıkları da yıkasınla olmaz’ Muhalif bir tiyatro amacıyla yola çıkan Babı Tiyatro’nun ilk oyunu Sahici İnsanlar/Plastik Ölümler töre cinayeti üzerinden sistemi eleştiriyor. Oyun Duru Tiyatro’da 7 ve 13 Ocak’ta izlenebilir. Sahici İnsanlar/Plastik Ölümler, Babı Tiyatro’nun ilk oyunu. Konusunu, gerçek bir olaydan, töre cinayetinden alan oyun, aslında küresel sistemin bir eleştirisi üzerine kurulu. Oyun, sistemi plazalar, büyük holdingler, savaşlar, silah pazarlaması, küresel ısınma, pompalanan tüketim çılgınlığı, diziler ve yarattığı manipülasyonlar gibi geniş bir perspektiften sorgularken bireylerin bu baskı ve yığın altında nasıl ezildiğini de yalın bir dille anlatıyor. Yalın ama sert bir tokat gibi çarpıyor izleyenlerin yüzüne sahnede görünenler. Zeynep Kaçar’ın kaleme aldığı oyunun dramaturjisini Melike Saba Akım yaptı. Ezgi Bakışkan, Zeynep Kaçar, Mesut Yüce ve Göktay Tosun’un oynadığı Sahici İnsanlar/Plastik Ölümler, Türkiye’de ve dünyada yaşananları kamufle etmeden, üstünü örtmeden, net ve açık bir dille aktarırken kadın başta olmak üzere tüm cinsel kimliklerin nasıl yoğrulduğunu, bastırıldığını gözler önüne seriyor. Hem tiyatronun kuruluşunu hem de oyun üzerinden sistemi konuştuk Zeynep Kaçar, Mesut Yüce ve Melike Saba Akım’la. İstanbul’da doğup Ankara’da büyüdükten sonra yolu Frankfurt’a uzanan Şükran Yiğit, oradan sesleniyor okurlarına... Son birkaç yılda art arda çıkardığı romanlarla belli bir ilgiyi üzerinde toplamayı başaran bir Türk yazarı, Şükran Yiğit, Avrupa’nın mali başkenti Frankfurt’ta ve uluslararası bir bankada “risk analisti” olarak çalışıyor. Bankada, gün içinde İngilizce OSMAN ve Almanca olarak sürdürdüğü mesai sonrasında da, içinde ve anadilinde romanlar yazıyor. Taşıdığı ÇUTSAY gecenin öyküleri insanlarla paylaşmayı amaçlıyor. Bunu da gerçekten son derece gelişkin bir dille yapıyor. Ana teması, unutmamak ve beklemek. Geçmişi içinde taşıyan ve sevgiyi bir sorumluluk olarak yaşayan “iyi insanlara adanmış”, onları anlatan romanlar bunlar. İstanbul’da doğup Ankara’da büyüyen, ODTÜ Endüstri Mühendisliği’ni bitirip bir süre Türkiye’de çalıştıktan sonra eşiyle birlikte Frankfurt’a yerleşen Yiğit, parçalanmış hayatları, Türkçenin Almancaya bir türlü giremeyişini, bunun ardındaki “iktidar sorununu”, bir toplumun kendi tarihini nasıl sırtında taşıması gerektiğini bu şehirde ve hangi koşullarda gördüğünü anlattı. Kısa bir süre önce son romanı “Çatıkatı Âşıkları” ile yeniden okur karşısına çıkan Şükran Yiğit, hayata, insana ve “şehre” dair sorularımızı yanıtladı. Türkçe, gençler arasında gizli bir kod Türkçe ile Almanya’daki yaşam ve Almancanın sizce nasıl bir ilişkisi var? Gözlemleriniz neler? Türkçe bu ülkede elbette bir dil olarak yaşıyor ama kendi hayatını yaşıyor. Giderek form değiştiriyor, özellikle gençlik gruplarında bir tür “gizli kod” görevi görüyor ve altkültürün bir parçası olarak hayata bir köşesinden eklemlenmenin yollarını arıyor. Ama başat dil Almancaya birkaç örnek dışında pek “sızamıyor”. Yani Türkçenin bu ülkede elli yıllık bir geçmişi var ama “döner” ve “ayran” dışında, Almancaya girip dile mal olabilmiş Türkçe sözcükler yok. Bunları, “amaç bu olmalı” falan diye söylemiyorum, daha çok kültürel iktidarın ya da iktidarsızlığın bir göstergesi olarak söylüyorum. ZUHAL AYTOLUN PARÇALANMIŞ BİR HAYAT Uzun yıllardır Frankfurt’ta yaşıyorsunuz. Yaşadığınız somut dünya ile kurguladığınız edebi dünya arasında nasıl bir fark var? Bir parçalanmadan söz edebilir miyiz, yoksa normal mi bütün bu “dünyevi” farklılıklar? Evet, yaklaşık on üç yıldır Frankfurt’ta yaşıyorum, “dünyevi farklılıklar” dediniz ya, şunu söyleyeyim: Her sabah, vızır vızır arabaların, işlerine koşan takım elbiseli insanların, gökdelenlerin arasından geçip, finans sektörünün son derece steril görünen bu dünyasındaki bir caddede yer alan bir kapıdan içeri giriyorum, asansöre binip odama çıkıyorum, masama oturuyorum, bilgisayarı açıyorum ve çalışmaya başlıyorum. Buraya kadar her şey “çok normal”, her şey çok yolunda! Düğmelerle çalışan bir dünya! Ama... Binanin bir buluyor. O toplum düzeni olduğu gibi korunuyor. Biz bunun tartışması yapılsın diye bu oyunu koyduk ortaya. Doğu dizileri ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Gizli bir manipülasyon var mı sizce? Kaçar: Bu konular meşrulaşıyor. İnsanlara ‘Evet, olabilir ve bunların çok da güzel tarafları var’ mesajları veriliyor. Kadınlar aslında zengin ve mutlular. Adamlar çok erkek ve mertler. Silah kullanımı da normal. Bunlar rasyonalize edilme çabasında. Toplum artık bunu bir gerçeklik olarak algılamaya başlıyor. Berdel hikayesini anlatsa bile o kadın o kadar güzel ve o adam o kadar cesur ve mert ki biz oradaki berdel hikayesini kaçırıyoruz. İnanılmaz bir silah pazarlaması var dizilerde. Televizyonda bu kadar çok silah gösterilmesinden nemalanan silah tüccarlarının olduğuna inanıyorum. Bu kadar silah gösterilen bir ortamda adamlar polis kılığına girerek kadınları kaçırıp tecavüz edip öldürüyor. cephesi o steril caddeye bakarken, bir cephesi de dar bir sokağa bakıyor ve başımı hemen yanımdaki pencereye çevirip de, sokağa, karşıdaki binanın girişine baktığım zaman gördüğüm şu: İnsanlar soğukta bir sığınak gibi kullanılan karşı binanın alt katındaki kafenin önüne birikmişler, iki rahibe toplanan uyuşturucu bağımlılarına, açlara, evsizlere yiyecek, giyecek ve kahve dağıtıyor. Her gün... O insanlarla aramızda sadece panzer camlar var. Biz yukarıda, onlar aşağıda... Biz yukarıda sanki dünyada her şey yolundaymışçasına programlarımızla, analizlerimizle, grafiklerimizle uğraşıyoruz, hemen yanımızda her gün tekrarlanan bir trajedinin sessiz, umursamaz seyircileri olarak... Sanki her şey çok yolundaymış gibi, sanki bu olanlar çok olağanmış gibi, sanki hayat zaten böyleymiş gibi... Tüm bunlar olup biterken ve biz bunları kanıksamış olarak, bu hayatı delirmeden sürdürürken, bu “marazi farkı” yaşarken sizin sözünü ettiğiniz fark inanın çok masum geliyor bana... Zaten parçalanmış bir hayat bu! SİSTEMİN ETKİLERİ Babı Tiyatro yeni bir oluşum. Nasıl kuruldu ve nasıl bir fark yaratacak? Zeynep Kaçar: Artık oyunlar fazla kişisel ve mikro düzeyde işleniyor. Biz tiyatro olarak daha geniş bir perspektifte üzerine gidilmeyen konuları işlemek istiyoruz. Sorun ne kadar büyük olursa olsun bunları konuşmak gerekiyor. Bir sistemden bahsediyoruz, eleştirisini yapıyoruz, konuşulmadığı sürece yok olmayacak bir konu. Kadına pozitif ayrımcılık yapıyoruz elbette. Sistemin sonucu olarak kadınlar böyle bir hayatı yaşıyor. Erkekler de etkileniyor tabii. Kadın erkek hep beraber mutsuzuz sistemin ürettikleri yüzünden. Bunları tartışmaya açmak istiyoruz. Kendi öznel küçük dünyamızdan konuşmakla hiçbir yere varılmıyor. Mesut Yüce: Babı Tiyatro, muhalif bir tiyatro üretiyor. Sistemi en geniş şekilde kavramaya çalışan, sistemin insanlar ve toplum üzerindeki etkilerini anlamayaanlatmaya çalışan bir perspektifi var. Türkiye kendine özgü şartlarıyla sistemin olumsuz etkilerine maruz kalan bir ülke. Ciddi sosyo kültürel problemlerimiz var. Bu yüzden Türkiye’de sanat üretmeye yönelik bir girişim bu sorunları görmezden gelemez, gelmemeli de. Bu amaçla bir araya geldik. Nasıl gelişti yazma süreci? Kaçar: Bu gerçek bir hikaye. Duyduğumda dehşete düştüm. O kadar saçmaydı ki, insanın mantık çerçevesinde algılaması mümkün değil. Ancak ülke koşulları içerisinde ya da sistemin içinde bakmak gerekiyor. Büyük resmi görmek. Hikaye tek başına çok şey anlatıyor. Ama bu iki kadını erkekler, onları bir aşiret düzeni, bu düzeni devlet, devleti sistem, sistemi de büyük holdingler çevreliyor. Buna bakmadığımız zaman oradaki iki kadının öznel hikayesi olarak görmüş olurduk hikayeyi. Ben böyle bakmak istemiyorum. Çünkü sistem böyle olduğu için bireyler olarak bu kadar zavallıyız. Yüce: Bu ülkenin kuruluşunda bir aydınlanma perspektifi var. Bu oyunda tanık olduğumuz olay, feodal toplumlara özgü insanların o eski toplum düzeyini anlatıyor. O aydınlanma felsefesine sahip olduğu iddiasında olan toplumun hala böyle bir sorunu yaşıyor olmasını bu çerçevede ele almak bir zorunluluk. Doğu ve güneydoğudaki o aşiret düzeni maalesef kendisine siyasal olarak da yer TARİHİ OMUZLARDA TAŞIMAK Kısa bir süre önce Almanca bir kitapta yayımlanan “Wittgenstein’ın Yalnızlığı” adlı denemenizde hüzünlü bir yalnızlığı anlattınız. Almanya, özellikle de Frankfurt, hüzün ve yalnızlık sizce birbiri üzerine oturan kavramlar mı, yoksa siz sadece böyle bir kesişme noktası olması gerektiğini mi kurguladınız? Yoo, bu Frankfurt’a ya da Almanya’ya ilişkin, özel bir durum değil. Dünyanın neresine giderseniz gidin, göç travmatik bir durum yaratır zaten. Tüm bu göçgöçmenlik üzerine yapılan istatistikler, sosyolojik, kültürel bulgular falan iyi, güzel, hoş... Ama sonuç olarak elimizde hep şu var: “İnsanın tek, bir tek hayatı yoktur. Peş peşe eklenen birçok hayatı vardır ve çektiği acıların sebebi de budur” diyor Chauteaubriand. İşte göç böyle bir şeydir, hayatınız birdenbire bölünür. Benim de o denemede anlatmak istediğim durum buydu. Özel olarak Frankfurt’a ilişkin değil. Peki, Frankfurt’un ufkunuzu açan tarafları oldu mu? Tabii... Mesela Frankfurt’un en turistik yeri Römer Meydanı’na giderseniz, bu meydanın tam ortasında, yerde büyük bir daire görürsünüz ve içinde şunlar yazar: 1938 yılında bu noktada Naziler şu yazarların kitaplarını yakmışlardır. Sonra da alt alta yazarların adları sıralanır. Ve herkes bu yazıyı her gün görür. Oraya ne için gelmiş olursa olsun, bu yazıyı görür. Bir toplumun tarihi ile nasıl gurur duyduğunu ve nasıl hesaplaştığını, Frankfurt’un her noktasında görürsünüz. Bir toplumun tarihini nasıl iyisiyle ve kötüsüyle sırtında taşıdığını görürsünüz. Evden çıkarsınız ve arka arkaya Kant Sokağı’ndan, Hegel Sokağı’ndan, Engels Sokağı’ndan geçersiniz. İleride “Karl Marx Kitabevi” durur, köşesinden Beethoven Sokağı’na döner oradan Mendelsohn Caddesi’ne çıkarsınız. Ve apartmanlara dikkatle bakarsanız “Nazilerden kaçarak Amerika’ya sürgüne gittikten sonra dönüşünde bu evde şu tarihler arasında Adorno yaşamıştır”, “Şu evde Elias Canetti yaşamıştır”, “Rosa Luxemburg işçileri greve çağırdığı ünlü konuşmasını bu evin avlusunda yapmıştır”, “Brecht bu otelde kalmıştır” diyen binlerce şilt görürsünüz. Ama hiç ummadığınız bir anda romantik, yemyeşil bir parkın ortasında Goethe heykelinin karşısında, “zamanında o mahallede yaşamış ve toplama kampına gönderilmiş üç kız kardeş anısına” bir heykel de çıkar karşınıza. İşte tarihini omuzlarında taşımak böyle bir şey. KADIN BASTIRILIYOR Kadın doğurgan ve üretken olduğu için çok daha güçlü. Siz bu direnci nasıl yorumluyorsunuz? Kaçar: Kadın, doğumundan itibaren kendisine yüklenenleri içselleştirerek büyüyor ve bir zaman geliyor ve patlak veriyor. Bu kadar baskı insan doğasına da aykırı zaten. Kadın üzerindeki baskıdan kurtulmaya çalışıyor. Kapitalist sistem ataerkil. Savaşlara, yemekiçecek, silah tüccarlarının kurdukları sistemlere bakarsanız bunların hepsi ataerkil düzenler. Anaerkil birşey yok. Feminizmin de tam olarak karşı durması gereken şey bu. Hiçbir anaerkillik içermeyen bir sistemin içinde bastırılıyor. Sistem Amerika’daki kadını da bastırıyor, beni de, Güneydoğu’daki kadını da. Ortadoğu’da insanları öldürüyor. Kadın olarak bunun hakkında birşey söylemeyeceksem, hiçbir şey söylemeyeyim bu hayatta. Yüce: Oyundaki Veys karakteri sistemin dayatması dediğimiz geleneksel modelin bireye nasıl yansıdığını anlatan bir örnek aslında. Dünyada ve Türkiye’de kadınlar bir mağduriyet içerisinde. Yaşadığımız toplumsal gerçeklik kadınlara yaşam hakkı tanımıyor. Ancak sistem kadın erkek tanımıyor, ikisini de birlikte ele alıp sömürüyor. Melike Saba Akım: Tek başına kadın eziliyor düşüncesi sığ ve yetersiz. Bu da burjuva feminizmine denk. Genel anlamda sisteme bakmak gerek. Düzen içinde en çok kadın mağdur ama erkeğin de mağduriyetleri var. Türkiye’de bu açılımlar yeterince yansıtılıyor mu peki? Kaçar: Hiç değil tabii ki. Feminist söylemlerde bulunan kadınların çok burjuva bir yerden baktıklarını düşünüyorum. Sadece kendi sosyal sınıfındaki kadınlar üzerinden algılıyorlar hayatı. ‘Kocam bulaşıkları da yıkasın’ üzerinden bir feminizm üretemezsin. Ama son 10 yıldır sanatta bu anlamda bir hareketlenme yavaş yavaş başladı. KAZANMAYA OYNAMAYAN İNSANLAR Biraz da kitaplarınıza dönersek.. Ben yazmaya yazar olmak için değil, anlatmak istediğim öyküler olduğu için başladım. Ben bir çocukluk öyküsü anlatmak istedim, daha doğrusu kendi kuşağımın çocukluğunun öyküsünü anlatmak istedim. Ve bildiğim en iyi şey 60’ların sonundaki Yenimahalle’ydi, “Ankara Mon Amour”da bunu anlattım. “Bir Akdeniz Kedisinin Hatıraları” ise aslında daha önce şekillendi kafamda. 1994 yılında uzunca bir Kaş tatilinden Almanya’ya dönmüştüm. Almanya’nın kuzeyinde küçük bir kasabada çok soğuk, karlı buzlu bir kış geçiriyorduk. Öyle küçük kasabalarda akşamüstü karanlık çöktü mü hayat çekilir sokaklardan ve geceler her zamankinden uzun gelir insana. Eğer sıcak bir eviniz, bir odanız varsa, soğuk, kar, karanlık akşamüstleri ya da kitap okunan uzun geceler güzeldir ama birkaç ay sonra güneşi, Akdeniz sokaklarındaki “yerli” hayatı özler insan. Böyle bir zamanda yazmaya başladım ve sonra hep dönem dönem yazdım Doli’yi, arada “Ankara Mon Amour”u yazdım, sonra tekrar Doli’ye döndüm, bu arada yeni kediler geldiler gittiler eve, arada yine başka şeylerle uğraştım, sonuç olarak on senede toparlanabildi “Bir Akdeniz Kedisi”. “Çatıkatı Âşıkları” ise bu dünyada kendileri için mümkün olmasına rağmen, ne pahasına olursa olsun kazanmaya oynamayan iyi insanların varlığını hissetmek için yazdığım ve de çok severek yazdığım bir roman oldu. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle