22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

?????????????????????????????????????????????????????????????? Si ne ma 10 Karayipler’e yolculuk 2003 yılında büyük ilgi gören Siyah İnci’nin Laneti’nin devamı niteliğindeki serinin ikinci filmi Karayip Korsanları: Ölü Adamın Sandığı (Pirates of the Caribbean: Dead Man’s Chest), sevilen aktörler Johnny Depp, Orlando Bloom, Keira Knightley ve Geoffrey Rush’ı tekrar biraraya getiriyor. Gore Verbinski’nin yönetmenliğini yaptığı film Amerika’dan sonra Türkiye’de de gösterime girdi. Film, Amerika’da Örümcek Adam’ın kırılamaz denilen 114.8 milyon dolarlık hafta sonu hasılatını 132 milyon dolarla geçmeyi başardı. Bu bölümde gözüpek Will ile güzel Elizabeth evlenme hazırlıkları yaparken komik ve eksantrik kaptanımız Jack Sparrow başını belaya sokmadan duramıyor. Komedimacera tarzındaki iki buçuk saatlik Ölü Adamın Sandığı fantastik öğeleri de içinde barındırarak izleyicilerini Karayipler’de büyüleyici bir yolculuğa çıkarıyor. Havada aşk var Bu hafta gösterime giren Havada Aşk Var (Ma Vie En L’air) 2005 yılı yapımı bir Fransız RomantikKomedi filmi. Genç yönetmen Remi Bezançon’un bu ilk filminde başrolleri Vincent Elbaz, Marion Cotillard ve Gilles Lellouche paylaşıyorlar. Film otuzlu yaşlarında bir pilot eğitmeni olan Yann’ın hikayesini anlatıyor. Mesleği uçak simülatörleriyle pilot eğitmek olmasına rağmen Yann uçmaktan delicesine korkmaktadır ve bu yüzden geçmişte sevdiği kadının peşinden dünyanın diğer ucuna gidememiştir. Kahramanız aşkı uğruna artık büyümeye ve korkusunu yenmeye karar verir. ??????????????????????????????????? Cumartesi geceyarısı intihar ediyorum Sinemanın aklı Toronto’da ERDEM KOCA Toronto Uluslararası Film Festivali (TIFF) bu sene 716 Eylül tarihleri arasında 31. kez düzenlenecek. Yıllar boyunca kaliteli çizgisini sürdürmeyi başaran festival Hollywood’un Amerika kıtasındaki egemenliğine hiç olmazsa 10 gün boyunca bir alternatif getirmeyi amaçlıyor. Avrupa ve dünya sineması örneklerinin Kuzey Amerika’da salon bulmakta çoğu zaman zorlandığını göz önüne alırsak TIFF sinemaseverler için özel bir önem taşıyor. Toronto Uluslararası Film Festivali bununla da kalmıyor birçok önemli filmin dünya veya Kuzey Amerika prömiyerlerine de ev sahipliği yapıyor; festivale geçen yıl 52 ülkeden 335 film katıldı, bunlardan 256’sının ilk gösterimleriydi. Festivalde her sene en iyi filme verilen Halk Jürisi Büyük Ödülü çok prestijli bir yere sahip. Geçen senelerde Ateş Arabaları, Balıkçı Kral, Antonia’nın Yazgısı, Shine, Hayat Güzeldir, Amerikan Güzeli, Kaplan ve Ejderha, Amelie, Zatoichi, Hotel Rwanda ve Tsotsi gibi filmlere giden ödülün büyük ölçüde en iyi film ve en iyi yabancı film kategorilerinde Oscar’ların da belirleyicisi olduğu açık. Kaliteli ve kozmopolit bir film izleyicisine sahip Toronto, en çaylağından en tecrübelisine sinemacıların, yapımlarına gelecek geribildirimlere önem verdikleri bir festival. Atom Egoyan, David Cronenberg, Deepa Mehta ve Don McKellar gibi yönetmenlerin kariyerlerinin başladığı yer olan festivale bu yıl 300 bin seyirci bekleniyor. Festivalde yerel sektörün ilerlemesi için de her sene Kanada sinemasına özel bir bölüm ayrılıyor ve Kanada yapımları uluslararası platformda seyirciyle buluşuyor. ? ? ? ? ? ? ? Sinema UNGU ÇAPAN Günümüz New York’unun karakteristik yörelerinden Brooklyn köprüsünde, kazaya uğrayıp alevler içinde kalmış bir arabadan sağ kurtulmuş sanat öğrencisi Henry Letham’ın(Ryan Gosling) ürkmüş, şaşkın görüntüleriyle başlayan StayGitme, görmediğimiz ilk filmi Everything Put Together’in(2000) ardından, gerçekçi bir ırkçı dram etkisi uyandıran (başroldeki Halle Berry’ye de Oscar kazandıran) Monster’s Ball (Kesişen Yollar, 2001) ve 19. yüzyıl Anglosakson çocuk edebiyatı klasiğinin yaratılma sürecini bolca mendil ıslatarak aktaran (Johnny Depp’in de Peter Pan’ın yaratıcısı hayalperest James Barrie’yi oynadığı), biyografik dönem filmi Finding Neverland (Düşler Ülkesi, 2004) gibi iki düzeyli filmiyle tanıdığımız, belli başlı bir türde ısrar etmektense her seferinde yeni arayışlara ve denemelere yönelen, izlenmeye değer, çok cepheli bir sinemacı izlenimi veren, genç yönetmen Marc Forster’ın son eseri. Almanya’da doğmuş, İsviçre’de büyümüş ve kapağı attığı New York’ta sinema eğitimi almış, okullu yönetmen Forster’ın, parlak bir oyuncu kadrosunu biraraya getirerek büyük bütçe ve stüdyo olanaklarıyla çektiği Gitme’yi, dün gösterime giren ve Johnny Depp’in korsan Jack Sparrow rolünde şaklabanlıklarına devam ederek yine ‘döktürdüğü’ Karayip Korsanları’nın devamı Ölü Adamın Sandığı’na ya da ilk filmine soyunmuş, Remi Bezançon adındaki yeni bir Fransız yönetmenin elinden çıkma, Fransa’da çok iyi çalışmış romantik komedi denemesi Ma Vie en l’airHavada Aşk Var’a tercih ettik, albenisine hemen kapılarak. Sonradan pişman olacağımızı da hiç ummadan. DOĞAÜSTÜ OLAYLAR Doğrusu çarpık çerçevelemelerinden farklı sahne geçişlerine kadar görsel bakımdan belli bir düzeyi tutturan ancak alışılmış sinematografik kuralları pek iplemese de, baştan oldukça belirgin öyküsü ilerleyip aktıkça, alışılmış hikaye anlatım yollarıyla taban tabana zıt birtakım gerçeküstü tuhaflıklara (!) odaklanan Gitme, giderek biçimci arayış numaralarına yoğunlaşarak netliğini yitiriyor, hatta yer yer açık seçik ne dediği anlaşılmaz, anlamsız bir hale bile geliyor. Filmin birtakım tuhaf, gerçekdışı ve doğaüstü olaylarla örülü senaryosu, bir kaç yıl öncesinin ilginç Spike Lee filmi 25.Saat’in yazarısenaristi David Benioff’un BAĞIMSIZLIK İÇİN VERİLEN SAVAŞ Festival’in bu yılki programı geçtiğimiz günlerde açıklandı. Festival yöneticilerinden Noah Cowan seçilen uluslararası yapımlarda ağırlığın Avrupa sinemasında olduğunu, seçtikleri filmlerin etkileyici, orijinal ve sinematik açılardan başarılı olmasını kriter olarak aldıklarını belirtti. Programda önde gelen filmlerden biri Ustalar Bölümünde gösterilecek İrlandalı yönetmen Ken Loach’un ‘The Wind That Shakes The Barley’. Cannes film festivalinde büyük ödül Palme d’Or’u kazanan yapım 1920’lerin İrlanda’sında bağımsızlık için verilen mücadeleyi anlatıyor. TIFF’de özel gösterimde sunulacak Babel adlı yapım ise başarılı Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu’ya (21 Gram, Amores Perros) Cannes’da en iyi yönetmen ödülünü getirmişti. Başrollerinde Brad Pitt ve Cate Blanchett’in olduğu film üç kıtaya yayılan dört grup insanın yaşadıkları ortak sıkıntıları portreleyen etkileyici bir yapıt. TIFF geçtiğimiz senelerde ‘Roger and Me’ (Michael Moore) ve ‘The Corporation’ (Joe Balkan) gibi başarılı belgeselleri de programına katarak bu türe olan desteğini sürdürmüştü. Gelenek bu yıl da devam edeceğe benziyor; Mısır’lı yönetmen Tahani Rached’in ‘These Girls’ adlı belgeseli, içinde bulundukları topluma ve yaşadıkları sosyal hayata başkaldıran genç kızların Kahire sokaklarında geçen hikayesini anlatıyor. Festivalde dikkat çeken diğer filmlerden Amerikan yapımı ‘Bernard ve Doris’ dolar milyarderi Barones Doris Duke ile ölümünden sonra tüm mirasını bıraktığı gay kahyasının ilginç hikayesini işliyor. Bob Balaban’ın yönetip Susan Sarandon ve Ralph Fiennes’in başrollerini paylaştığı film jet sosyeteden bir kadının basit ve eğitimsiz bir çalışanına neden tüm mirasını bırakmış olabileceğini esprili bir dille anlatıyor. kaleminden çıkma. Yarısına kadar ilgiyle izleyip bir yerden sonra ‘koptuğumuz’ filmde, sonradan arabasını yaktığını da öğreneceğimiz, ters ve asık suratlı Henry delikanlımız, kazanın ardından ruh doktoruna görünüyor. Gelgelelim Henry’ye devamlı bakan psikiyatristi Beth (Janeane Garofalo) rahatsızlanınca onu doktor arkadaşı Sam Foster’a (Ewan McGregor) devretmiştir. Hep aksi ve ekşi ifadesiyle Henry’nin tahammül sınırlarını zorladığı ‘nöbetçi’ ruh doktoru Sam, depresyondaki ev kadını ya da paranoyak bankacı müşterilerinin arasında önemsediği, yağmurun şiddetli bir doluya çevireceğini de müneccim gibi önceden bilen bu olumsuz, karamsar gençle yakından ilgileniyor. Bu arada annesinibabasını öldürdüğünü, Sam’la satranç oynayan kör doktor Leon’un (Bob Hoskins) da gerçek babası olduğunu filan söyleyen Henry, lezbiyen Hamlet’i sahnelemeye hazırlanan, garson Athena’ya (Elizabeth Reaser) da uzaktan kesik ama kızın onu tanıyıp tanımadığı bile meçhul! Brooklyn köprüsünde intihar etmiş ressam idolü Tristan Reveur’e de ötedenberi hayran Henry, yeni doktoru Sam’a, üç gün sonra Cumartesi geceyarısında köprüde kendini öldüreceğini de bildiriyor. Henry’nin travmasının kökenine inmek için harekete geçen Sam, ölüm saplantılı gencin geçmişini, yaşamını eşeledikçe, gerçeklik duygusunu yok eden (ve seyircinin dayanma katsayısını da zorlayan) birtakım acayipliklersaçmalıklar da birbiri ardına patlak veriyor filmde. Bu arada Sam’ın hastasıyken tedavi ettiği ve tutulduğu, ilaç almayı da gizlice bırakmış olan, Amerikalı ünlü renkçi ressam Rothko gibi tablolar boyayan, ressam sevgilisi Lila (Naomi Watts) da aslında ‘dünyada, ölümle kaybedilecek çok fazla güzellik bulunduğunu’ filan anımsatıyor intihar saplantılı Henry’ye. Özetle 21. yaş gününün geceyarısında, intihar etmeyi tasarlayan Henry’nin yaşamına girip daldıkça kendi yaşamının denetimini de elinden kaçırıyor Sam. Henry ve Sam karakterlerinin gittikçe birbirine karıştığı film, yarısından itibaren içinden çıkılmaz bir esrar perdesine bürünüyor... . PSİKOLOJİK GERİLİM Kesişen Yollar’la Düşler Ülkesi’nin ardından çıkagelen ve beylik deyişle gerçeklerle hayal dünyasının birbirine karıştığı, hayatla ölüm arasında salınan, malum klişelere dayanan, kimi zaman da aslında hepsi bir rüyaymış dedirten, son dönemin rağbet gören o yamalı bohça gibi ‘psikolojik gerilim filmleri’ kategorisine hemen dahil edebileceğimiz Gitme’ye, Amerikalı eleştirmenler gibi anında ‘Gitme’yin demek fazla kolaycılık sayılabilirse, mal meydanda! Sonuçta anlattığıanlatamadığıabuk sabukluğu bir yana, teknik açıdan sınıfı geçen, müzik, mekan kullanımı ve görsel atmosferi bakımından belli bir düzey tutturan kendini fazla ciddiye alan bu iddialı ve son moda ‘psikolojik gerilim’ denemesinde, sürekli kısa paçalı pantalonlar giyen Ewan McGregor her zamanki gibi karizmasını konuşturarak olanca ciddiyetiyle çabalar, Naomi Watts da olanca çekiciliğini sergilerken yeni yetenek Ryan Gosling de gelecek vaad ediyor. Ama Gitme hemen gidilecek bir film hiç olamıyor! ter / rc Fors a M erto : n o etme Kamera: R b n ö Y ) er / ff / (Stay Spenc Watts, e Gitme : David Benio h c : As omi o Senary aefer / MüzikcGregor, Nafalo, Bob Sch r: Ewan M ane Garo ston, ael Ga ) ne ula h a c J ic n , u M g y , n r O m osli th Rease zen Fil Ryan G zabe ABD 2005 (Ö li E , s Hoskinte Burton / Ka J. J. Annaud yine çevreyi tartışacak ASLI SELÇUK Evrenin dostu, çevreye duyarlı yaratıcı yönetmen JeanJacques Annaud, İki Kardeş’in (2004) ardından son filmi Majesteleri Minor’un çekimine Eylül ayında başlayacak. Kafa Vuruşu’ndan (1979) bu yana 27 yıldır filmlerini İngilizce çeken sinemacının son projesinin dili Fransızca. ‘‘Ana dilim Fransızcaya dönmeye karşı olağanüstü bir istek duydum. Bu benzersiz, sıradışı üstelik özünde Latin olan Akdenizli bir çalışma. Filmden aldığım koku bana Fransızca çekmemi söylüyor’’ diyen Annaud Amerikan stüdyolarıyla yaptığı ortaklıklardan memnun olduğunu da vurguluyor: ‘‘Onlarla hep iyi ilişkilerim oldu, yönetmenin kurgusu hakkımıda elimde tuttum.’’ Yeni filmi Majesteleri Minor’u, Homeros öncesi çağlarda geçen konuyu trajikomik olarak tanımlıyor. Mitolojik olaylardan oluşturulan senaryosunun fikir babası Annaud’nun uzun yıllardır birlikte çalıştığı senarist Gerard Brach. Ateş Savaşı (1981), Gülün Adı (1986), Ayı (1988), Sevgili (1991) filmlerinden sonra bu proje onların beşinci işbirliği. ‘‘Gerard’la sinemada çok az ele alınan, M. Ö. 2000’lerde geçen bir dönem filmi yapmak istedik’’ diyen Annaud başrolü Fransa’ da çok ünlü olan bir yüze Jose Garcia’ya (Ölümcül Çözüm) verir. Vincent Cassel (Yoldan Çıkanlar) ise yarı ölümlü bir canlı rolünde. Ege’deki bilinmeyen, yitik bir adada geçen Majesteleri Minor, insan ruhunun, insanın ve çevresinin ilkelliğinin bir yansıması. Bütçesi 30 milyon Euro’yu geçen filmin çekimine 4 Eylül’de İspanya’da yeni kurulan 6 çekim platolu Alicante Stüdyoları’nda başlanacak. Ayrıca Valencia Cemaati’de projeye 2 milyon Euro destek verdi. Hayvanların insanlara yaşam dersi verdiği İki Kardeş’teki gibi bu filmde de dijital kamerayla çalışacağını belirten JeanJacques Annaud: ‘‘Dijital görüntü bana büyük bir esneklik ve çalışma konforu sağlıyor’’ diyor. Ateş Savaşı’nda prehistroik çağlara, insanın insan olma savaşımına uzanan usta, Majesteleri Minor’da yine tarih öncesine dönerek insanoğlunun milyon yıllık geçmişinden etkileyici bir zaman anlatmaya hazırlanıyor. Filmografisinde Şarkılı Zafer (1976), Tibet’te Yedi Yıl (1997), Kapıdaki Düşman (2001) gibi başarılı yapımlar bulunan J. J.Annaud’nun Majesteleri Minor’u çekmek için Türkiye’ye gelmesi doğrusu çok hoş olurdu. KAYBOLAN AHLAKİ DEĞERLER Bu yılki TIFF’in ağır topu ise Steven Zaillian’ın dünya prömiyeri yapılacak filmi ‘All The King’s Men’. Robert Penn Warren’ın Pulitzer ödüllü aynı adlı romanından uyarlanan yapım karizmatik politikacı Willie Stark’ın idealist fikirlerle çıktığı yolda kendi yozlaşmasının kurbanı olmasını anlatıyor. Amerikan politikasının iç yüzünü; güçiktidar dengesi, kaybolan ahlaki değerler ve yok olmaya yol açan hırs gibi temaları işleyerek anlatan film ABD’nin güney eyaletlerinde ellili yıllarda geçmesine rağmen bugün de geçerliliğini koruyan bir konuya sahip. Eşine nadir rastlanan bir oyuncu kadrosunu barındıran filmin başrollerini Sean Penn, Jude Law, Kate Winslet, Patricia Clarkson, James Gandolfini ve Anthony Hopkins paylaşıyor. Toronto Uluslararası Film Festivali yine dopdolu programıyla sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Her yıl bir öncekinden daha kaliteli ve kapsamlı bir içerikle düzenlenen festival ünlü Cannes Film Festivalinden sonra dünyanın en önemli ikinci film festivali olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Görünen o ki dünya sinemasının kalbi bu Eylül de Toronto’da atacak. erdemhs?gmail.com HAFTA SONU 10 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle