Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
:3 :O I Ölen Otelin Müşterileri vien Leigh miydi? Her neyse. Aynı yaşta olmalarına karşın Burhan Bey, çok daha dinç, genç görünüyordu ondan. Esnafla şakalaşıyor, tıkralar anlatıyor, tnasasının dolmasına can atıyor, yalnız bizlere değil yabancılara da ikramdan kaçııımıyordu. Sanki karısmın yiizüne ölümün eli değmişti de o, bu eli itelemeye, karısıyla yaşanı arasında bir köprü kurmaya çabalıyordu. Karısının kayıtsız gözlerindc en ufak titreşimi yakalar yakalamaz, onıın kolunu sevgiyle okşuyor, bizlere bakıp bu titreşimin bir yankı bulup bulmadığını araştınyordu. Bizler onların birbirlcrini sevdiklerini biliyorduk, en azından sevgiye çok yakın bir şeyi paylaştıklarını. Yabancılardan aynı anlayışı bekleyemezdik tabii. Insanlar "kültür farkhlığı" denen şeyc nedcnse çok önem verirler. Onlann göztlnde Burhan Bey, karısının servetine göz dikmiş bir aylaktı, ç(lnkü o taşralıydı, karısıysa lstanbullu, Kanlıcalı. Oysa bizler, Naşide Hanımın, kocasımn yanlış kullandığı sözcükleri neden hiç dilzeltmediğine daha çok önem veriyorduk. Naşide Hanım, Karakız'ı masanın altında gizlicc bcslcrken sözgelimi, Burhan Bey, garsonu köşedeki dönerciye yollayıp bir porsiyon döner aldırıyor, Karakız'la, Otel'e es• J.C'a ki bir müşteriden artakalan Rus köpeği Flöri arasında bölüştürüyordu. Açıkça. Biz bunları • Ik gelenlerimiz, yaz başında görunürler önemli ipuçları olarak değerlendiriyorduk. di. Yıkık kilisenin yamacındaki gelin Sevginin ufak göstergeleri diye düşünüyorcikler yeni bitliğinde, gecelerin aya/ı duk. lam lamına kırılmadan, gemi hafıanın iki günü uğrarken, kıyıda, kışın geıirip O günlerde söz konusu yazbaşında Otel'e bıraktığı yosunlar, çer çöp, geçcn yazdan yalnızca akşamdan akşama yatmaya geldikkalma deniz yağı şişeleri, unuıulmuş h;ı lerinden, çatalların biraz daha eğrildiğini, basırlar hâlâ dururken kum kamyonu, hazirana cağı kırık masa sayısının iyice arttığını, mushazırlık, temiz bir kum örtusU serpmemiş daha kumsala. Lokanıalarla kır kahvelerini kimlerin işleteceği bilc belli değil; pansiyonların, oıellerin fiyatları kararlaşıırılmamış, belediyenin kiraya verdiği tek göz dükkânlar açılmamış. Kıyı, yaza hazır değilken daha. mı düşünüyordu? (Sonra bizler nereye giderdik?) Birazcık onarım yeter canım, tepeden tırnağa elden geçirmek gerekmez, astarı yüzünden pahahya oturur bugün, ama biraz bakımla hiç dcğilsc bir sure daha gider. Bizimle bir kadeh içmez miydiniz Sinan Bey? Naside'ciğim, bir bardak getirscne içerden. Sahi, Bclkıs Hanımın odasının kırık camı değiştirildi miydi? Yapmayın, naylon germekle olur mu? Yaz ortasında bile geceleri sert bir esinti çıkıyor. Geçen yıl kötü üşütmüştü biliyorsunuz. Tabii biliyorum burada cam bulunmadığını; ta nerelere gitmek gerck ama... Bu yaz gelmezse... Yani Sinan Beyciğim, borç filan istiyorsanız, hiç çekinmeden... Yine de geleceğimizi bilirdik. Bütün anahtarların bütün oda kapılarını açtığı bu Otel'e gelecektik. (Bizi bırakıp bir önceki yazı başka bir tatil yöresinde geçiren Necla Hanımı asla bağışlamamıştık. Ama bu tür tatsız konular pek konuşulmazdı aramızda.) Bizsiz ge çirdikleri günlerde Naşide Hanımla Burhan Beyin de böylesi konuları açtıklarını hiç sanmayız! O öğleden sonra onlara düşen görev, yeni açılan ve değişik yemekler çıkaran lokantaları keşfetmek (dalgakıranın ordaki köftecide gere geç saatte işkembc çorbası bulunuyormuş), ölenlcrle sağ kalanların bir dökümünü yapmak (Haldun Bey, kalp krizi geçirmiş, atlatmış ama bir zamanlar vurgun yemişliği var ya, o kötü, teknesi biraz bakımsız o yüzden. Bakkal Mustafa sizlere ömür, dükkânı oğlu işletiyor, temiz bir çocuk. Mehmet Usta'nın gözüne perde inmiş. Kız • Ercan, Balıkesir'de bir pavyonda çalışıyormuş), bakkallara içki ve sigara yedeklemeyi hatırlatmak, Belkıs Hanım, bağımsızlığına çok düşkündü, ne var ki son beş yılı, maddi güçlüklerden ötürü, Paris'te ataşelik yapan kardcşinin yanında geçirmek zorunda kalmıştı. Burhan Beyin, "Size çok yakışan şu yeşil basmayı ne zaman çıkarıp bizleri hüzne garkedeceksiniz?" yollu şakasını, "Ben buraya giyinmemek, süslenmemck için geliyorum, yoksa neden geleyim?" diye yanıtlayıp ağzımızın payını vermekten geri kalmamıştı. O geceden sonra topluca onun bağımsızlığının kaynağını araştırmaya kalkıştık. Sabah yedide uyanıyordu hiç sektirmeden. Sonra gününU kendi çizelgesine göre anlara bölüyordu. Kırk beş dakikalık bir yürüyüş, fırından çıkan taze pideyle kahvede bir kahvaltı, Otel'de bir kahve, denizde elli kulaç, sonra okumak, okunıak, denize değil hep güneşe bakmak. Akşamüstü yeşil basma giysi, değcrli, unutulmuş bir yüzük bir parmakta, "Bir duble rakı Sinan Bey, sonra da bir tek, ama geç saatte. Kapıyı açsanız, duman doldu burası, boğulacağız. dumanaltı olduk." Böyle özel sözcükler seçerdi; bizlerle, yani yaşadığı iklimle, sokaklarla, yabancı bir ülkede yaşasa bile bağlantısını koparmadığını gösteren sözcükler. Bizler akşamtörerüne yeni girerken, o yarımpansiyon anlaşması uyarınca önünc getirilen yemekleri bitirmiş olurdu. Hepimizin kendimizi usul usul zehirlediğimiz bir ortamda tek sağlıklımız oydu. "Naşide Hanım baksanıza, Numan Bey ıstakoz almış bugün, hayret, nasılsa erken kalkabilmiş, ötekilere de dağıtsak, öteki masalara da, ne dersiniz? Sizler zaten bir şey yemiyorsunuz, ıstakoz da oldum bittim dokunur bana." Onun sağlığına bunca duşkünlüğü, bizler için biraz imrenme, biraz da alay konusuydu. Tek başına yaşamayı başaran kişilerin bencil olduklarına inanıyorduk nedense, bencil olmak zorunda kaldıklarına. Numan Beyin, "Otelimizin eli soğan, ağzı rakı kokmayan tek güzeli" övgüsü, Belkıs Hanımın bizim sofralarımıza uzun boylu katılmadığım, aşçı gidince ya da canımız çekince kolları sıvayıp mutfağa girdiğimizde, onun elini sıcak sudan soğuk suya sokmayışını eleştirmek amacını güdüyordu. Ama Belkıs Hanım, bu iğnelemenin yalnızca tatlı yarunı benimsiyor, "güzel" sıfatını alıyor, yemek hazırlığında bizlere yardım etmek zorunda kalmamak için gerisini anlamazlıklan geliyordu. Zekiydi. Bizim Rita'mızdı o, basmalar giyse de, aşevi yemeklerini iştahla yese de, kavunum gecikti diye tuttursa da, yabancı sigara bulamamaktan yakınsa da. Bizler, akşamüstleri çarşıdan sardalya ya da karides alırken, geceleri işkembe çorbası ya da dondurma aldırtırken, o güzelliğiyle, eskigörkemiyle beslemiyor muydu bizi? Hele biz mantı açarken dudaklarındaki o çocuksu, iştahlı, sıla özlemi dolu gülümseyiş ne güzeldi... Biz, önümüze getirilen yemeklere pek el sürmüyorduk ama kendimizden biri olarak gördüğümüz Sinan Beyin yemediğimiz yemeklerin parasını almayacağını bildiğimizden, yergibi yapıyorduk. Her gece birimizin iştahlı görünmesi, yemekleri övmesi, sessizce kararlaştırılmış kurallardan biriydi. Kendi pişirdiğimiz yemeklerden yabancı masalara (Van'dan bir banka müdürüyle eşi vc üç çocukları, akşamları kırmızı şarap içen yeni evliler, kapının önünden geçerkcn, cızırtılı eski plaklarımızın, valslcrimizin, tangolarımızın, fasıllarımızın sesine kapılanlar, Kastamonu'nun bir köyünde öğretmenlik yapan bir genç kız, tsveçli bir aile yine çocuklarıyla) birer tabak göndermemiz de. Böylelikle, sıcak yaz gecelerinde kıyıdaki tentenin altında neden ayrı masalarda oturduğumuzu, geç saatlerde konyaklarımızı alıp neden denize birlikte yürüdüğümüzU, tanışmadan önce yıllardır unultuğumuz gecedenizi alışkanlığını birlikte neden ycniden kazandığımızı, gece ikide ışıklar söndüğünde neden kapıyı kilitleyip laşlıkta bir süre oturduğumuzu, sonra birer şişe suyla odalarımıza gittiğimizi, gündoğusu eser esınez neden taşlığa sıgırcıklar gibi Uşüşüp aynı masanın çevresinde toplandığımızı, yani onlan neden dışta tuttuğumuzu anlayişla karşılasınlar istiyorduk belki. Ama "bağışlanmak" sözcüğtl bize uzaktı. Doğruyu söylemek gerekirse, çocukları sevmiyorduk. Bizim sevdiğimiz en azından benimsediğimiz çocuklar, gürultü I Ama bahar bitiminde bir gün, postacı, Belkıs Hanımın Paris'ten kendi adına, otel adresine poslaladjğı kitaplar ve eş dostunun ona yolladığı dergilerk çıkageldi mi, otel, o yaz da geleceğimizi anlardı. Aramızda, yazıya ve söze dökülmemiş ama koşullarına kılıkılına uyulan bir anlaşma vardı çünkü. Dönecektik, eski odalarımızda kalacaktık, sabah kahvaltılarını "yemek salonu" dediğimiz geniş taşlıkta ayrı masalarımızda geçiştirip (kimilerimiz iki Uç zeytin, bir dilim ekmek, beş bardak çayla, kimilerimiz iki bira ve peynirle, Numan Bey, vişne sulu votka ve karidesle) en erken kalkammızın çarşıdan aldığı gazetelere bir göz atacak, gidip çınarların altında birer kahve içecek, gün iyice ısındığında yine otele dönüp mayolarımızı giyecek, denize yürüyecektik. Ve gün boyunca bir daha karşılaşmamaya özen gösterecektik. tçinde yaşadığımız bu dar alanı böylelikle gcnişletmeye, herkesin avcunun içi gibi bildıği bu adayı bir bağımsızlık alanına çevirmcye sessizce karar vermiştik sanki. Karşılaşırsak, şöyle bir gülümsüyor, konuşmadan yolumuza gidiyorduk. Az yükle yolculuk etmeyi seviyorduk en Oncmli ortak özelliklerimizden biri. O ytlzden Naşide Hanımla Burhan Bey, yazbaşında köpekleri Karakız'la birlikte genıiden indiklerinde, ellerinde iki ufak çanta vardı yalnız. Yazlık giysilerini, gcçen ekimde kente döncrkcn otelin bir odasında bırakmışlardı. Onlar geldiğinde daha aşçı bile olmazdı Otel'de ama kapı hep açıktı nasılsa, buzdolabı çalışıyordu, isterlerse, ocağı ve kapkacağı kullanabilirlcrdi. Uzunca süren bir baş başalık dönemi yaşıyorlardı herhalde (bizler öyle düşünüyorduk), denize bakıp dipteki kara lekelerin her yıl nasıl biraz daha arltığını gözlemliyorlardı. Naşide llanım, elinden hiç eksik etmediği kitabına dalıyordu arasıra: Çoğu kere Fransızca bir anılar kitabı. Altınış yaşını aşmıştı bizlerc sorarsanız, ama bir zamanlar çok güzel, çok çekici oldukları ilk bakışta anlaşılan bütün sarışın ve mavi gözlü di'.berler gibi, yarı saydam teniyle, dudaklarında arasıra beliren o şımarık çapkııı yine de ölçülü gülümseyişiyle, görgülu, soylu bir kadından çok, yazgımn bir cilvesi sonucu, o kadının roma bahannı oynamaya zorlanan yeni yetme, hevesli bir yıldız adayına benziyordu. Yoksa tam tersi mi? Yani aslında Diana Durbin'liğe özenen bir Vi lukların onarım görmcdiğini, sifonun hâlâ çalışmadığını, raflara dizili ucuz şarapların gitgide azaldığını görmüyorlardı pek. Burada miras tartışmalarından, zorla katılınan toplantılardan, Kanlıca'daki yalının satışından pay kapmaya çalışan hırslı kızkardeşlerle hain oğullardan, kapı önündeki içki şişelerini sayan meraklı site komşularından uzaktaydılar ya, yetiyordu: Uçsuz bucaksız bir denize bakarak konuşmak, susmak, arada Karakız'ı okşamak. Buralılar da dedikodumuzu yapıyorlardı, biliyorduk. Ama kış boyunca boş oturuyor bu adamlar. Başka konuları yok ki; para kimin acaba, karıların mı, kocaların nıı? Yine de bizleri benimsediler nedense. Bir aile olarak görüyorlar, anlamaya çalışıyorlar. Tek çözemedikleri, neden her zaman birlikte olmadığımız, neden lokantalarda, kahvelerde hep birlikte görünmediğimiz. On gün sonra, hava ya/ladığında, aşçı gelirdi Erdek'ten; Otel, mulfağı sıcak, yaşayan bir ev oluverirdi. A$çı, ilk hevcsle, yaz boyunca bir daha asla beceremeyeceği, becermeye özenmeyeceği güzellikte bir köfte kızartırdı. Naşide Hanımla Burhan Bey dc öğle ycmcğini dışarda, kıyıdaki tentenin altında yemeğe karar verirlerdi. tkinci kadehte, yirminci sigarada, bizgelirdik akıllarına. Yahu nerelerdeydik? Gelmeyecek miydik yoksa? lşte o anda, çarşafların sarılığı, somyanın pası, su şişelerinin dibindeki kara tortu, badana görmemiş duvarlar çarpardı gözlerine. Otel sahibini çağırıp ağzından bir şeyler almaya calışırlardı. Ne o, yoksa Otel'i dden çıkarmayı yeni gelen garsona akşam yemeğini sekiz buçuktan önce dokuz olsa daha iyi ya getirmemesini, çorbayı varsa sona bırakmasını, dolaptan peynirle kavunu sakın eksik etmemesini, akşam yemcği sırasında teybi fazla açmamasını öğlen, açabilir tabii bizlerle konuşurken " s i z " demeye özen göstermesini ya da siz der gibi davranmasını öğretmekti. O kısa dönemde, her öğle üstü, saat birde çınarların altında oturur, gcmidcn kimlerimizin çıkacağını beklerlerdi. Yaz, Belkıs Hanımın gemiden inmesiyle başlardı. Onu uzun uzadıya betimlemek gerekmez. Gilda filmindeki Rita Hayworth'tu o. Tıpatıp. Yirmi yıldır yalnız yaşıyordu, otuz küsur yıldır da yazlarını bu Otel'de, aynı odadageçirmişti. Otel'in gençlik günlerinde, kat (elefonları çalışırken, oda servisi varken, yemek örtuleri kolalıyken, garsonlar ortalıkta dört dönüyorken. Şimdiyse kat telefonlan çalışmıyordu, örtüler lekeliydi, acemi bir gönüllü delikanlıdan başka garson yoktu, aşçı, kışlarını yatılı bir okulun yemekhanesinde çalışarak gcçircn, yazın da o yemek düzenini sürdüren tuhaf ama bir Boluluydu. Belkıs Hanım da ne tuhaf, diye düşünüyordukzamanla Otel'e uymuştu sanki. Ustüne bir gün gcçirdiği yeşil basma entariyi her gün giyiyordu. Akşamları, gizli sözleşmemiz uyarınca, biz kadınlar özenle boyanıp giyinip akşamın ortak törenine hazırlandığımızda; biz erkekler, boyunbağı değil tabii, ama günlük giyimimize ufak bir ayrıntı eklediğımizde, bize katılmıyordu. Basma giymiş bir Rita Hayworth'umuz olmasını yadırgıyorduk. 20