19 Kasım 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 15 TEMMUZ 2006 CUMARTESİ Koca sarıklı, pala bıyıklı Türkler hakkında ü yk Ö Bir Voltaire pastişi NEDİM GÜRSEL ‘‘Şu İstanbul halkı ne menem insanlar acaba?’’ diye kendi kendine soruyordu Kandid. O güne dek tüm dünyayı dolaşmış, kırmızı koyunların altın arabalara koşulduğu El Dorado’ya bile gitmişti ama, dün gece yemekte Sultan Ahmet’le kadeh kaldırıncaya dek hiç bir Türkle karşılaşmamıştı. Onlar hakkında anlatılanlarıysa her zaman kuşkuyla dinlemişti. Lizbon’da yaralarını saran, Cunegonde’a kol kanat geren yaşlı kadının anlattıkları örneğin. Gerçekte soylu bir prenses de olsa, hatta Palestrina onu aman kimse duymasın!Papa’dan peydahlamış da olsa talihi yaver gitmemişti zavallının. Saraylarda el bebek gül bebek büyütülüp MassaCarrara prensiyle nişanlandırıldıktan sonra korsanlar tarafından kaçırılmış, erkek güzeli nişanlısına sakladığı kızlığını korsanların reisi o korkunç zenci, bir zeker darbesiyle alıvermişti. Her neyse, İstanbul’da Yeniçeri Ağası’na satılıncaya dek tüm Akdeniz limanlarını dolaşmış, elden ele, döşekten döşeğe geçip durmuştu. Sonunda Azof denizinde Türklere yedirmişti kendini. Evet, savundukları kale Ruslar tarafından kuşatılınca, açlığa dayanamayan yeniçeriler düpedüz kaba etlerinden yemeye başlamışlardı soylu prensesi. Neyse ki, Ruslar tez yetişip bu canavarlığa son vermişlerdi. ‘‘Yaşlı kadının Türkleri kötülemeye hakkı yok, diye düşünüyordu Kandid, onların yerinde kim olsa aynı şeyi yapardı. Savaş bu! Bir gün fazla da olsa, düşmana inat yaşamak zorundasın!’’. Bir atışta yere serdiği maymunların yaptığı gibi kadınların kaba etini yiyen Türkler hakkında bildikleri bu esef verici olaydan ibaret değildi elbet. Baron Thunder tentronckh’un kitaplığında okudukları da bir bakıma yaşlı kadının anlattıklarını doğruluyordu. Ama Kandid, her suça hafifletici bir neden bulma eğiliminde olduğu için, kadın yemenin onları öldürmemek koşuluyla uygarlık dışı bir davranış olmaması gerektiği kanaatindeydi. Baronun zengin kitaplığında gördüğü bir gravürü anımsadı. Viyana kuşatmasından sonra yazılan bir tarih kitabının sayfalarını çevirirken gözüne çarpmıştı. Yeniçerilerin yürüyüşü tasvir ediliyordu gravürde. Kel kafalı, pala bıyıklıydılar. Bir tutam saç bırakmışlardı tepelerinde. Kitap, savaşta kellesi kopanların buradan tutulup cesetleriyle birlikte gömüldüklerini yazıyordu. Demek ki, bu dünyada olmasa bile öteki dünyada kafalarına gereksinimleri vardı. Neden acaba? Cennette hurileri baştan çıkarsınlar diye mi, yoksa bu dünyada yaptıkları gibi gılmanlara bıyık bursunlar diye mi? Elleri de palalarında olmadığı zaman hayalarındaydı. Bıyık burar gibi okşuyorlardı onları da. Şatoya davetli seçkin topluluğun eşliğinde çalınan ‘‘Türk Marşı’’nı dinlerken Pangloss kulağına eğilip ‘‘Türkleri Viyana kapılarında görmeliydin’’ diye fısıldamıştı. ‘‘Ne yürüyüştü o Tanrım! Önde azap askerleriyle cebeciler, arkada lağımcılarla humbaracılar, çorbacılar, çavuşlar ve başçavuşlar, sonra sekbanlarla sekbanbaşları, kethüdalar, silahdarlar ve topları çeken develerin ardından gelen padişahın iki yanında saf tutmuş solaklarla salaklar. Davullar vurur borular çalarken iki adım öne bir adım geriye. En arkada yürüyen civelek taburlarında gözleri. Padişah dahil, ikinci adımda durup hepsi kaygıyla arkaya bakmaktalar. Tüysüz oğlanlar geliyorsa yola devam. Yoksa kazan kaldırıp kelle istemeler, ‘‘istemezük’’ler, ‘‘civelekler olmadan savaşmayız!’’ demeler. İşte bu ahval üzere şevk ve öfkeyle, düz ovalardan geçip dağları aşmışlar, Viyana kapılarına dek gelip dayanmışlardı. Neyse ki kahraman ordumuz püskürttü onları. Ağır silahlarını surlar önünde bırakıp pala bıyıkları, her biri balkabağı ebadında sarıkları ve civelek taburlarıyla çekip gittiler. Biz de rahat bir nefes alabildik.’’ Başka gravürler de vardı kitapta. Birinde koyun güder gibi güdüyorlardı başına tilki kuyruklu serpuş geçirilmiş bir adamı. Baş, iki yanına çanlar asılı tahta lalenin üzerinden şaşkın şaşkın bakınıyordu. Eli değnekli bostancılar yürüyordu ardından. Bir başkasını yere yıkmış falakadan geçiriyorlardı. Bir kadınsa başına işkembe geçirilip eşeğe ters oturtulmuş, sokak sokak dolaştırılıyordu. Adamların suçu hileli mal satmaktı, kadınınsa zina. Biçarenin birazdan çırılçıplak soyulup aç bir fareyle çuvala kapatılacağı yazılıydı resmin altında. Kazığa oturtulanlarla ciğer gibi kancaya takılanlar da vardı. Ve sarayın burçlarından aşağıya sallandırılanlar. Ama Kandid, adı üstünde, iyimserliğinden olmalı, yine de hocasına Türklerin yalnızca bostancı ve yeniçerilerden ibaret olmadığını söylemekle yetinmişti. Onların da yargıçları, bilgiçleri, hatta Pangloss gibi düşünürleri vardı elbet. Ve şairleri. Ve piyanodan anlamasalar da tambur çalan musikişinasları. Sonra taş ustaları, kalfaları, kalafatları, mimarlarıyla imamları. Ve egemenliğin kayıtsız şartsız üç kıtaya hükmeder padişahta olduğu uçsuz bucaksız toprakları. İşte o topraklara doğru yol alıyordu şimdi. Ne var ki kamaranın ufak penceresinden gördüğü, geminin bordasına vurdukça çatlayıp yarılan dalgalar dalgalar ve dalgalardı. İyiden iyiye sallanmaya başlamışlardı. Biraz midesi bulanıyordu Kandid’in. Çok değil biraz. Ne de olsa alışıktı deniz yolculuğuna. Değil Akdeniz’i Okyanus Deniz’ini bile geçmiş, ne fırtınalar atlatmıştı. Peki ya Sultan Ahmet, acaba o ne yapıyordu bu hengamede? Cacambo’nun tuttuğu çanağa mı kusuyordu, cariyelerinden biriyle dalgaların üzerinde inip çıkan geminin ritmine ayak uydurmaya mı çalışıyordu yoksa? Tam o anda kapı çalındı. Gelen Cacamboydu. Efendisi can sıkıntısını korkusunu demeye dili varmıyordu, tahtını yitirmiş de olsa bir padişah denizden korkmazdı çünkü dağıtmak için onu helva sohbetine çağırıyordu. Helva sohbeti mi? O da neyin nesi? diye sormaktan kendini alamadı Kandid. Ben nerden bileyim! diye karşılık verdi Cocambo. Bu Türklerin işine akıl ermez ama sohbetlerine de doyum olmaz. Nedim Gürsel 1951 yılında Gaziantep’de dondu. İlk öykülerini 1969’dan itibaren Yeni Ufuklar, Yeni Dergi, Papirüs gibi o dönemin başlıca edebiyat PORTRE dergilerinde yayımladı. 1970’de Galatasaray Lisesi’ni, 1974’te Paris Sorbonne Üniversitesi Modern Fransız Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı üniversitede karşılaştırmalı edebiyet doktorası yaptı (1979). Halen Paris’te yaşayan Gürsel Sorbonne Üniversitesi’nde Türk Edebiyatı dersleri vermekte, Fransa Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi’nde araştırma direktörü olarak çalışmaktadır. Kitapları başta Fransızca olmak üzere tüm Avrupa dillerine de çevrilen Gürsel, Türk Dil Kurumu, Abdi İpekçi Barış, Haldun Taner Öykü ve Fransız PEN Kulüp Özgürlük ödüllerini aldı. 2004’de FranceTurquie ödülünü alan Gürsel’e aynı yıl Fransız Hükümeti tarafından Edebiyat Şövalyesi ünvanı verildi. Ayşegül Hindistan’da S ahne tozu oznurogras?gmail.com Cinsiyetler arası savaş Mine Artu’nun yadığı Metin Zakoğlu’nun yönettiği oyun, Zühtü’nün evlendikten sonra delirmesiyle başlıyor. Zühtü her türlü engellemelere rağmen evlenmeye meraklı bir zatı muhterem. Zaten odaya da kız istemek için giriyor zavallı, kızı istiyor üstüne üstlük kızı alıyor da. Yirmi kişinin seyredebileceği Benimle Delirir misin? Yarın saat 15.00’de Kulis Sanat’ta sahnelenecek. Benimle delirir misin aslında Esas oğlanın trajedisi gibi görünse de tamamen farklı iki cinsin tuhaf savaşına tanıklık etmenizi sağlıyor. Bu savaştan kurtulmanın yolu ya ölü numarası ya da deli numarası yapmak tercih sizin. (0 216 454 15 55, bilet fiyatı 22.50 YTL) Orçun Kaptan, Cenk Tunalı, Ufuk Özkan ve Demet Evgar’ın yazdığı, Cenk Tunalı’nın yönettiği,‘‘Ayşegül Hindistan’da” adlı oyunu 21 Temmuz’da saat 21.15’te Enka Vakfı Sadi Gülçelik Dinlenme Tesisleri’nde seyredebilirsiniz. Tiyatro Kılçık’ın sloganıyla ‘‘bugüne kadar hiç kimsenin başına gelmemiş ama herkesin başına gelebilecek olan” üç hikayeyle, oyunun interaktif bölümleriyle ve yedi yıldır birlikte rol alan ekibin doğaçlamalarıyla bir buçuk saat gülmeye doyamayacağınız bir oyun. ‘‘Ayşegül Hindistan’da” oyununu oluşturan hikayelerin ilki olan ‘‘Reenkarnasyon” kendi halinde bir esnaf olan Arif’in gördüğü rüyalar sonucunda reenkarne olduğuna inanması üzerine kurulu. İkinci hikaye olan ‘‘Canavar” ise üç arkadaşın yılbaşı kutlaması yapmak için gittiği dağ evinde geçiyor. Son hikaye ise tam anlamıyla bir yaz hikayesi. Kendini feng shui ye adamış karısının aşırı sakinliğinden sıkılan koca Nevzat sonunda karısının isteğini yerine getirir ve Erdek’e kazandıkları tatili yapmaya giderler. (0 216 454 15 55, bilet fiyatı 20 YTL) Bir deliyle baş başa Nikolay Gogol’un yazdığı, Metin Zakoğlu’nun yönettiği ve oynadığı Bir Delinin Hatıra Defteri bugün ve yarın Kulis Sanat’ta seyircilerle buluşacak. Sadece 20 kişinin girebileceği koğuşta oyuncu ile iç içe göz göze bir 90 dakikaya hazır olun. Oyunda, 3. dereceden memur olan Aksentin İvanoviç Poprişçin bu sıradanlığı karşısında sürekli aşağılanır, alaya alınır. Ve günün birinde Poprişçin çok yüksek tabakadan bir kızın kendisini sevdiğini sanır, hayal dünyasındaki mutluluğu kızın daha soylu bir beyzadeyle evlenmek üzere olmasını öğrenmesi ile yıkılır... Bundan sonraki hayalleri tıpkı o soylu gibi bir asilzade hatta belki de bir kral olmaktır... Ve günün birinde Aksentin İvaneviç Poprişçin kendini İspanya Kralı olmuş bir vaziyette akıl hastahanesinde bulur... (0 216 454 15 55, bilet fiyatı 22.50 YTL) Tiyatro Anka her Çarşamba saat 21.00’de Leman Kültür Merkezi’nde Nezir Kılıç’ın ‘Rutin’ adlı standup gösterisini gülmek isteyenler için sunuyor. 1980 doğumlu olan Kılıç aslında mimar. Tiyatroya, ‘Tiyatro Anka’da başlayan Kılıç, ‘Işıkta’, ‘Kupa Kızı’ adlı oyunlarda rol aldı. ‘Maca Papazı’ adlı oyunun ise yönetmen yardımcılığını yapan Kılıç’ın gösterisinde çocukluk denemini ve üniversite yıllarındaki komik olayları anlatıyor. ‘Rutin’ bir gösteri HAFTA SONU 12 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle