22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 Şubat 2018, PAZAR SAYFA 9 Diyalog ÇAĞNUR ÖZTÜRK ‘Bir insanın eşi, eşinin hayatla olan kavgasında sorgusuz sualsiz kavgaya giren kişidir.’ Popülerlik oyuncu için tuzaktır Nazan ve Ercan Kesal, sinemamızın en önemli N.K.: Evet, ama Ercan’da ortaya çıkan sonuç bir değerlerinden. Öylesine çok yönlüler ki, oyunculuk, mekteplinin bile çıkaramayacağı bir sonuç. Benim yazarlık, yönetmenlik... Nazan Kesal, Fazilet Ha ona gösterdiğim sadece teknik bir şey. Onun dışın nım ve Kızları dizisinde Fazilet Anne, Ercan Kesal da tabii ki birbirimizi eleştiriyoruz. İşimize olumlu ise Çukur dizisinde İdris Baba karakteri ile popü yansıyacağını bilerek eleştiriyoruz. ler şu ara... Her ürettiklerinde kendilerine hayran bı E.K.: Dizinin tamamındaki diğer oyunculuklara rakıyorlar ancak benim onlarda en çok hayran oldu da bakıyoruz. Kendimizle ilgili de, “belki bir sonra ğum, insanın içinde aşka, sevgiye, birlikteliğe umut kine öyle söylememek, öyle tepki vermemek gibi” doğuran nadir türden ilişkileri... Kesallar’ın evine notlar alıyoruz. konuk olup hem son dönemki popülariteleri, hem Kendi sezilerimle sahip olduğumu zannettiğim, de ilişkilerinin sırları üzerine, doğal ve tadından açıkçası “hadi tarif et!” dediğinde de edemeyeceğim yenmeyen, şifalı bir söyleşi gerçekleştirdik. bir oyunculuk yaklaşımım var. Senaryoyu ilk oku ? Şu anda ikiniz de aynı yayın döneminde popüler dizilerde rol alıyorsunuz, bu popülariteye nasıl bakıyorsunuz? Ercan Kesal: Benim açımdan pek alışık olmadığım bir şey. İkimizle ilgili pratik sorun ise şu; sabahları set arabalarını karıştırıyoruz. (gülüyorlar) Nazan Kesal: (gülerek) Ercan, Benim arabama binmeye kalkışmış bir kez. E.K.: Birisi Ay Yapım diğeri Avşar Film. Önlerinde tanıtıcı kartları var ama, okumuyorum her zaman. N.K.: Nasılsa beni bekliyordur diye biniyor. Yani ben bir gün Çukur’un setinde Ercan da Fazilet Hanım’ın setinde olursa şaşırmayın. (gülüyorlar) E.K.: İdris Baba, Fazilet Hanım’ın yalısını ziyaret duğumda karakterle ilgili içime doğan bir şey bu! Profesyonel dokunuşların ona halel getirmeyeceği yere kadar da bir kırmızı çizgim var. Bazen tekniğin, formel birtakım numaraların o seziye zarar vereceğini düşünüyorum. Bu yüzden doğallıktan vazgeçmiyorum. Israrla ve mutlaka inandırıcılık peşindeyim... Israrla... Ben bu saf halimle kalmak istiyorum doğrusu. N.K.: Oyuncu hangi karakteri oynuyorsa aslında onu hayatın içine atması lazım. Seyirci onu izlediği zaman ekranda ben bu rolü, bu karakteri tanıyorum hayatta, bunun bende bir karşılığı var demeli. E.K.: Seyircinin, filmdeki karaktere “evet, bu insan gerçekten yaşıyor, var” diye inandığı yer, iyi oyunculuğun başladığı yerdir. ediyormuş mesela. Kendi adıma Çukur’daki oyuncu pratiğini çok Analogdan dijitale koşan hayat hızlı yaşıyorum. İyisiyle, kötüsüyle. Kötüsü şu, zaman dar. Tekrar etmek, uzun uzun üzerine düşünmek, tartışmak sette o anda mümkün değil. Çalışmanın hızı setin ilhamına çok fazla müsaade etmiyor. Uzun metrajların setleri ilhama daha açıktır. Bir de yeni şeyler ararsın, tefekkür edersin, beklersin. Oradan kendine bir derinleşme sağlamak istersin ama bu halihazırda mümkün değil. Ancak faydalarından biri de müthiş bir oyuncu temrini sağlıyor. Oyuncuyu rahatlatan bir süreçtir bu, sonuçta bisiklete binmek gibi bir şey, uzun süre binmezsen birtakım melekelerini kaybediyorsun. Ün meselesinin ise geçici olduğunu bildiğim için çok takılmıyorum doğrusu. Kendi adıma, son dönemde bana bahşedilen popülerlikle kendi geçmiş birikimimi uzlaştırma, buluşturma ve buradan hayırlı sonuçlar çıkarma derdindeyim. N.K.: Popüler olmak eşittir ünlü olmak, bunlar bizim sektörün bir biçimde ihtiyaç duyduğu ve ürettiği, bir süre sonra da öğüttüğü kavramlar aslında. Ben yıllardan beri oyunculuk meselesine kafa yoran ve bunu da kendi meşre ? Ercan Bey sizin yönetmenlik yapacağınız bir film projeniz vardı, ne aşamada? E.K.: Haziran sonu gibi çekeceğim. “Nasipse Adayız” ismi. Daha önce aynı adla yayımlanan kitabımın senaryosu. Benim ilk yönetmenlik deneyimim olacak diyebilirdim ama yakın zamanda şöyle bir şey oldu: Akçakoca’nın bir köyü var, ismi Çiçekpınar. Zenginlik hayaliyle başlayıp fakirleşen, kapitalizmin gadrine uğrayan bir köy. O köyde doğmuş büyümüş bir akademisyen arkadaşımız köyün hikâyesini yüksek lisans tezi yapmış, benim de okumamı istedi, okudum ve filmini yapalım istedim. Geçen yaz küçük bir grupla çektik filmi. Adı Fındıktan Sonra. 40 dakikalık bir film. İstanbul Film Festivali’nde, 11 Mart’ta Nurnberg’de, 2122 Mart’ta Boston Film Festivali’nde gösterilecek. İlk yönetmenlik deneyimim bir belgeselle oldu bu yüzden. “Nasipse Adayız”ın ise hem yönetmeni hem oyuncusu olacağım. 2001 yılında bir ilçeye belediye başkan aday adayı olarak başımdan geçen gerçek bir hikâyenin romanıdır Nasipse Adayız. bimce işin ehli insan ? Türk sinemasını dün larla yapmaya gayret yada nasıl konumlandırı eden birisi olarak, po yorsunuz? püler dünyanın içinde N.K.: Şu anda dünyanın ilk kez bu kadar yoğun dizi kanalllarını Türkiye yer alıyorum. Daha besliyor diyebilirim. Ancak önce oynadığım diziler Çağnur Öztürk, Ercan ve Nazan Kesal’la söyleşti. sinemamız ise galiba festi de böyleydi ama onlar valler düzeyinde sadece. içeriği açısından daha farklı konseptlerdi, Kayıp Şe E.K.: Festivaller öyle ya da böyle gelenekleri, ha hir örneğin. Ama bu dizi, tam da popüler dünyanın fızaları olan kültürel platformlar. Oralara katılan göbeğinde. Hikâye, zaten kızlarını ünlü yapmak is yönetmenlerimizin ödül alması bizi motive ediyor teyen bir annenin karşısına çıkan engellerle müca ama örneğin Sundence’den ödülle dönen “Kelebek delesi... Biraz da herkesin ruhunda var olan duygu ler” büyük ihtimal çok seyirci bulamayacak. Tol ları anlatan bir dizi. Bu dünyanın içinde olmak, zen ga, kendi gayretiyle, gönüllülük esasıyla çekti fil gin olmak, ünlü olmak. Güçlüysen ayakta durursun, mi ancak biz Tolga’dan hep bir sonraki filmini bek paran varsa insansın vs... Kapitalist dünyanın, bu leyeceğiz. Sinemalar kültürel alanlar, hafızası olan zamanın ruhunun bizden beklediği cümleler. Popü alanlar, hiçbirisi kapanmasın. Ama şunu kabullene lerlik cezbedici bir durum ama bir oyuncu için tu lim artık, dizilere de, sinemalara da, hayatın deği zaktır da, buna düşmemek lazım. şen taraflarına farklı bir yerden bakmalıyız. Analog tan dijitale doğru koşan bir hayat. Bu akışa seyir Doğallıktan vazgeçmiyorum ? Birbirinizi izleyip eleştiriyor musunuz? E.K.: Evet, eleştiri pozitif anlamda ama, “nerede daha iyi olunabilirdi” anlamında. Senaryo geldiği zaman özellikle kritik sahnelerde mutlaka Nazan’dan destek alıyorum, onunla paylaşıyorum. Oyunculuk eğitimi almadığım için oradaki hız, ilk başlarda beni hem şaşırttı hem korkuttu. Çünkü ben uzun metraja alışkınım, her gün o film üzerine tefekkür edebilirim ama burada öyle bir şansın yok. N.K.: Bunu yapmak zorundayız. Ercan’ın bugüne kadar bağımsız sinemadan gelen bir çalışma disiplini vardı. Dizi bambaşka. Buradaki hıza kendini alıştırmak zorundasın. Oyuncu koçluğunu ben yapıyorum Ercan’ın, bile isteye. Sahneleri önceden ben de okuyorum ve kafamdan geçiriyorum ama benim onu algılama ve çözümleme sürecim daha farklı. ci kalamayız. Filmlerimizi evlerde seyrediyoruz artık... Kentin pratiği dayatıyor çoğu zaman. Kitapçıya gidiyor musun sen? Ben internetten satın alıyorum. Kapıma geliyor. Sanal market alışverişi de öyle. Bunu sadece bir modernizm eleştirisi, “ah insanlık öldü bitti” diye yorumlamanın da faydası yok. Ama her şeyin dışında temel bir meselemiz var ki o da: senaryo. Hikâye yani! Bunun ne analoğu ne dijitali var. Mevzu, bin yıldır duruyor orada ve hep duracak. Mesele hangi hikâyeyi anlattığın ve bu hikâyenin inandırıcılığı, kalıcılığı ve insanları dönüştürme gücü. Edebiyatta da sinemada da bu. Tek bir Türkiye sinemasından söz etmek mümkün değil. Özellikle festivallerde öne çıkan şey yönetmenin tarzıdır. Yani Kelebekler’i çeken Tolga’nın filmi ile Cannes’da yarışan Nuri Bilge’nin ya da Berlin’de yer alan Emin Alper’in filmini aynı grupta telakki edemezsin. Bu yüzden ? Biraz mektepli ve alaylı noktasında farklılıklar bütüncül bir “Türkiye sineması”ndan değil de “Türk da ortaya çıkıyor sanırım... yönetmenlerin filmlerinden” söz edebiliriz. Birbirimizin hayatının içindeyiz ? Sizi ne zaman görsem evliliğe aşka inancım doğuyor. Nedir sizin sırrınız? E.K.: Saygı çok kıymetli bir şey, karşılıklı en çok dikkat ettiğimiz de bu. Yaptığımız işlerde de birbirimizi çok destekliyor ve sürekli besliyoruz.. Birbirimizin hayatını kolaylaştırıyoruz çünkü zaten hayat yeterince zor. Özellikle bizim gibi telaşı çok olan, sektörel anlamda koşturmak zorunda olan insanlar için daha da zor. Zaten yalnızlaştırılmış bir çağdayız, bu yüzden yanyana, birlikte olmanın kıymetini biliyorum. İnsana kıymet vermek, zamanına kıymet vermek, birbirini hatırlamak, birbirini anlamak. Bu çağın çabucak tükettiği, erozyone ettiği kavramlar bunlar. Şunu söylüyor ya bu çağ sürekli: kendini sev, hayır demeyi öğren, biraz bencil ol lütfen. Sürekli bu söyleniyor. Yahu bir fedakârlık yapıver, evet de bakalım n’olacak! Ya da kendini sevme de, kendini say. Başkaları sevsin seni. Sürekli bir kendini sevmek... Narsistik zamanlardayız çünkü. Nazan’ın kendine ait olan yolculuğuna dair bir şey diyemem. Benden önce de vardı çünkü o, ben de ondan önce vardım. Biz tesadüfen birbirini görmüş ve sevmiş iki dünya insanıyız. Hiç karşılaşmayabilirdik de. Bizden sonraya dair olacak olan şey arkamızda bıraktıklarımız olacak. Bir de bizim birlikte bu süreci nasıl yaşadığımıza dair bir hafıza kalacak. Aileyi yaratan temel kıstas ise çocuk, birlikte yaşamanın ötesinde bir durum bu. Oğlumuz Poyraz’ın varlığı, bizi de belirliyor. Bir de sabırla her seferinde yeniden öğrenerek yaşıyoruz hayatı. Ercan ve Poyraz’sız hayat düşünemiyorum N.K.: Bu röportajın bence ana konusu zaman. Bu zamandaki hallerimiz. Oyunculukta, sinemada, evlilikteki hallerimiz. Çünkü zamanın ruhu diye bir şey var. Dediğin gibi 10 sene önceki biz ile şimdiki biz aynı değil. Biz o zamanın iyi taraflarını almayı bilen bir çift olduk galiba. Bazıları için zaman kötüye işliyor, hayal kırıklıkları, ayrılıklar. Bunlar olabilir şeyler ama ben mesela Ercan’ın, Poyraz’ın dışında bir hayat düşünemiyorum. Bu içi boş kurulmuş bir cümle gibi değil, bunu hissetmek lazım. Eğer onu hissedebilirsen zaten, hayatın içinde onu kaybetmemek için yapman gereken şeyleri gayriihtiyari yapıyorsun. Bizdeki başarı bir de birbirimizin alanlarına hayran olmamız ve bu hayranlıkla beraber saygı duymamız. Mesela Ercan bir kitap yazdığı zaman, herkesten çok onun başarısından ben mutlu oluyorum. Oyunculuk bahsinde de böyle... Bir doktorla evlendim, değil mi! Özel hayatımda oyuncu olmayan birini tercih ettim ama benden daha beter oyuncu çıktı. “Gitsin doktorluğunu yapsın, ben onun işini yapıyor muyum” gibi cümleler kurdurması lazım bana. Ama bir yönetmen, oyuncu koçu olarak onda bir oyunculuk damarı olduğunu yıllar önce görmüştüm. Dolayısıyla o kanalı daha çok açmalıyım, çünkü o kanal açıldıkça benim hayatıma mutluluk olarak dönecek ki, öyle oldu. Birbirimizin sınırlarını biliyoruz, saygı duyuyoruz, hayran oluyoruz. Ve bütün bunların toplamı da aşktır. Mutsuz insanlar ülkesi olduk E.K.: Ne kadar yalnızlaştırılsak da, yaşadığımız çağ bizi ne kadar atomize etse de aslında hiç tek başına değiliz. Farkında olalım ya da olmayalım birbirimizin hayatlarının içindeyiz. Birbirimizin hayatlarına sürekli dokunan bir coğrafyadayız. Ben biliyorum ki sen bu röportajın dışında başka duygularla ayrılacaksın buradan. Bir şeyler alacaksın bu muhabbetten, ben de senden. Hayat da böyle bir şey değil midir zaten, yaptığımız her şey daha iyi yaşama çabasının bir sonucu değil mi? Çok para kazanmak ya da ünlü olmak için insanın böyle şeyler yapması ayıp değil mi? İlişkilerde de böyle. Kendimizle ilgili bir meseleyi çözdüğümüz ya da o yolculuğa başladığımız zaman, bu yanımızdakini de mutlaka etkiliyor. Çünkü biz farkında olmadan ya da bilerek başkalarına hakikaten ağır haksızlıklar yapabilen de bir türüz. Hayvanlar en fazla hayatta kalmaya çalışırlar, içgüdüleriyle yaparlar bunu. Ama insanoğlu hayatta kalır, yetmez başkasının hayatını yok etmeye uğraşır. Bunu da hırs, iktidar, intikam gibi icat ettiğimiz saçma şeylerin peşinden giderek yapar. İlişkileri felç eden, zehirleyen de budur. N.K.: Zor yıllardan geçiyoruz. Bu acımasızlık, bu yoksunluk, vicdansızlık... Yani o kadar olumsuz şeylere şahidiz ki... Bunlar çoğu zaman bir erkeğin ya da kadının yanı başındakine bir iyilik yapma şansını da bırakmıyor. Mutsuz insanlar ülkesi olduk sanki. Dolayısıyla mücadelemiz aslında, bizim dışımızdaki dünyanın bize karşı kurduğu o tehlikeyle savaşmayı öğrenip yanımızdakilerle daha mutlu, umutlu, daha sıcak bir ilişkiyi sürdürecek hale getirmemiz lazım. E.K.: Benim çocukluğum Avanos’ta geçti. Çok fazla mahalle kavgası olurdu çocuklar arasında. Aşağı mahallenin çocuklarıyla yukarı mahallenin çocukları bayağı taşlı sopalı kavga ederlerdi. Sen bir kavganın ortasına düşmüşsen kendi mahallenden çocuklar da senin neden kavga ettiğini bilmeden gelir arkanda dururlardı. Kavga bittikten sonra sorarlardı “niye kavga ettik” diye. Önceden sorup, haklı kim haksız kim sorularının cevabına göre hareket etmezlerdi. Bir insanın eşi, eşinin hayatla olan kavgasında sorgusuz sualsiz kavgaya giren kişidir; Haklı mısın haksız mısın demeden kendi yanında olacağını bildiğin insandır. Bu çok kıymetli bir şey. N.K.: Tarafım belli yani... C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle