Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Günler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 28 Şubat 2012 Salı ‘Politik ekoloji’ yaklaşımlı filmler ayatınızda hiç ulu anıt ağaç gördünüz mü? Hani şu binlerce yıldır var olan, Umarım insanlar bu filmi gövdesini yedi izler ve rahatsızlık sekiz kişinin elele hisseder. Kötü bir şekilde verip ancak değil, onları sonraki çevreleyebildiği ağaçlardan. birkaç gün ya da hafta Umarım düşünmeye sevk edecek görmüşsünüzdür. şekilde. Bu rahatsızlık; Peki bu ulu anıt filmin, örneğin bir ağaçlardan oluşan bir orman teröristin ne olduğuna gördünüz mü? dair yerleşik algıları Görmediyseniz sarsmasından hayal edebilirsiniz. Bu ormanda kaynaklanacak.” Gülliver’in cücesi Marshall Curry gibi hissedersiniz (Yönetmen) kendinizi. Ulu heybetli duruşları, başınızı kaldırdığınızda tepesini dahi göremediğiniz yüksek boyları, çevrelerindeki daha genç, farklı türden ağaç ve çalılara kol kanat geren varlıkları ile insanda saygı uyandırırlar. Yanlarında huzur hisseder, sarılınca sevgi duyarsınız... H EĞER BİR AĞAÇ DÜŞERSE Bu ağaçların elektrikli testereler ile birer birer kesilip, yıkıldığını ve çok geniş bir alanın traşlandığını hayal edin. Kuzey Amerika kıtası, Batı’lılar tarafından keşfedildikten sonra sahip olduğu eski ormanların yüzde doksan beşini kaybetmiş. Kalan yüzde beşin yine yüzde doksan beşi yavaş yavaş kereste şirketlerine açılıyormuş. Bu kıyımı durdurmak için basın açıklamaları, imza kampanyaları, protesto yürüyüşleri, sivil itaatsizlik eylemleri bir işe yaramaz ise, ne yaparsınız? “Eğer Bir Ağaç Devrilirse: Yeryüzü Özgürlük Cephesi’nin Hikâyesi” filmi, bu bağlamda, çevreci aktivist Daniel McGowan’ın öyküsünü anlatıyor. !f film festivalinde gösterilen, Marshall Curry’nin yönetmenliğini yaptığı, 2011 tarihli bu film Daniel McGowan’ın bir yandan sıcak ve yakın ilişkiler üzerine kurulu aile yaşamını diğer yandan adaletsizliğe ve eşitsizliğe karşı duruşuyla başlayan aktivist yaşamını takip ediyor. Yeryüzü Özgürlük Cephesi, dünyanın en radikal çevreci örgütlerinden. Eski ormanların yok edilmesinde suçlu buldukları polis merkezleri ile kereste fabrikalarını kundaklamışlar. Eylemlerini, “Kapitalistleri ancak mallarına zarar vererek durdurabilirz. Çünkü onları için en değerli şey mal ve paradır” diyerek savunuyorlar. Eylemlerinde cana kastetmiyor, kimseyi yaralayıp, öldürmüyorlar, sadece maddi zarar veriyorlar. Buna rağmen FBI, onları 2011 Dünya Ticaret Merkezi bombalayan ve binlerce kişiyi kasıtlı öldüren teröristlerle bir tutar ve “ekoterörist” ilan eder. Daniel McGowan hapse mahkum olur ve normal bir hapishane yerine terörist suçluları için yapılan özel hapishaye gönderilir. Film, Daniel McGowan gibi çevreci aktivistlerin devlet tarafından “terörist” ilan edilmesini sorguluyor. Ben de okuyucuma sormak istiyorum, “Terörist kime denir?” McGowan ile film hakkında yapılan söyleşide, filmi izleyenlerden ne beklediği sorulmuş. İzleyicilerden, devlet ve medyanın verdiği mesajları olduğu gibi almamalarını, dikkatle okumalarını ve doğruluğunu sorgulamalarını istiyor. “Medyada beni bir terörist gibi tanıttılar” diyor ve bu oluşturulan kurguların ardındaki asıl niyetin ve politik amaçların ne olduğunu düşünmenin önemini vurguluyor. Bu uyarısı akıllara, Türkiye İnşaat Sanayicileri İşveren Sendikası (İNTES) Yönetim Kurulu Başkanı Şükrü Koçoğlu ve Orya Enerji şirketinin, HES karşıtı köylüleri ve çevrecileri “terörist”, “vatan haini” ilan etmesini getiriyor. Amerikan polisinin çevreci aktivistlere uyguladığı sert, zalim, işkenceci tavrı gösteren sahneler ürkütücüydü. Biber gazını hiç sakınmadan kullanıyorlar, elleri bağlı olan aktivistlerin gözlerine hatta, başlarını sabitleyip göz kapaklarını zorla açarak içine sıkıyorlardı. Bu sahneler, Türkiye’de çevresel adalet için eylem yapan köylülerin ve aktivistlerin polis ve jandarmadan gördüğü muammeleyi hatırlattı. “16 Ton, insanlık tarihine ironik bir yaklaşım. Bugünkü yanlış hayatımızı neleri nerelerden nasıl çıkararak inşa ettiğimizi anlatıyor. Gele gele vardığımız serbest piyasa ve özgürlük çağı yoksa bütünüyle halkla ilişkiler faaliyeti ürünü mü? Madencilerin sefaletini anlatırken gözde bir hit parçası oluveren "16 Ton", yoksa sadece bir şarkı mı?” Ümit Kıvanç (Yönetmen) K ömür madenciliği üzerine yapılmış en başarılı belgesellerden biri. Kömür madenciliğini, tarihsel izlerini takip ederek, başlangıcını, dünyada yaygınlaşmasını ve geçirdiği evreleri çok kapsamlı ele alıyor, kara mizahi dille aktarıyor. ABD, Türkiye’deki maden işçilerinin tozlu sayfalar arasında unutulan zorlu, kanlı mücadelelerini, günışığına çıkararak hatırlatıyor. Fonda kömür işçilerini anlatan “16 tons” şarkısı var. Şarkı, bir kömür işçisinin zor hayatı üzerine yazılmış. Şarkının sözlerinde anlatılan gerçeklerin aradan geçen yıllara 16 TON rağmen, hiç değişmediğini anlıyorsunuz. Maden işçisi hep ağır şartlarda, düşük ücretle ve tehlikeli ortamlarda çalışmış ve çalıştırılıyor. Film, 1965’teki Zonguldak kömür işçilerinin grevini anlatıyor. İşçilerin grev nedeni, neden işletme mühendis, şef ve çavuşlara verilen ilave prim, işçilerden esirgendiğini sormak. Hükümet ve sendika bunu “kanunsuz” buluyor. Ama grev başlıyor. Vali işçilerle konuşmak yerine donanmadan yardım istiyor, jandarma işçilere gözdağı veriyor. Donanma barikat kuruyor. Barikata doğru yürüyen silahsız işçilere tüfeklerini doğrultup, ateş ediyorlar. 2 işçi ölüyor. İşçiler askerlerle göğüs göğüse dövüşüp, püskürtüyorlar. İşçilere karşı propaganda başlatılıyor, şehri yağmalayacakları dedikodusu çıkartılıyor. Türkİş Genel Başkanı, işçileri organize edenlerin “komünist, Allahsız, içkici” olduğunu iddia ediyor. Hükümet “dış tahrik” palavrasına sarılıyor. Bugün de hak arayan işçiler aynı damgaları yemiyor mu? “16 ton” http://www.riyatabirleri.net/16tona na.html adresinde izlenebilir. Yazımı, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Zonguldak Ağıtı” şiiri ile bitireyim. Bir kömür, bir uzak, bir kara, bir derin, ellerin, Yeraltında yitmiş kocaman ellerin. Yıllarca çalışırsın, gündeliğin on lira, açsın, Susar kuyular bağıra bağıra Ko yamyassı ayakların balçık toprağa girsin, Kim yürürse öldürürler bilirsin. Zonguldak ölü iki gecede gecede diri bir, Zonguldak bir Türkiye, bir aç Türkiye değil midir? Tanrı yeryüzünündür, bir pay düşmez sana, Ten yeraltındasın, tanrısızsın, anlasana.