19 Kasım 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 10 HAZİRAN 2006 CUMARTESİ Atlıkarınca ŞANSIN TÜZÜN stanbul gibi boydan boya açık pazar olan şehirlerde bile İ kapalı alışveriş merkezlerinin sayısı gün geçtikçe artıyor. Ben genellikle atlıkarıncalı olanı tercih ediyorum, çünkü oğlum atlıkarıncadaki tüm hayvanlara teker teker binerken, ben de kahvemi içiyor ve ona göz kulak olma bahanesiyle karımın alışveriş seramonisine katılmaktan kurtuluyorum. Bir de (sanırım en önemlisi bu) atlıkarıncanın yeni bir turu müjdeleyen zili her çaldığında geriye gidiyor ve bıkıp usanmadan aynı şeyleri anımsıyorum. O yıl, Sorbonne’da üçüncü yılımdı: Sorbonne... Hani insanı silindir gibi ezip geçen kurumlar vardır özgeçmişinde, filanca kolej, falanca üniversite. Boyunuzu boynuz gibi aşan kurumlardır onlar. Üstelik o boynuzlar, çok geçmeden kaçınılmaz bir bilgelik halesiyle taçlanırlar. Sorbenne da benim başımın tacıydı işte! Bir de orada ne okuduğumu söylersem başımın üzerinde nasıl ağır bir yük taşıdığımı tahmin edersiniz herhalde. Evet bildiniz dostlar, felsefe... aint Denis’deki küçük öğrenci dairemden sayısını hatırlayamadığım kadar çok Türk gelip geçmişti. Pekçoğunu tanımazdım bile, bizim oralardan herhangi birinden (aslında bazen o herhangi birini de tanımazdım!) bir selam getirirlerdi, hepsi o kadar. Genellikle bir gece kalıp giderlerdi. Üstelik yaptıklarına karşılık pek minnet duydukları da söylenemezdi. Uzun süredir Paris’te okuyan birinin memleketinden çıkagelen birisini gördüğüne memnun olacağına dair öyle yerleşmiş bir kanıları vardı ki, bunu ayrılırken yüzlerinde beliren, geldikleri için teşekkür bekleyen ifadeden anlardım. O zaman kendimi şu meşhur fıkradaki Türk subayı gibi hissederdim. Biliyorum, şimdi bu fıkrayı da merak edersiniz siz! Zaten bu günlerde bir şeyler anlatmaya niyetlenen herkes işe bir fıkrayla başlıyor. Neyse, madem ısrar ediyorsunuz anlatayım: Bir zamanlar, bir Türk subayı Macaristan’da bir randevuevine gider, orada güzeller güzeli bir kadınla beraber olur, ayrılırken subayın para vermeye niyeti olmadığını sezen Macar dilberi, parmağıyla mangır işareti yaparak, kibarca ‘‘Bir şey unutmuyor musunuz acaba’’ diye sorar, erkek şapkasını giyer, başını gururla iki yana sallar ve ‘‘Bir Türk subayı asla para kabul etmez!’’ der. Ben de büyük bir memnuniyetle çat kapı memleketimden gelen insan manzaralarını seyrediyordum işte! Gerçi onun gelişinin çat kapı olduğunu söylemek biraz haksızlık olur. Babamdan bir arkadaşının kızının Belçika’da üniversiteye gitmeden önce Paris’e uğrayacağını bildiren kısa bir mektup almıştım. Onu kuzey garından alacak, bir hostele yerleştirecek, birkaç gün Paris’i gezdirdikten sonra tekrar Brüksel trenine bindirecektim. Paris küçükhanımın son durağıydı, daha önce seksenli yılların modası, interrail denen ucuz tren biletiyle neredeyse bütün Avrupa’yı dolaşacak ve bana öyle gelecekti. Doğrusu bu mektup hiç sevindirmemişti beni. O yıl Sorbonne’daki en zor yılımdı, bitirme tezimi hazırlamam için okumam gereken yığınla kitap beni bekliyordu. unun da çalışmamı bölen beklenmeyen ziyaretlerden biri olacağını düşünüyordum. Neyse ki birkaç gün içinde Belçika’ya gidecekti. Beterin de beteri vardı; okumak için Paris’e gelen ve göz kulak olunması gereken, babamın bir arkadaşının kızı daha beterdi. Bunu düşününce keyiflenmiş, kuzey garında treninin gelmesini beklerken ıslık çalmaya bile başlamıştım. Geldiğinde sabahın oldukça erken bir saatiydi. Küçük çantasını taşımama izin vermedi. Bir aydır trenlerde dolaşıp durduğundan fazla eşyası yoktu. Onda ilk duyduğum şey yoğun bir nane ü yk Ö Seni sevmek, Felsefedir, kusursuz. A. Arif S Şansın Tüzün’ün gezianı ve öykü alanında çalışmaları vardır. 1999 yılında ‘‘Konuş Benimle’’de topladığı öykülerden sonra, 2003’te ‘‘Havanalı İsa’’ adlı kitabı Cumhuriyet Kitapları’ndan çıktı. 2005 yılında ‘‘Cumhuriyet Çiçeği’’ adlı öyküsüyle Ömer Seyfettin Öykü Yarışması’nda birinci oldu. Yazar şimdilerde ‘‘Aşk Hadımı’’ adlı öykü kitabının üzerinde çalışıyor. B şekeri kokusuydu. Hatta çantasından hemen çıkarıp yeni bir tane ağzına attı: ‘‘Tren yolculukları...’’ dedi, ‘‘Nane şekeri olmadan katlanamıyorum artık!’’ Evden gittikten aylar sonra bile arkasından toplayacağım, tıpkı boynundan kopan bir inci kolyenin taneleri gibi, etrafa saçılmış nane şekerleri... İkimiz de kahvaltı etmemiştik. Evde şöyle tavşan kanı bir çay demleyip, Tunuslu bakkal Vahab’dan aldığım zeytinlerle güzel bir Türk kahvaltısı hazırlamayı düşünürken, o, trende gelirken hep sıcacık bir kruvasanla Fransız kahvesinin hayalini kurduğunu söyledi. Bu durumda ev sahibi olarak onu ilk gördüğüm kafeye sokup hayalini gerçekleştirmekten başka çarem yoktu. Kuzey garının hemen yakınında bulduğumuz ilk kafeye girdik. Kahvesini uzun uzun kokladıktan sonra küçük bir yudum aldı: ‘‘Demek Sorbonne’da okuyorsun...’’ ahmin ettiğim gibi bazı şeyleri kolaylaştırıyordu Sorbonne; anlamsız soruların önüne set çekiyor, suskunlukları bilgeliğe dönüştürüyor ve uzun açıklamalara meydan vermiyordu. Kısacası benim gibi kendinden söz etmekten hoşlanmayanlar için bulunmaz bir kurtarıcıydı. O nedenle sohbet kolaylıkla ona dönebiliyordu yeniden. Gerçek hayatlar daima babalara yazılan mektuplardan farklı yaşandığı için, ikimiz de hostelde kalmasının gereksiz olduğu konusunda hemfikirdik. Bu birlikte aldığımız ilk karardı. Zaten sayılı olan parasının hatırı sayılır bir kısmını evimde kalmak yerine hostele vermesi budalalık olurdu. ‘‘Gerçi...’’ diye mırıldandı, ‘‘Orada babamın Belçikalı bir arkadaşı var, sıkışırsam yardım eder, ama yine de sende kalsam daha iyi olur, zaten vaktimiz az, hem bana şehri gezdirmek için yalnızca üç günün var!’’ Babamın Belçikalı bir arkadaşı... İnanın, bunu ondan daha kaç kez duyduğumu anımsamıyordum. Konuşurken ikide bir, babasının Belçikalı bir arkadaşından bahsediyordu; üstelik öyle doğal bir şekilde söylüyordu ki bunu, sanki bizim oralarda her babanın birkaç Belçikalı arkadaşı olabilir. Oysa şimdi düşünüyorum da, otuz beş yıllık ömrümde tanıdığım tek Belçikalı, dedektif Hercule Poiret! T Kuzey garında kahvaltı ederken, onun Paris’e sandığımdan daha hazırlıklı olduğunu anlamıştım. Çantasından metro haritasını çıkarmış ‘‘Biliyor musun’’ demişti, ‘‘Bu şehirle ilgili bir düşüm var: Bir gün Paris metrosundaki tüm hatların üzerindeki istasyonlarda teker teker inip bir kafeye oturmak!’’ ‘‘Bence bu eylemi belgelemek için, her istasyonun kafesinde otururken resim de çektirmelisin...’’ ‘‘Aaa, bu harika bir fikir! Belki birlikte yapabiliriz... Bakarsın ilerde bir duvar panosu falan hazırlarız.’’ ‘‘Yalnız bir sorun var!’’ ‘‘Biliyorum şehir merkezindeki 14 hatta dağılmış, 300 küsur metro istasyonu var, trende gelirken hesaplamıştım. Olsun, on makaralık işi var... ‘‘Hayır o değil! Şimdi biz bu ukala Fransızlara resmimizi çek diye yalvaramayız her defasında!’’ ‘‘O zaman birbirimizin resmini çekeriz sırayla...’’ ‘‘Ben kuzey kafelerini alıyorum öyleyse...’’ ‘‘Tamam, ben de güney kafelerini...’’ öylece aniden paylaşıverdiğimiz ortak bir düşümüz bile olmuştu. Doğrusu planladığımız eylem tam da seksenli yılların ruhuna uygun, gayet masum ve apolitikti. Elbette bu düşümüzü bir başka Paris baharında gerçekleştirecektik. Şimdilik yalnızca yürüyor, yürüyor ve yürüyorduk. Temple bulvarından aşağı doğru inerken ‘‘Senin oturduğun semt ne kadar da farklı!’’ demişti. ‘‘Sanki Orta Avrupa’nın herhangi bir şehrindesin.’’ Sonra koşup kaldırımdaki Wagner’in büstüne sarılarak: ‘‘Hadi resmimi çek!’’ dedi. ‘‘Ne tuhafsın...’’ dedim. ‘‘Herhalde Paris’e gelip de Wagner’in büstüne sarılıp fotoğraf çektiren ilk turist sen olacaksın.’’ ‘‘Doğru’’ dedi. ‘‘Eyfel Kulesi’nin önünde poz poz resim çektiren sıradan bir turist olmaktan daha iyidir!’’ aint Denis’e döndüğümüzde iyice acıkmıştık, Bistro Julien’in penceresinden içeri baktık, ‘‘Aaa, ne kadar da Pera Palas’a benziyor burası...’’ dedi, ‘‘Baksana, tahta askılıktaki kadife şapkalar bile aynı!’’ Restorana girdik; onlara ikimizin de asla gerçekleşmeyeceğini bildiğimiz, bir başka akşam yemeği için içeriye bir göz atacağımızı söyledik. Bir Fransız restoranını Japon turistler gibi dolaşmamızın başka bir açıklaması olamazdı. Zaten garsonların bize aldırdıkları yoktu, böyle özürlere oldukça alışkın B S görünüyorlardı, hatta çıkarken elimize kartlarını da tutuşturdular. Eve döndüğümüzde köşedeki fırından aldığımız taze ekmek ve Tunuslu bakkal Vahab’ın da dünden beri bizi beklemekten derileri kırışmış kara zeytinlerini yedik, tavşan kanı çayımızı içtik. kış dönem ödevim için gereken Schopenhauer’in kitabının yerine, Republic’teki Tati’den çift kişilik kareli bir yün battaniye almıştım. Gerçi daha ekimdeydik ama benim kafamda nedense bütün kış boyu işleyecek bir ParisBrüksel hattı oluşmuştu bile. Çünkü ikimiz de farkında olmadan öyle davranıyorduk; benimle Paris’in bütün metro istasyonlarında inip bir kafeye oturma düşünü paylaştığında ya da bir gün Sorbonne’a gelmeyi çok istediğini söylediğinde, bütün bunların Paris’te yeniden beraber olmak anlamına geldiğini ikimiz de biliyorduk. Yalnızca bunu hiç konuşmamıştık; ne ben ‘‘Bir daha ne zaman geleceksin?’’ diye sormuştum, ne de o ‘‘Yine geleceğim!’’ demişti. Gerçi Tunuslu bakkal Vahab’la da hiçbir şey konuşmamıştık ama o kış boyu ne alırsam alayım, kasanın yanına bir paket de Chesterfield light koymayı sürdürmüştü. Şimdi komik gelse de, o kısacık sürede felsefeden konuşmayı da ihmal etmemiştik: ‘‘Demek Sorbonne’da felsefe okuyorsun... Nedir felsefe?’’ ‘‘Hiç düşünmez misin bazı şeyleri? İnsan nedir, niye dünyaya gelmiştir? Yaşamanın anlamı nedir? Bunun gibi birtakım sorular işte...’’ ‘‘Peki sen bütün bu soruların cevabını buldun mu bari?’’ ‘‘Tabii ki hayır! Zaten felsefe bütün bu soruların cevabını bilmeden de huzurlu yaşama sanatıdır.’’ üldü. Sacre Cour’ün eteklerindeki atlıkarınca küçük bir dağ kasabası gibi ışıldıyordu. Merdivenleri koşarak inip karşısındaki kanepeye oturduk. İkimiz de adamakıllı birer şehir yorgunuyduk. Başını dizlerime koyup ayaklarını uzattı. Bacaklarının arasından Charlie kokusu geldi burnuma... Annem sürerdi o parfümü, yetmişlerde modaydı. Belli ki gündüz dolaştığımız yerler gelmişti aklına ‘‘Montrmartreli Dalida...’’ diye mırıldandı. Resim çektirdiği garip yerlerden biri de Dalida’nın Montmartre’deki evinin önüydü. ‘‘Sen hüznü seviyorsun!’’ ‘‘Ben Ajda’yı seviyorum. Belki atlıkarıncadan geldi aklıma, neydi o şarkı?’’ ‘‘Atlıkarınca dönüyor dönüyor Dünya durmadan dönüyor dönüyor Yalnız dönmeyen bana sensin Bekliyorum hep sen neredesin’’ ‘‘Ajda niye Dalida olamadı ki?’’ ‘‘Bence biz ne olduysak Ajda da onu oldu, hepsi bu! Hem bu o kadar önemli mi? Aradan yıllar geçse de ikimizin de hâlâ onun şarkısını söylememiz güzel değil mi?’’ ‘‘Atlıkarınca dönüyor dönüyor Yalnız dönmeyen bana sensin’’ nu öptüm. Atlıkarıncanın ışıkları geceyi süslü bir şamdan gibi aydınlatıyordu. Eve döndüğümüzde, gitarımı elime alıp ‘Ne me quitte pas’yı çaldım ona, kolejden beri çalmamıştım aslında, daha ikinci cümlemde, ‘‘Aaa, bu If you go away...’’ dedi gözleri parlayarak... O zaman gitar çalmayı bırakıp Jacques Brel’in CD’sini koydum. Şimdi düşününce, o an Brel’in ikna edici, tok sesine ihtiyacım olduğunu anlıyorum. Sanırım insanların kendine yandaş aradığı anlardan birindeydim. Belki de ancak Brel’in müziğinin bir Akdeniz ülkesi kızının kumsal ve ayışığında If you go away çalarken yaşadığı yaz gecesi budalalıklarını sileceğini düşündüm. Neyse ki ertesi gece yeniden gitarımı elime aldığımda Ne me quitte pas’yı istedi benden, bir daha da If you go away saçmalığını ağzına almadı. Onu kuzey garından Brüksel’e sanki şehirdeki bir başka metro istasyonuna gidecekmiş gibi abartısız uğurladım. Yolunun uzun olduğunu anımsatan tek şey, Vahab’dan son dakikada alıp eline tutuşturduğum nane şekeri paketiydi. ve döndüğümde felsefe kitabının yerini alan çift kişilik yün battaniyenin altında tek başıma arzuyla kıvranırken haykırdığım isim Schopenhauer değildi. Akılcı Alman filozoflarının pek de işe yaramadığı bir boyuttaydım. Battaniyeyi başıma çektim, evet arzularının kölesi olmuş sıradan bir ölümlüydüm artık. Eğer isteseydim teselli edebilirdim kendimi; çünkü kasıklarınızda yanan ateşi filozofların beyin omurilik sıvısıyla değil sıradan insanların ersuyuyla söndürebilirdiniz ancak. Ondan gelecek bir haberi daha ne kadar bekledim ya da ne zaman tam olarak beklemekten vazgeçtim, bilmiyorum. Birkaç ay sonra, posta kutumda hiçbir yerinde adres olmayan o sevimsiz Brüksel manzarasını bulduğumda bile henüz tam olarak vazgeçmemiştim: ‘‘Okulun oldukça yakınında bir evde kalıyorum. Babamın Belçikalı arkadaşı her şeyi ayarlamış. Hem biliyor muymuşum Jacques Brel de aslen Belçikalıymış!’’ lışveriş merkezinin ortasına kurulan atlıkarıncanın yeni bir turu müjdeleyen ziliyle kendime geldim. Uzunca bir süredir daldığım, önümde duran soğumuş kahveden, atlıkarıncada dönüp durmaktan sıkılan beş yaşındaki oğlumun kendini bana göstermek için bindiği zebranın üzerinde ellerini çırparak, küçük bedenini sağa sola savurmasından anlaşılıyordu. Karım ellerinde alışveriş paketleriyle yürüyen merdivenlerden iniyordu ve yıllar önce dairemde kalan öğrencilerin aksine bana minnetle bakıyordu. O G O PORTRE E A HAFTA SONU 12 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle