Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Amerikalı bir kadın gazetecinin gözüyle Tek başına Anadolu Bütün bilgilerimiz göreceli tabii ki. özellikle bir yolcununkiler. Ama Türkiye'de hiçbir şey şu basit soruya vehlecek yanıtlar kadar göreceli ve öznel olamaz: "Burası emin bir yer mi?".:. Amy Schvvartz* man Tanrım, sakın gitme oralara," dedi, Antakya'daki evsahibim. Haritada işaretlediğim Adana, Antakya, Urfa, Diyarbakır ve Kayseri'den geçen rotama baktığında, yuzünde gizlemediği açık bir dehşet ifadesi vardı. Heyecanlanarak devam etti: "Hele Urfa'ya tek başına hiç gidemezsin. Orası çok tehlikeli ve ilkel bir yerdir. Üstelik Türkçe bile konuşmazlar. Ben hiç Urfa'ya gilmedim ama..." Belki de ne yanıt vereceğimi bilmediğimden, ona beni Adana otobus terminaline getiren taksi şoföründen bahsetmeye başladım. Şoför yolda yuvarlak çantamı inceleyerek nereye gittiğimi öğrendikten sonra, "Antakya mı? Tek başına ha? Yalnız bir kadın üstelik.." demişti. Yanıt olarak gevelediğim sozcükleri ağzıma tıkarak "Bir kadının tek başjna böyle bir yere gitmesi söz konusu bile olama/. Itnkânı yok. Burası gibi değildir oraları biliyor musun? Türk değildir onlar, Araptır.." diye eklemişti. Antakya'lı koruyucum, "Demek bizim için böyle dediler Adana'da" diye söylendi gururu incinmişçesine. "Oysa sen de burasıııın gayet iyi bir yer olduğunu gorebilirsin" dediğinde, etrafıma bakındım. Roma üslubu beyaz kesme taşlarla inşa edilmiş 200 yıllık bir sabun fabrikasının son derece rahat odasında oturuyorduk. Buranın sahibi olan Rotary Kulübü'nün Başkanı, beni anladığını belirttikten sonra, biraz düşünup, "Belki ben de bir gün yalnız başıma Urfa'ya giderim" dememiş miydi? Bütün bilgilerimiz göreceli tabii ki. özellikle bir yolcununkiler. Ama Türkiye'de hiçbir şey basit soruya verilecek yanıtlar kadar göreceli ve öznel olamaz: "Burası emin bir yer mi?" Yanlış anlamayın. Gözükara davranmayı savunmak amacında değilim. Doğuya mevsim dışı ve yanımda refakatçi olmadan gitmeye karar verdiğimde, bütün önlemleri almıştım; büyük şehirler, gundüz otobüsleri, sahte bir evlilik yüzüğü ile her gittiğim şehirde beni bulan düşünceli ve misafirperver insanlarin listesi. Dahası, bana sundukları en ilginç ders, birbirlerinden sadece bir iki saat uzakta bile olsalar, bir şehirden diğeri hakkmda güvenilir bilgi almanın imkânsızlığı idi. Her şey Istanbul'da gelen uyarılarla başladı. Doğuda turistlere nezaket ve kolaylık göstermelerini beklememeliymişim. Normal otelfer, düzgün yollar ve her şeyin ötesinde, İstanbul'a gelen turistlerin kolaylıkla insanlar tarafından kabul edilmesi gibi alışkın olunan bir davranışı göremeyecekmişim. Oysa tstanbul'da sorulan "Nerelisiniz?" gibi bir standart soru yerini aksanımın hangi eyalete mensup olduğunu analayabilecek kadar dilimi iyi bilen Antakyahların "ögretmen misiniz?" ya da "Tercüman mısınız? gibi sorularına bırakmıştı. öte yandan tstanbul'da duyduklarımın hiçbiri beni Urfa'nın görkemli turistik caddesine, güzel ve ucuz otellerine, seyahat acentelerinin varlığına, kartposial endüstrismin bulunduğuna hazırlamamıştı. Ve Harran. Dinsel kökenli bölümleri, akla hayale sığmayacak eskilikte harabeleri ile her "A Amy Schwartz, Cumhurıyet gazetesınde "Peki Türkiye'yi neden seçtiniz?" diye ne zaman sorulsa, Amy Schvvartz'ın yanıtı hep aynı idi: "Bu soruyu siz bana bir kez sordunuz; ben kendime her gün soruyordum." Schvvartz, New York'ta doğmuş, Harvard Universitesi'nde öğrenimini tamamladıktan sonra, New Republic dergisine ölen hocasının ardından yazdığı yazı ıle VVashıngton Post'un dikkatinı çekmiştl. Iki yıllık yazarlıktan sonra, hiç bilmediği, tanımadığı bir ülkede en azından üç ay yaşamak, yeni anlayış bahçelerinde dolaşmak için izin ıstemiş ve tek başına üç ay geçireceğı Sultanahmet Meydam'ndaki Klodfarer Oteli'ne , yerleşmişti. Schvvartz, istanbul'a geldıkten sonra, şaşırtıcı bir tempoyla Türkçe öğr'enmiş, Türklerin söylediklerinı anlamakla kalmayıp, nüanslarını da kavramaya başlamıştı. Örneğin, ne zaman Diyarbakır'a, Mardin'e yalnız gitmek istediğini birisine açsa, "Sakın yalnız gitme" diye akıl verilmesinden, Mardin ve Diyarbakır'ın mutlaka yalnız keşfedılmesi gereken bir dünya olduğunu anlamış ve "Gitme" diyen "yerleşik görüşe" meydan okurcasına, bir başına doğuya yelken açmıştı. Schvvartz, Cumhuriyet gazetesinin çeşitli servislerinde geçırdığı dört hafta içinde, gazetesine ve Cumhuriyet'e yazdığı yazılarla Türkiye'yi anlatırken, bir yandan da farkında olmadan Cumhuriyet'in her gün görmeye alıştığımız simalarından birisi halıne geldi. Schvvartz, .ülkesine dönerken, sadece Türkiye'yi tanımakla kalmamış, Türklere de kendi ülkelerinin hep içinde olup ama hep dışında kalan bir boyutunu tanıtmıştı. Z Bugünün Diyarbakır'ında, kentin ünlü siyah surları kadar, modern yapılar da göz alıyor. şeyden yalıtılmış bu hayaletimsi mekân bile el değmemiş değildi. Neredeyse 4000 yıllık Harran Kapısı'nın yanına bile portakal renkli bir kafetarya yapılmıştı. Urfa'daki evsahiplerim de Antakya'dakiler gibi bana yapılan uyarıları öğrendiklerinde şaşırdılar. Bir kadının yalnız başına şehir merkezinde dolaşmasının emin olup olmayacağını sorduğumda ise, hafifçe bozuldular. Evet, burası tabii ki emin bir yerdi. Kendimi emin hissetmiyor muydum? Rahat değil miydim? Ne demek istemiştim, başımı örtmem mi gerekiyordu? Tabii ki hayır... Urfa Turizm Bürosunun Müdürü, beni rahatlatmak için turistlerin geçen yaz doldurdukları yüzlerce anket kâğıdını getirip bana göstermemiş miydi?.. Aynı sorulan Diyarbakır hakkında sorarken ise, yüzlerinin rengi değişmis ve "Diyarbakır... Daha zor, urda Türkçe konuşmuyorlar" demişlerdi. gün yapıyı içinde havuzu da bulunan lüks bir otel haline çevirmekle meşguldu. Umduğum şeylerin olmamasının bana verdiği zevkli deneyimler sonunda, artık şansıma fazla belki de asırı güvenmeye başlamıştım. Artık gerçekleı karşısında, olası bütün sorunların erimeye başladığını görüyordum. Urfa'da hiç kimsenin Türkçe konuşmadığı fikri ya da Urfa'da söylendiği gibi Diyarbakırlıların Türkçe bilmediği şekîinde bana aktarılanların sadece birer hayalden ibaret olduğunu gördüm. Bu büyük şehir sakinlerinin yabancıların varlığına alışkın olmadığı iddiası da uçtu gitti. Aynı şekilde çok tutucu oldukları söylenen bu insanlarin benim yalnız ve çarşafsız dolaşma "terbiyesizliğimden" rahatsız olmaları da söz konusu değildi. Çünkü kendileri de çarşafsızdı. Urfa çarşısına giderken yanıma kullanmam gerekeceğini duşunduğum siyah bir başörtüsü almıştım. Anadolu'da geçirdiğim iki haftadan sonra Türkiye'de başörtüsünü gerçekten giyme gereksinimi hissettiğim tek yer lstanbul oldu. Burası da uygar Istanbul'da yabancı kadınlar açısından, misafirperverlikle insanları rahatsız etmek arasındaki ince duvann sık sık aşıldığı güzel Ayasofya Meydanı idi. Belki de başörtüsü takmak, "Where are you from", "Don'l you like the Turkish people?" gibi "arkadaşça" sorulmuş cankıcı sorulardan kurtarabilirdi... Evet, Anadolu'da lakmadığım başörtüsü. Istanbul'da beni bu sorulardan kurtaramadı; ama hiç olmazsa, bu tür sorulan "idare edilebilecek" bir miktara düşürdü. • Otobüsüm modern Diyarbakır'a koşturmacasına girerken onları düşünüyordum. Şehirde ilk göze çarpan o ünlü siyah surlar değil yeni inşa edilmiş, beyaz gökdelenlerdi. Sokaklardaki kadınlar, düşlenebilecek bütün batılı giysilerin yanı sıra, batılı olmayan türden kıyafetler de giymişlerdi. Basit, günlük öğrenci kıyafetlerinden tutun da gözleri bile örten kara çarşafiar ile hayalet gibi dolaşan kadınlar bir arada idi. Otelimin resepsiyonunda, "Kadınların yalnız olarak sokaga çıkmalarında bir sakınca var mı?" diye sorduğumda, neredeyse şaşkmlıktan küçük dillerini yutuyorlardı. Bu arada, eski surlann yarundaki 500 yıllık handa ise, (*) Wııshinjtl»n Posl ga/eleüinin >orumlar ve makadevlet desteğindcki bir restorasyon ekibi, öz leler sayfası ya/an.