Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 10 gürer mut 4 Şubat 2018, PAZAR Hayat İranlı ressam Maryam Salahi ile İran’ın ‘yeraltı sanatı’nı ve devrim sonrası yaşananları konuştuk İran’ın ağlayan portresi İranlı ressam Maryam Salahi son sergisi “Kimlikler Lütfen”de, toplumsal cinsiyet, din ve aidiyet konularını kendine has üslubuyla ele alıyor. İran’daki bastırılmış kadınları ve dinsel taassubu resimlerine yansıtan Tebrizli sanatçı, baskı atmosferinin bir tür kimlik sorunu yarattığını öne sürüyor. Tebriz Azad Üniversitesi’nin ardından İstanbul’a gelen ve 7 kişisel sergi açan sanatçıyla, İran’da kadınların başörtülerini çıkarma eylemlerini de sıklaştırdıkları anlamlı bir zaman kesitinde sanat hayatını ve kişisel yaşanmışlıklarını konuştuk. ? Türkiye’ye gelme kararını nasıl aldınız? Ben Tebriz’de okudum. Orada sanat çevresi çok geniş değildir. Fakat iyi okullar vardır. İran’ın en iyi sanatçıları genellikle Tebriz okulundan mezundur. Fakat orada sanat çevresi olgunlaşmamış olduğu için işini devam ettirmek isteyen ya Tahran’a gider ya da yurtdışına çıkar. Ben ilk olarak Amerika’ya gitmeyi planlamıştım. İstanbul’da biraz kalıp gidecektim. Fakat İstanbul’a gelince burası beni tuttu. Ben İstanbul’a tutundum. İnsanları sevdim ve burada kalmaya karar verdim. ? Türkiye’de kaç sergi açtınız? En son sergim Bodrum’daydı. Bu sergiyle birlikte Türkiye’deki 7 kişisel sergimi açmış oldum. İran’da da sergilerim oluyor. Tebriz’deki karma sergilere katılıyorum. Bir kişisel sergi yaptım orada. ? Son serginizin hazırlık süreci nasıldı? Benim resimlerim birbirine bağlıdır, her dönem bir önceki dönemin devamı şeklinde ilerler. İlk çalışmalarım “Yeşil Devrim” hareketini konu alır. Sonrasında, savaş kadınları, 10 Emir, saklılık ve son olarak da kimlik konusunu işledim. Bu serginin tamamında bu yıl yaptığım çalışmalarım var. İran’ın yeraltı sanatı var ? İran’da sanat hayatına yönelik bir sansür var mı? Siz İran’da bulunduğunuz dönemde sansürle şahsen karşılaştınız mı? Müslüman ülkelerin çoğunda maalesef sansür var. Hele ki bu bir İslam Cumhuriyeti ise bundan kaçınılmıyor. Ben 24 yaşında İran’dan çıktım. O yaşıma kadar da sanat hayatının içinde değildim. Tabii ki, öğrencilik hayatımızda sergilerimiz oluyordu, fakat bunlar büyük sergiler değildi. O nedenle sansüre direkt olarak maruz kalmadım. Ama İran’da her okul Tebrizli ressam Maryam Salahi İran’daki kadınların sıkışmışlığını ve baskılanmasını resimlerine yansıtıyor. da bir ‘Devrim Muhafızı’ vardır. Sergilerden önce çalışmalarınız bu görevlilerin kontrolünden geçmek zorundadır. Politik olmasın, çıplak bir kadın bedeni olmasın diye kontrol ederler. Bakın İran’da da sansür var fakat muazzam bir “yeraltı sanatı” da var. Mesela yeraltı filmleri, müziği, sergileri vardır. İran’da sizin tahmin etmediğiniz kadar ‘nü’ tablo sergileri, fotoğrafları ve rejimin yasaklamaya çalıştığı daha birçok şey vardır. Yeraltı sergilerinde çok iyi fiyatlara önemli işler alıcı bulur. Yani bir şey yasaklanınca onun yok olduğu anlamına gelmiyor. Baskı çok korkunç bir şey ama baskı altında çok değişik yöntemler ve yaratıcılıklar ortaya çıkmaya başlıyor. ? Son dönem İranlı ressamlar Rohni Haerizadeh, Reza Derakshani ve Monir Shahroudy Fermanfermain gibi isimler İran resminin önemli temsilcileri. Sizin İran ve dünya resminde takip ettiğiniz veya örnek aldığınız isimler var mı? Bu isimler İran resminin en tanınmış ve en iyi isimleri. İslam devriminden sonra daha çok isim dünya resmine açıldı. Örneğin İngiltere’de ve Avrupa’nın pek çok yerinde sergiler verir hale gelmişlerdi. Ben sanatçıları uluslararası çerçevede değerlendiriyorum. Mesela günümüz ressamlarından Manolo Valdes’i çok beğeniyorum. Onun gibi olmak isterim. Benim resmim teknik olarak ‘İrani’ bir resim olmadığından o etkileşimi görmeniz zor elbette. İran resimleri genelde daha çizgisel ve monokrom renklerle yapılır. Ben ise daha dışa vurumcu ve canlı renkler kullanırım. Açıkçası ülkemin en çok müziğinden ve si nemasından besleniyorum. Çalışırken İran müziği dinlerim. O müziğin şiirsel tınılarının beni yaralayan ve iyileştiren bir yanı var. Elbette İran’da okuduğum için çok şanslıyım çok iyi hocalarım oldu, hepsinin bana çok büyük katkıları oldu. ? Resimlerinizde toplumsal cinsiyet ve din olgularının ön plana çıktığını görüyoruz. Yaratım sürecinde nelerden etkilenirsiniz? Resim her şeyden etkilenir. Mesela günlük konuşmalar bana daha çok ilham kaynağı oluyor. Çevremdeki insanlarla yaptığım konuşmalardan çok besleniyorum. İnsanların problemleri nelerdir, neyi düşünüyorlar, hayata dair neleri planlıyorlar gibi konular beni besliyor açıkçası. Kadının sıkışmışlığını ve baskılanmasını resmettiğim bir çalışmam var. Orada kadınların gözleri ve ağızları kapalıdır. O tablo benim bilinçaltımın ortaya çıkarttığı bir çalışmadır. Ben dünyaya geldiğimde İran’da İslam devrimi olmuştu. Gözümü açtığımda farklı bir ülke vardı artık. Şah döneminde yaşananlara tanıklık etmediğim için iki dönemi kıyaslamam oldukça zordu. Fakat gözümün önünde devamlı Şah dönemine dair sanki başka bir dünyadan bahsediliyordu ve dünyanınülkenin bozulmuş, yozlaşmış olduğu anlatılıyordu. Annelerin gözyaşınatanık oldum ? Bir röportajınızda, “Yeşil Hareket Devrimi”nden etkilendiğinizi söylemişsiniz. O süreç nasıldı? Ben “Yeşil Devrim” öncesi resimlerimi kendi resimlerimden saymıyorum. Ama yeşil dalgadan son ra, daha önce farkında olmadığım şeyleri sorgulamaya başladım. Çünkü İslam devrimi zamanında yeni doğmuştum, İranIrak savaşı sırasında çocuktum. İlk defa insanların hak ve adalet için sokaklara çıktığını gördüm ve bu tablo beni derinden etkiledi. O sıralarda savaştan mağdur olmuş annelerin kurduğu ‘Savaş Kadınları’ çıktı. Ardından savaş üzerine filmler izlemeye başladım ve bu filmlerde ortak bir noktanın olduğunu gördüm. Kadınlar, erkeklerin savaşında, ağıt yakarken ve ağlarken gösteriliyordu. Ben çocukken bu tabloya yakından tanıklık etmiştim. Komşumuzun, savaşta ölen oğlu için nasıl bir acı yaşadığını görmüştüm. Küçükken kadınların gözlerindeki o acıya tanık oldum. Yeşil devrimin ardından da, yaşanan bu acıları resmetmek istedim. ? İran’da kadın ressam olmak nasıl bir duyguydu? Kadın olmak başlı başına çok güzel bir şey. Çünkü her şeyi içinizde barındırabiliyorsunuz. Ressam olmak da bir kadın için çok büyük bir şans. Bir kadın yaşadığı üzüntüyü, sevinci, mutluluğu daha yoğun ve içten yaşıyor bence. Bu nedenle duygusal olarak yaşadığım her şey bana ilham kaynağı oluyor. Akademik kurallardan ziyade, kadın olmanın avantajlarını yaşıyorum. İran’da kadın sanatçı olmaya gelince, mesela Persepolis çok popüler olduğu için ondan örnek vermek istiyorum, bizim hiçbir zaman o kadar baskıcı bir eğitimimiz olmadı. Hatta biz çıplak figürü kendi atölyelerimizde, evlerimizde birbirimize soyunup çizerdik. Okula götürüp hocamıza gösterirdik. Çıplak heykeller vardı. Yani okulda özgürlüğümüzü kısıtlayıcı hiçbir uygulama yoktu. O dönemi anlamak için Bahman Ghobadi’nin “No one knows about Persian Cats” filmine bakmanızı öneririm. İran halkı gerçekleri gösterdi ? İran’ın önemli şehirlerinde büyük protesto gösterileri yaşandı. Bu sürecin yeni bir değişim dalgasına dönüşeceğini düşünüyor musunuz? Bu eylemlerin en büyük çıktısı, İran halkının dünyaya “biz böyle değiliz”i göstermiş olması. Bence İran halkı orada hedefine ulaşabildi. İnsanlar petrol topraklarının üzerinde oturuyor. Ama bir taraftan da açlık ve sefalet çekiyor. Her şeyden önemlisi, insanlar mutsuz. Özgürlükleri yok. Eğlenmek için yurtdışına gitmek ya da arkadaşlarının evinde yeraltında bunu yapmak zorunda. İran’ın değişmesi çok zor. Bülent VARDAR İmece usulü 18 günde çektiği filmle Sundance Festivali’nde ödülü kaldırdı Tolga Karaçelik’in başarısı Yakın Çekim Türk sinemasında 1990’lardaki yeni eğilimler sinemamızı değişime zorlandı. 1980’lerin sonuna doğru sinemanın süreklendiği kriz 1990’lardan sonra, başta film yapımı, finansmanı, dağıtımı, gösterimi ve işletimi olmak üzere artarak sürmekteydi. 1987 yılında “Amerikan Majörleri”nin Türkiye’de kendi dağıtım şirketlerini kurmalarıyla Warner Bros. ve UIP gibi şirketler ülkemizde film dağıtım ve gösterim ağına egemen oldular. Bu sürecin başlangıcında sinemamızda eskinin sistemiyle, yenilikçiler arasında kısmen örtüşme yaşanır, yeni bir düzenin işaretleri görünürken, sinemamızın karşısında iki büyük engel oluşmuştu: Birincisi etkileri önceden hissedilen televizyon; ikincisi ise ‘Yabancı Sermaye Yasası’ndaki değişiklikle Amerikan şirketlerine, Türkiye’de şirket kurup, dağıtım ve gösterim hakkının verilmesiydi (Burçak Evren; kişisel söyleşi, 2004). Bu gelişmenin etkileri öncelikle olumsuz oldu. Yılda yüz kadar Türk filmi gösterim olanağı bulurken, bu sayı süratle aşağıya indi ve beş, on filme kadar düştü. Hatta Türk sinemasının star oyuncularının filmleri, az sayıda sinemada kendilerine yer bulmuş ve kısa sürede vizyondan kalkmaya başlamıştı. Bu koşullar Türk sinemasını, tarihindeki en derin krizlerden birinin içine sürükledi. Yeni yönetmenlerin yeni sineması Bu durum işletmeci sermayesi desteğiyle ayakta duran yapımcılık anlayışının da sonunu getirdi. Film çekecek kişiler, artık filmlerinin yapımcılığını da üstlenmek zorunda kaldılar. Bu durum kendini sinemayla ifade etmek isteyenler için demokratik bir ortam yarattı. Çünkü geleneksel Türk sinemasının, Yeşilçam’ın koşullarında usta çırak ilişkisi dışından gelen birinin yönetmen olması mucize isterken, bu mucizeyi başaranların da “ayak sistemi” içinde filmlerini gösterebilecek sinema bulabilmesi çok zordu. bağımsız sinema üzerine doktora çalışmasında Alâ Sivas’ın kaydettiği üzere Yeşilçam’ın düzeni değişip, Yeşilçam yok olunca, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim, Serdar Akar, Semih Kaplanoğlu, Ümit Ünal gibi yönet menler yeni bir sinema yaratmaya ve yavaş yavaş kendi seyircilerini oluşturmaya başladılar. Bu yönetmenler ve ardılları sinemamızın yeni yüzleri olarak ortaya çıkıp yeni bir Türk sinemasının oluşmasına ön ayak olmuştur. Böylece 1990’larda Türk sinemasında “bağımsız bir sinema” ve “bağımsız bir sinema anlayışı” ortaya çıktı. Bu sürecin oluşumunda etkin olan Zeki Demirkubuz, kendisiyle 2004’te yaptığım söyleşide, daha çok kendi parasıyla, kendi özel olanaklarıyla, film çekebilen bir kahraman sıfatını istemiş olduğu için değil, sadece bu filmlerin düşüncesinin oluşmasından, ortaya çıkmasına kadar hiçbir müdahalenin olmadığını belirterek bu filmleri dışarıya dönük sebeplerle değil, içe dönük sebeplerle yaptığını ifade etmişti. Diğer önemli bir yönetmen Derviş Zaim ise yine kendisiyle yaptığım bir söyleşide, bağımsız sinema hakkında şunların altını çizmişti. “Baskın anla Sundance’de Dünya Sineması En İyi Film Ödülü’nü alan Tolga Karaçelik, törende sahnede. tım tarzları dışında başka anlatım tarzları denemeye çalışan insanlar, yapmaya çalıştıkları işleri yürütecek yapımcı bulmakta zorluklarla karşılaşacaklarını düşündükleri için kendi göbeklerini kendileri kesmeye karar verdiler, o yüzden sokağa çıktılar. Bu sadece yeni anlatımlara sahip olmak için yapılmış bir şey değildir.” Öncülerin açtığı kapıdan son geçen Tolga Karaçelik, “Gişe Memuru” (2011) ile dikkati çekmişti. Karaçelik, bu filmiyle minimalist bir sinema anlayışıyla, gündelik yaşamın içinde kaybolmuş sıradan insanlara kamerasını çevirerek yarattığı evrende, ücret ödenerek geçilen bir yoldaki gişe ve onun “tutsağı” memur aracılığıyla, büyük laflar etmeden yaşamın labirentlerine göndermeler yapan ve sinema dilinin olanaklarını başarıyla kullanan bir ilk filme imza atmıştı. İkinci filmi “Sarmaşık” (2014) ise, bir yük gemisi içinde dönen dünyayı başarılı bir göz Kelebekler’de Tuğçe Altuğ, Tolga Tekin ve Bartu Küçükçağlayan başrollerde... lemle yansıtırken, mekân oluşturma, atmosfer yaratma, görüntü yönetimi, müzik, kurgu, sanat yönetimi, efekt kullanımı açılarından sinemamızda az rastlanılan bir düzeyi tutturuyor ve film, oyunculuk açısından da etkili performanslar içeriyordu. Manidar ödül konuşması Tolga Karaçelik geçen günlerde, dünyanın en saygın film festivallerinin başında gelen ve Amerikan bağımsız sinemasının kalesi sayılan Sundance Film Festivali’nde, dört büyük ödülden biri olan Dünya Sineması En İyi Film Ödülü’nü son filmi “Kelebekler” ile alarak büyük bir başarıya imza attı. Karaçelik’in bu festivalde üst üste ikinci kez seçildiğini de hatırlatalım. “Kelebekler”, birbirini çok az tanıyan üç kardeşin, yıllardır haber almadıkları babalarının aramasıyla bir araya gelmelerini konu alıyor. Başrollerde Bartu Küçükçağlayan, Tuğçe Altuğ, Tolga Tekin, Serkan Keskin, Hakan Karsak, Ezgi Mola, Ercan Kesal rol alıyor. Son derece sınırlı olanaklar içinde, imece usulüyle ve 18 günde çektiği bu filmle takdire şayan şekilde ödüle uzanan Karaçelik’in, törende yaptığı konuşma da manidardı: “Bu filmin yeterince iyi olmadığını düşünen tüm satıcı firmalara da teşekkür ederim, çünkü günümüzde hangi filmi izleyip izlemeyeceğimize onlar karar veriyor”. C MY B